
YALNIZKEN OKUMAYIN!
1993 yılının yazında, genç bir film ekibi, dört hafta boyunca Korku Filmi ismini verdikleri filmin çekimlerini yaptı. Yalnızca üç sahnesi yayınlanmış olmasına rağmen bu rahatsız edici film kültleşti ve uğursuz bir gölge olarak sinema tarihine adını yazdırdı.
Yıllar sonra, film bu sefer büyük bir bütçeyle yeniden çekilecekti ve Hollywood, orijinal kadrodan hayatta kalan tek kişiyle iletişime geçmişti: Sıska Çocuk karakterinin oyuncusuyla.
Sıska Çocuk her şeyi hatırlıyordu: senaryoya gömülen sırları, sette yaşanmış garip olayları ve aşılmış sınırları…
Sahte Hollywood kişilikleri ve tuhaf hayran buluşmalarının içinde sıkışıp kalan Sıska Çocuk, geçmiş ve şimdiki zaman, senaryo ve gerçeklik, kameranın bize gösterdikleri ve sakladıkları üzerine bir hikâye anlatacaktı. Fakat geçmişin hayaletlerini yeniden çağırmanın bir bedeli olacaktı…
Blair Cadısı ve Halka gibi filmleri sevenlerin kaçırmaması gereken Korku Filmi, sayfalar ilerledikçe artan paranoyası, psikolojik gerilimi ve şaşırtıcı finaliyle okuru gerçeklik algısını sorgulamaya zorluyor.
“Neslinin en korkutucu yazarlarından biri olan Paul Tremblay, Korku Filmi ile okurlarına soluksuz bir korku romanı sunuyor.” –Joe Hill
*
Sinemanın çok zor ve ciddi bir sanat olduğu fikrine hazırlıklı olmalılar. İnsanın kendisini feda etmesini gerektirir. Sizin ona ait olmanız
gerekir. Onun size değil.
–Andrey Tarkovski
Bayım doğdu
bir kozada.
Daha iyi çıkacak.
Yakında çıkacak.
Veya öyle umuyoruz.
–Pile, “Away in a Rainbow!”
1
ŞİMDİ:
PRODÜKTÖR
Valentina’nın 2008’de senaryoyu ve üç fotoğrafı internetteki muhtelif tartışma forumuna, üç kısa sahneyi de YouTube’a yüklemesinden bu yana geçen yıllar içinde sihirli şekilde büyüyen küçük filmimiz, yeniden anlatıldığında değişecek boyutta bir set ekibine sahip olamadı. Bir de şimdi Los Angeles’ta yaşadığımdan (geçici olarak; lütfen ama, gerçek bir canavar değilim ben) kaç kişinin gelip de bana sette bulunmuş birini tanıdığını veya sette arkadaşı olan biriyle arkadaş olan bir arkadaşları olduğunu söylediğini anlatamam size. Bizim setimizde. Mesela şimdi. Korku Filmi yeniden çekiminin prodüktörlerinden biriyle kahve içiyorum. Veya yeniden yapım mı demeli? Yaptıkları şeyin doğru teriminin ne olduğundan emin değilim. Otuz yılı aşkın süre önce çekilen orijinal film hiç gösterilmediyse yeniden çekim olur mu? Muhtemelen doğru terim “yeniden yapım” ama Hollywood’da böyle kullanılmıyor. Prodüktör Adam’ın ismi George. Belki de. Altı ay önce Zoom’da gerçekleşen ilk görüşmemizin intikamı olarak ismini unutmuş gibi yapıyorum. Ben küçük ve havasız daireme kapanmışken o dışarıda, yeşil bir alanda ayağını sürüye sürüye geziniyordu. Güneş gözlüğü, sekip duran ve güneşin vurup durduğu telefon görüntüsü için “canım ne isterse yapabilirim” diyen bir tavırla özür dilemiş, dışarı çıkmak ve adımlarını atmak zorunda olduğunu çünkü bütün sabah ofisine tıkılıp kaldığını, öğleden sonranın tamamında da orada olacağını söylemişti. Çevirisi: Seninle konuşmaya tenezzül ediyorum ama önceden planlanmış yürüyüşümü bölecek kadar da önemli değilsin. Tam bir gövde gösterisi. Yüzüne kapatacak veya bilgisayar ekranım donmuş gibi yapacak olmuştum ama yapmadım. Evet, olduğumdan daha sert konuşurum. Filmin çekilmesi için ne kadar küçük de olsa herhangi bir şansı geri tepmeye gücüm yetmez (deyimin her anlamıyla). Benim sadece onun nehrindeki akıntıya kapılmış bir çerçöp olduğum tek yönlü konuşmamızın dolambaçlı akışında, “korku revaçta” olduğu için korku projeleri aradığını ama gerçek dünyada olup biten her şey çok sert ve zalimce olduğundan hem kendisinin hem de stüdyoların “moral verici ve iyimser” bir korku istediğini söylemişti. Kendisinin köpüren suları, alaycı homurtu-kahkahamı duyamayacağı ve göz devirdiğimi göremeyeceği kadar gürültülüydü. Bu sohbetten herhangi bir şey çıkacağını düşünmemiştim. Geçtiğimiz beş yıl içinde, Korku Filmi’ni yeniden çekme konusunda ciddi olduklarını iddia eden ve benim de karar verme yetkisi olmayan, düşük ücretli çeşitli görevlerde işe dahil olmamı isteyen –ki bu da benim ve karakterimin açıklanamayacak şekilde küçük ama sesi yüksek çıkan veya açgözlü bir hayran kitlesine sahip olmamız nedeniyle onlara ya da tekliflerine alenen bok atamayacağımı umdukları anlamına geliyordu– stüdyo yöneticileri ve dalkavuk prodüktörlerden sayısız telefon almıştım. Eylemsel coşkularına, kısa sunumlarına (aynı film ama bir korku-komedi! Aynı film ama L.A.’de veya San Francisco’da veya Atlanta’da yaşayan yirmili yaşlarında karakterlerle! Aynı film ama uzaylı da var! Aynı film ama zaman yolculuğu var! Aynı film ama umut dolu!) ve birlikte çalışacağımıza dair verilen sözlere maruz kaldıktan sonra onlardan bir daha haber alamamıştım.
Ama bu prodüktörden haber almıştım. İnanılmaz zeki (benim aksime), Doğu Yakası’na nakledilmiş (benim gibi) senarist arkadaşım Sarah’a, bu adam ve şirketine dair ne bildiğini sormuştum. Herifin zevkinin bok gibi olduğunu ama filmlerin çekilmesini sağladığını söylemişti. İkide iki yani. Bugün Prodüktör Adam George’la Culver City’de, dışarıda, metal bir masada oturmuş boy ölçüşüyoruz; bir bacağı yamuk olduğu için sallanan masayı, spor ayakkabı giydiğim ayağımın ucuyla yerine sabitliyorum. Şimdi yüz yüze, karşı karşıya olduğumuzdan daha eşit bir zemindeyiz; eşitlik diye bir şey varsa tabii. Teni bronz, göğsü geniş bir adam; pilot güneş gözlüğü takmış, polo gömlek ile rahat ayakkabılar giymiş ve benden en az on yaş küçük. Bense her zamanki üniformamı kuşanmış durumdayım; soluk siyah kot, beyaz tişört ve hem duygulanım hem de yaşla kazanılmış bezginlik. Film hakkında karakter arkları ve internetteki listelerden aldığı, son zamanlarda moda olan bomboş hikâye terimleriyle konuşuyor. Sonra da benim perde arkasındaki rolümün ne olabileceğinden, yakında yönetmenle yapacağım toplantıdan ve e-posta ya da telefon/Zoom görüşmesiyle halledilebilecek diğer şeylerden konuşuyoruz ama yüz yüze görüşmekte ben ısrar etmiştim. Hem bedava kahve için hem de ön prodüksiyonun başlamasını beklerken yapacak bir şeyim olsun diye herhalde. Veya George’a diş göstermek istemiş de olabilirim. Tam ayrılmak üzereyken şöyle diyor: “Hey baksana, geçen tesadüfen öğrendim; kuzenimin bir arkadaşı, epey yakın kuzenimdir bu arada, sekiz yaşımızdan on sekiz yaşımıza kadar her yazın iki haftasını Winnipesaukee Gölü’nde beraber geçirdik, neyse işte, onun bir arkadaşı Korku Filmi’nde çalışmış seninle. Çılgınca, değil mi?” İşin saçma tarafı, onun (ve diğer herkesin) bir zamanlar kesinlikle, niceliksel olarak gerçek olsa da efsane hâline gelmiş, gerçek olmaktan çıkmış bir filmle kurduğu sahte bağı ve hatırayı kabul edip ayak uydurmamın beklenmesi ve daha da kötüsü, bu yeni ortak bağımızı benimseyeceğine dair kolektif bir beklenti oluşması. Anlıyorum ama. Hepsi uydurma, uydurma müessesesi sonuçta ve eğlence ekosisteminin gerçekdışılığına sızıyor. Belki de böyle olmalıdır. Ben kimim ki aksini iddia edeceğim? Ayak uydurmayı reddediyorum yine de. Benim güç gösterim de bu. “Ah, öyle mi, ismi ne?” diye soruyorum. Sözde otuz yıl önce sette yanımda olan kişi kimse, onun ismini ötsünler diye ısrar ederim insanlara. En azından bir isim verene, blöfünü görebilmem için kartlarını masaya açana saygı duyarım. Tam da beklediğim gibi, Endüstri Kişisi X (işte gerçek bir canavar; dikkat edin, Endüstri Kişisi X bu, hırrrr, haaaa!!!) şaşırıyor ve söyleyemeyeceği bir isim sormaya cüret etmem karşısında güceniyor. Başımızın üzerindeki şemsiye kötü, kusurlu bir gölge sunuyor. Prodüktör Adam George’un bronz teni aniden o kadar da bronz görünmüyor. “Kuzenimin ismi mi?” diye soruyor. “Hayır.” Sabırlı davranıyorum. Ne de olsa, sembolik yardımcı yapımcı unvanımla, kendisiyle iş arkadaşı olacağız. “Kuzeninin arkadaşının ismi. Şu sette benimle olan.” “Ha, doğru. Şey, söylemedi bana, ben de unuttum sormayı.” Elini kaldırıp sallıyor rasgele; “ne dediğimi unut” jesti. “Arkadaşı muhtemelen kameraman veya figüran falandır, hatırlamazsın yani.” Masanın üzerine eğilip ayağımı şu dengesiz bacaktan çekiyorum. Sallanıyor masa. George’un boş kahve fincanı sallanıp yan düşüyor ve hayali bir gider çiziyor; kahverengi, ılık damlalar döküyor. Komik bir beceriksizlikle uzanıyor fincana ama daima acıklı bir tarafı da olması gereken esaslı komedi için fazla hantal. Fincanı düzeltiyor, sonra eğiliyor ve yüzümdeki korkunç gülümsemenin çekimine kapılıyor; bir zamanlar kamera karşısına hiç çıkamamış bir gülümseme. “Kuzenin oradan birini falan tanımıyor, öyleymiş gibi de davranmayalım,” diyorum.
Güneş gözlüğünün ardında gözlerini kırpıştırıyor. Gözlerini göremesem bile o bakışı biliyorum. Güç gösterim bir tür hipnotizma: yalancılara, bu kelimeyi kullanmak zorunda kalmadan yalancı demek. Otopark için on dolar borç alabilir miyim diye sorarak bozuyorum büyüyü; üzerimde nakit yok çünkü ve bu doğru olabilir de olmayabilir de. Arkadaş kazanma ve insanları etkileme sanatı, değil mi? Bakın, iyi bir insanımdır ben. Gerçekten. Dürüstüm, naziğim, olabildiğim zamanlarda cömertim, teselli de ederim, hatta ihtiyacınız olursa size sırtımdaki beyaz tişörtü bile çıkarıp veririm. Saçmalıklara boğulmayı bile tolere edebilirim; siki tutmuş işimin bir parçası bu. Ama insanların Korku Filmi’nin setinde olduklarına dair yalan söylemesi sinirime dokunuyor. Üzgünüm ama orada değilseniz, orada olduğunuzu söylemeye hakkınız yok. Bu kendi adıma narsistlikten ziyade (gerçi bir parça olabilir; narsistler öyle olduklarını bilir mi?) diğer herkesin deneyiminin onurunu korumak. Yaşananları değiştiremeyeceğime göre yapabileceğim tek şey bu. Filmimizde bırakın yüzlerce kişiyi, onlarca kişilik bir ekip bile yoktu. Çok kalabalık değildik o zamanlar ve evet, şimdi daha da azız.
2
ÖNCESİ:
İLK GÜN
Çekimlerin ilk günü 9 Haziran 1993’tü. Tarihleri pek hatırlamam genelde ama bunu hatırlıyorum. Yönetmenimiz Valentina Rojas oyuncuları ve teknik ekibi topladı. Görüntü yönetmenimiz ve kameramanımız Dan Carroll yoktu bir tek; otuzlarının o giderek genişleyen çölünde gezen bir adamdı, geri kalanımız ise yirmilerinin başlarında veya ortalarında aptal gençlerdik. Burada “aptal” kelimesini, şimdi ellisini aşmış bir adam olduğumdan, en iyi ve kıskanç anlamında kullanıyorum. Valentina bir öğretmen edasıyla herkesin sessizleşip etrafında yarım daire oluşturmasını bekledi. Kısa bir sessizliğin ve birkaç gergin kıkırdamanın ardından da konuşma yaptı. Konuşmaları severdi Valentina. Bu konuda iyiydi de. Ne kadar zeki olduğunu gururla gösterir, siz de zekâsından birazının size bulaşmasını umardınız. Belli belirsiz kendini gösteren –belki özellikle– Rhode Island aksanının ritmi ve tınısı hoşuma giderdi. Sesi kulağa kendini beğenmiş geliyorsa, emin olun zaten öyle olduğundandı. Hem de agresif şekilde, pişmanlık duymaksızın. Bu ruha hayranlık duyardım; işinin ehliyseniz ve sikik bir satılmış değilseniz, benmerkezci veya götün teki olmakta –ya da ikisi birden– hiç sorun yoktur. O zamanlar bizim kitabımızda satılmışlıktan daha kötü bir şey yoktu. Taviz vermek, erdemliliğin ve sanatın düşmanıydı. Valentina ve ben, bariz U2, Metallica ve Red Hot Chili Peppers gibi daha ince ve nüanslı seçimlerden sakınarak, satılmış olarak değerlendirilen müzikal eylemlerin listesini tutardık ve o, sırf bizi gizlice dinleyenleri sinir etmek için yerel Massachusetts Üniversitesi kahramanlarımız Pixies’i de listesine dahil etmişti. Bundan şimdi, başlangıçta bahsediyorum çünkü üniversiteden kalma arkadaşlığımız (bunu tam teşekküllü bir ilişki olarak değerlendiremeyecek kadar batıl inançlı veya utangacım; hangisi hatırlayamıyorum), “Sıska Çocuk” rolünü alma sebebimdi. Bu ve bariz fiziksel özelliklerim, bir de kana susamışlığım. Biliyorum, kan kısmı bok gibi şaka. Bu şaka sizi rahatsız ederse anlarım. Merak etmeyin, ben de kendimden nefret ediyorum. Ama bakın şimdi, bu işin ufacık bir kısmını bile anlatacaksam, bunu kendi tarzımda yapmalıyım. Yoksa sabaha yataktan asla çıkamam. Taviz maviz yok. Küçük ordumuz geniş bir banliyö çıkmaz sokağının kenarında toplanınca, Valentina planın sahneleri filmin kronolojik sırasına göre çekmek olduğunu tekrarladı; kaçınılmaz sona ulaşana dek her sahne bir öncekinin üzerine kurulacaktı. Valentina her şeyi bitirmek için dört haftamız olduğunu söylemiş, aslında beş demek istemişti. Kimse düzeltmedi onu. İçimde gerginlik ve kötü bir şeyler olacağına dair genel bir his yankılanırken grubun arkasında takılıyordum. Dan pek kaba olmayan bir şekilde, Valentina’nın annesi ve babasının beşinci hafta için ödeme yapmayacaklarını fısıldadı kulağıma. Kısa boylu, sırım gibi, siyahi bir adamdı Dan; biz film çömezleri ve etkisiz elemanlara karşı sert ama sabırlıydı. Reklam filmleri çekmenin yanı sıra Providence ABC ortaklığı için uzun soluklu pazar sabahı haber dergisi çıkaran küçük ama saygın prodüksiyon şirketinin ortak sahibiydi. Şakasına gülümseyip kafa salladım, sanki bütçelere dair bilgim varmış gibi.
Valentina nutkunu şöyle bitirdi: “Film dediğimiz şey, bir şekilde birikerek hakikat veya herhangi bir hakikat olan güzel yalanların koleksiyonudur. Bizim durumumuzda çirkin bir yalan söz konusu. Ama herhangi bir filmde söylenen ilk replik, yalan olmayıp daima en doğrusudur.” Sonra Cleo’ya ekleyeceği bir şey olup olmadığını sordu. Cleo kolunun altında o gün çekilecek sahnelerin mini senaryolarıyla duruyordu orada. Film yapımcılığı jargonunda bu mini senaryolara “yanlık” denir. Benimki katlanmış hâlde, kot pantolonumun arka cebindeydi. Önceki gece, günün sahnelerini ilk kez okuma fırsatım olmuştu. Cleo’nun uzun kızıl saçı, açık bir teni vardı. Kostümünü çoktan kuşanmıştı ve oynayacağı, sınıfın önünde sunum yapmaya hazırlanan bir liseli gibi görünüyordu. Kimsenin yüzüne bakamadığı gibi gözlerini ayaklarımızın altındaki kaldırıma dikmeden konuşamadı da. “Bu filmi yapması zor olacak. Bize güvendiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Birbirimize iyi davranalım, tamam mı?” dedi.
KORKU FİLMİ
Yazan:
Cleo Picane
DIŞ. BANLİYÖ ARA SOKAĞI. ÖĞLEDEN SONRA. Sokak tünel şeklindedir. Duvarları, ağaçlık arazilerdeki iki katlı evler. Birbirine geçmiş, içe doğru büyümüş ağaç dalları ve yeşil yapraklar güneş ışığını gizler ve tünelin tavanını oluşturur. Evlerin bakımlı olması ve ön bahçelerindeki çimler ile çalıların kesilmiş olması, buralarda birilerinin yaşadığına dair gözle görülür tek emarelerdir. Bu banliyö mahallesi tam bir hayalet kasaba, hayır, pek çoklarının çaresizce ulaşmaya çalıştığı ve pek azının kaçabileceği pitoresk bir cehennem. Lise çağının sonlarında dört GENÇ, yolun ortasında yürümektedir, pek yoğunluk yoktur. Ne özgürlük yanılsaması sunan bir sarı çizgi ne de ayrılmış şerit vardır. VALENTINA (kısa boyludur, gür ve siyah kıvırcık saçı örme bir bereden dökülür, aşağı çevrili gözlerine siyah kalem çekmiştir, siyah ve gri bol kıyafetler giymektedir; fazla bol, çuval gibi kıyafetler, onun lisede hayatta kalma kamuflajıdır, bu giysilerin onu görünmez kılmasa da sınıf arkadaşları için yoksayılabilir hâle getirdiğini düşünür). CLEO (diğer sınıf arkadaşları gibi giyinir ki bu da Valentina’nınkinden çok daha etkili bir lisede hayatta kalma kamuflajıdır; uzun kızıl saçı alnındaki saç bandıyla geriye itilmiş hâldedir; geniş camlı gözlüğü vardır; kot pantolonu, yüksek topuklu beyaz Chuck Taylor ayakkabılarının üzerinde, ayak bileklerinde sabitlenmiştir; Cleo’nun okulda durumu iyidir ve kendisi depresyonla mücadele etmektedir; odasından sadece okula gitmek veya üç arkadaşıyla takılmak için çıkar). Cleo kırış kırış olmuş bir market KESEKÂĞIDI taşımaktadır. KARSON (yapısı ve boyu ortalamadır; düşürdüğü omuzları günün birinde geniş olabilir; tulum giymektedir çünkü boyunu uzun gösterdiğini düşünür; tulumunun kayışları, yakası aşınıp yırtılmış kömür grisi kazağının üzerine tutturulmuştur; koyu kahverengi saçının önü uzun, yanlarıyla arkası tıraşlıdır; ellerini perçemlerinden geçirmek gibi gergin bir tiki vardır). Valentina, Cleo ve Karson tek sıra hâlinde yürümektedirler; rahat, adım adım bir koreografi. Etrafta onları görecek ve yargılayan kimse olmadığında rock yıldızından farkları yoktur. Üç genç konuşmazlar ama sırayla yanlarındakine çarparlar, sonra bu kalça tokuşturma oyununa gülerek ilerlerler ve düzeni katiyen bozmazlar. Yıkılmaz, bozulamazlardır o an. Arkadaşlıkları lisanın ötesindedir. Arkadaşlıkları devridaim motorudur. Arkadaşlıkları rahat ve dolu ve yoğun ve paranoyak ve kıskanç ve muhtaç ve kurtarıcıdır. Dördüncü genç, SISKA ÇOCUK, üçlünün oluşturduğu sıranın arkasında yavaşça ilerler, geri kalır. Görüş alanımızda bir belirip bir kaybolur, gözlerimizde su üstünde gidip gelen bir deniz yatağı gibidir. Sıska Çocuk’un yüzünü net şekilde görmeyiz, göremeyiz ve görmeyeceğizdir. Ama neredeyse görürüz onu ve daha sonra, yüzünü gördüğümüze dair sahte bir anımız olacaktır. Bu yüz görünmeyen tarafından yapılacaktır, diğer yüzlerin bir amalgamından, tanıdığımız insanların ve televizyonda ve filmlerde ve kalabalıkların arasında gördüğümüz insanların yüzünden yapılmıştır.
Belki nazik bir yüz hayal ederiz, oysa onun yüzü çok büyük ihtimalle –ebedi utancımıza rağmen– nezaketimizi uyandırmayan bir yüzdür. Sıska Çocuk’un kot pantolonunun anlık görüntüleri olur; renk çok karanlık, çok mavidir ve çocuğun uzun ayaklarında ucuz, sıradan, hiçbir altkültürde havalı olmayan spor ayakkabılar vardır. Soluk, çöp gibi kollarının net bir karesi olur, yelken gibi dalgalanan beyaz tişörtünden gevşek ipler sarkar; herhangi bir logo yoktur tişörtte, sanki marka giymeye hiç hakkı olmamıştır. Dağınık kahverengi saçı görünür bulanık bir şekilde ve çocuğun sırık gibi profili yanıp sönercesine odağa oturup kayar. Sıska Çocuk üç gencin arkasında yürür, ayak uyduramaz, zamanlamayı tutturamaz, onlardan daha çok uğraşır ve onlardan daha hızlı yürür ama önlerine geçemediği gibi onları yakalayamaz da. Cleo omzunun üstünden, tek bir kez bakar Sıska Çocuk’a. Rahat gülümsemesi kaybolur gider ve kesekâğıdını daha da sıkıca tutar.
DIŞ. ÇIKMAZ SOKAK/ORMAN HİZASI. KISA SÜRE SONRA. Gençler çıkmaz sokağın sonunda dururlar; ORMANA giden, yabani otlar bürümüş bir patikanın ağzında. Bir çift TRAFİK KONİSİ ve çürük çarık bir TAHTA AT girişi kapamaktadır.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKorku Filmi
- Sayfa Sayısı328
- YazarPaul Tremblay
- ISBN9786052655542
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2025
Aynı Kategoriden
- Babalar ve Oğullar ~ İvan Sergeyeviç Turgenyev
Babalar ve Oğullar
İvan Sergeyeviç Turgenyev
Vladamir Nabokov’a göre, “Babalar ve Oğullar” Turgunyev’in en iyi romanı olduğu gibi aynı zamanda, on dokuzuncu yüzyılın da en başarılı romanlarından biridir. Turgenyev, kuşaklararası...
- Taşların Anlattığı ~ Clara Dupont-Monod
Taşların Anlattığı
Clara Dupont-Monod
Taşların Anlattığı, bir ailenin Fransa’nın ücra bir köyündeki sessiz sakin hayatının ansızın nasıl dönüştüğünü anlatan dokunaklı bir kitap. Tombul yanaklı, kara gözlü, tatlı mı...
- Benim Üniversitelerim ~ Maksim Gorki
Benim Üniversitelerim
Maksim Gorki
Gorki’nin yaşamöyküsünü anlatan üçlemenin bu son kitabı, onun yirmili yaşlarına kadar topladığı hayat deneyimleri üzerine kuruludur. Kunduracı çıraklığından aşçı yamaklığına, kuş avcılığından ikona mağazası...