HERKESİN BİR KORKUSU VARDIR. SENİNKİ NE?
Biri kendini yırtıcı hayvanların önüne attı. Diğeri boşlukla yüzleşmek için yüksek bir binanın tepesine çıktı. Bir başkası emniyet kemerini takmadı ve arabasını son hızla sürdü. Hepsi de ölüme korkusuzca yürüdü ve gözlerinde zafer dolu bir bakış vardı. Sanki sonunda özgür olabilmişlerdi. Komiser Erick Flamand bu gizemli ölümlerin sorumlusunu bulup bu katliama bir son vermeli.
Ama önce, kendi korkusuyla yüzleşmeli…
12’den fazla dile çevrilen KORKU insani duyguların karanlık derinliklerine ustalıkla inen bir gerilim.
Gerilim garanti
-Carrefour Savoirs
“Bir Fransız, Amerikalıları uzmanlık alanlarında yenerse!.. Hayran bırakan, benzersiz bir üslup. Serfaty’nin kitaplarının orijinalliğine yaklaşan çok az gerilim romanı var.” -LCI
“Thierry Serfaty duygularımızla ustalıkla oynuyor.” -Coolture
“Serfaty psikolojik gerilim romanlarının en büyük ustası.” -France Dimanche
“Thierry Serfaty’nin yeteneklerinin sınırı yok.” -Le Figaro
Vahşi hayvan başını kaldırdı.
Johan kafesin arka tarafındaki inden çıkan ve kendisine doğru yaklaşan öteki iki dişi aslanı seyretti. Parmaklığı tekrar kapattı, kilit dilinin tıkırtısı duyuldu.
Onların arasındaydı. Onların evindeydi.
Kovasını beton zemine koydu, içindeki şıpırdayan şeye baktı. Et yok bugün. Sonra gözlerim kapadı. Zihninde canlandırdı onları, izleyecekleri yolu düşündü; ava giden bir leşçinin izleyeceği yol. Hiç duyulmayan sessiz adımları duydu. Her şeyi görüyordu, uzuvların gerilmesini, omurganın iki tarafında çıkıntı yapan kürek kemiklerini. Öğütmeye hazır yan açık çene kemiklerim. Her şey tıpatıp aynıydı, her gün onların bölgelerine ayak bastığında birkaç zayıf ve kuru ağaççığın ve üç küçük tepeciğin sözde özgün savana havası verdiği, metallerle çevrilmiş bir hayvanat bahçesi alanı. Ne zaman vahşi hayvanlan doyurmak için bu yere girse, ritüel tekrarlanıyor, uzaktan kendilerine doğru sallanan ete yönelen hayvanlar onu çevreliyordu. Henüz çocukken, kanlı etleri parçalayan bu hayvanlan seyrederdi ve bu et parçalarından biri olma düşüncesi ona dehşet verirdi. On beş yıl sonra büyünün etkisi yine aynıydı.
Ama bugün bir türlü gelmeyen şeyi bekliyordu hayvanlar.
Gözlerini açtı ve bir adım attı. Bir panter dik bir kayalıktan zarif bir hareketle sıçradı. Sırtım bir aslan gibi kamburlaştırdı ve tüm gücünü topladı. Hayvanın, siyah tüyleri arasında yeşü ve altın rengi lekeler gibi duran gözleri önce büyüdü, sonra âdeta kayboldu. Göz kapakları hareket etti ve Johan, gözbebeğindeki dikey irisle hipnotize olmuşçasına bu bakışların içinde kayboldu.
Panterin sabit bakışları.
Sekiz yaşındaydı ve hareketsiz duruyordu; kendisini yırtıcı hayvandan ayıran ila benzer kafesten metrelerce uzaktı. Bacakları titriyordu, nefesini tutmuştu ve gözlerini hiç kaçırmıyordu. Bir kediden bile korkardı, ama hayvanın boğazından çıkan homurtuyla yeniden dehşete düşünceye kadar çelik siperlere epey yaklaşabilmişti. Korkusunu yenmek için tükettiği bütün stratejiler aynı anda saldırmışlardı ona. Zorla okşanması gereken kedi, alaylar, düş kırıldığı, reddetme, vaatler, her gece yatmadan önce sevimsiz kibar insanların masallarını dinleme ve sonra kabaran, pençeli, ıslık çalan hayvan görüntülerinin istila ettiği geceye meydan okumak.
Sonra, ertesi gün tekrar hayvanat bahçesine gitmek istemişti. Daha sonraki günlerde olduğu gibi.
Ve her gün, vahşi hayvanların bulunduğu, çitle çevrili yerin çevresindeki yolu arşınlamıştı… Ta ki bu hayvanlardan biri onu görüp yaklaşarak ona balancaya ve o bu bakışla donup büyüleninceye kadar. Vahşi hayvanın varlığı onu bir mıknatıs gibi çekiyor, sonra allak bullak ediyordu ve bunun nedenini anlayamıyordu. Bir olgu, bir kesinlikti bu: Bu kocaman kedilerden, boyun eğmek zorunda kaldığı ve sonunda komşunun kedisinin verdiği basit korkudan daha dayandır olan karmaşık duygular içinde boy ölçüştüğü manyetik bir güç yayılıyordu. Aslanların, panterlerin, Sibirya parslarının arasında korkusuna meydan okumaya, onu bir büyüye dönüştürmeye hazırdı. Yine gidecekti. Her gün. Yıllarca.
İşi parktaki hayvanat bahçesindeki görevlilerden rica etmeye kadar götürene dek. Onları görmek, onlara bakmak, sularını değiştirmek, göz kulak olmak, kovaya küreği daldırmak, kolunu uzatmak, et parçası atmak, etin ağızlarına girinceye kadar havada ve yerdeki halini seyretmek; onları beslemek. Vahşi hayvanlan ve fobisini elips biçimindeki tek bir hareketle doyurmak.
Geçmişin görüntülerinden onu bir hareket kurtardı: Yüksek bir kütükten bir aslan atlamış, duyulan harekete geçmişti. Panthera onca. Bir beneğin çevresindeki küçük siyah güllerle dolu tüyler rüzgârda uçuşan bir deri gibi dalgalandı. İri ve çevik hayvan yaklaştı. Genç adam bu hayvanın, ban hemcinslerinin tersine çok iyi bir yüzücü olduğunu çok zor kavrayabildi. Vahşi hayvanın boyunu kestirmeye çalıştı göz ucuyla: bir metre seksen santim, kemikler, adaleler, güçlü bir baş. Kolomb öncesi uygarlıkların göklere çıkardığı jaguar… Kutsal bir leşçi, havanın, suyun, yerin hayvanı. Avcı. Aç ve gözlerini kovaya dikmiş. Sinirli. Umduğunun çıkmamış olması yerine getirilmeyen bir vaat gibi hassaslaştırmış onu…
Johan ilerledi. Jaguarın sürüklediği vahşi hayvanlar coşkulu bir bale yapan, bükülmüş iri bedenin çevresinde dolanıyorlardı. İçi dalga seslerini andıran seslerle doldu. Kükremeler duyuluyordu. Leoparın derin, pes, boğuk kükremesi, aslanın kesin homurtularından farklıydı. Arkasındaki kayadan gelen çıtırtıyı fark etti. Pençelerini gösteren yabani kedi türü bir hayvandan gelebilecek karakteristik ses. İki aydır hayvanat bahçesinde bulunan, İran’dan gelmiş, görkemli bir hayvan. Johan ilk günlerde uzun uzun seyretmişti onu. Leoparınkinden daha küçük bir kafa, kocaman kaplarda ikram edilen etleri yemekten çok koşma, zıplama, kaçma, sürek avına çıkma arzusu uyandıran uzun bacaklar. Saf bir enerji.
Johan telaşsızca ve acele etmeden dizlerini büktü. Uzun silueti bedeni ikiye katlanan bir dansçı gibi büküldü. Eliyle kovanın sapını sıkıca kavradı.
Kovayı başının hizasına getirdi ve sonra boşalttı; kafasının üstünde kızıl renkli bir sızıntı oluştu. Taranmış saçlanna birkaç pıhtı yapıştı. Kan giysilerine bulaştı, bacaklarından aşağı süzüldü ve ayaklarının dibinde yayılarak birikinti oluşturdu.
Rüzgâr çıktı ve yapışkan örtüsü içinde titretti onu.
Vahşi hayvanlar bir an donup kaldılar, yayılan kokuyu kokladılar ve denetlenmesi mümkün olmayan bir çılgınlığa kapıldılar.
Çemberi yaran leopar oldu.
Diliyle betonu sinirli bir şekilde yaladı. Kanlı suratını yukarı kaldırdı ve kükremesi sessiz ve dingin hayvanat bahçesini inletti. Şempanzeler kafeslerinde inlemeye başladılar, koyunlar, keçiler bulunduktan yerde birbirlerini sıkıştırdılar ve papağanlar alkış gibi yankılanan kanat çırpışları içinde havalandılar. Johan gülümsedi: Son perdeyi hayvanlar bile selamlıyordu.
Yavaşça leopara doğru döndü.
Kedigil, bedeninin ağırlığım arkaya verdi Johan hayvanın kıvrık dudaklarım, tehdit eden dişlerini, kalkan ön ayaklarını fark etmedi. Hayvan yay gibi gerildi, ağzım açmıştı ve ona sunulmuş yiyeceğin, hareketsiz genç adamın bakışları çitin öbür tarafında kaybolup gitmişti.
Gözlerini okuduğu dergiden kaldırdı. Basit bir refleks. Uyanan bir duygu, annelik içgüdüsü denen şey. Sebebi olmayan bir uyan. Bir gerekçeye, bir nedene gerek yoktu, her zaman aniden bastıran bu tehlike işaretlerine tepki vermişti ve her zaman da rastlantıyı ve tehlikeyi, kim olursa olsun, hiç kimsenin önceden sezemeyeceği düşüncesinden güç almıştı.
Dergiyi elinden bıraktı ve kalktı.
Birkaç adım atarak bir çocuk grubuna yaklaştı. Yirmi, belki de otuz çocuk vardı; kızının orada olmadığını anlaması için gruba bir göz atması yetti. Ve yüreğinin küt küt atması için; bir kez daha hiç gerek yokken.
Bir uluma -hiçbir zaman unutamayacağı bir uluma yankılanıncaya, çocukların gülmelerini ve çığlıklarını sessizliğe indirgeyinceye, bahçenin dinginliğini ve öğle sonrasının huzurunu yok edinceye kadar.
Bütün yetişkinler banklarından kalktılar, hepsi… Anneler, babalar, o da. Saniye bile dolmadan aynı çılgın kalp ritmi. Biraz önce üşüdüğü için giymekte olduğu kazağım düşürdü; bütün bedenine bir ürperti gelmişti, tüyleri diken diken olmuştu. Hayvanat bahçesine doğru koşmaya başladı, belki onu belleğini hâlâ tırmalayıp duran çığlığın yankılanması yönlendiriyordu. Öteki ana babalar da onu izlediler. İkinci bir çığlık, daha kötü yankılandı. Kendilerinden geçen hayvanlar büyük bir gürültüyle sel gibi boşaldılar. Bahçedeki kuşlar dallarından uçtular, gökyüzünü kararttılar. Donmuş kalmış, yaşlı bir çifti itti. Çocuklar ağlamaya başladılar, hızla yanlarına gitti. Kafasında tek bir düşünce vardı; adımlan onu parmaklıklara yaklaştırdıkça belirginleşen bir görüntüyle kesintiye uğrayan bir düşünce.
Vahşi hayvanlar vardı orada; bitişmiş, birbirlerine yapışmış insanlar, ulumalar.
Yine kendi soluk alıp vermesini hissetti, tıkanıyordu, göğüs kafesinde kalbi çok şiddetli atıyordu. Kızım, dedi içinden. Kızım. Kalabalığı yardı ve boğazında düğümlenen ses çıktı sonunda.
“Rose!”
Çocuğunun adını bir kez daha haykırdı.
“Rose! ROSIE!”
İnsanlar duymuyorlardı onu sanki; tuzdan heykeller gibi donup kalmışlardı. Onları kuklalar gibi itti, bakışlarını takip etti ve umutsuzca san bir saç tutamı aradı… Bin çocuk içinde olsa bile tanıyabilirdi bu saçı… O sabah kendisinin seçtiği kelebekli eteği aradı, kızının Noel’den beri hiç üstünden inmediği bisikleti aradı. Sonunda onu gördü, parmaklığa yapışmıştı, üstüne atıldı.
“Rose! Her yerde seni anyorum!”
Onu sıkmak, azarlamak, hatta dövmek istedi… Öfke ve korku hissediyordu. Ama bunları yapmadı, sustu. Rose hiç cevap vermemişti. Belki hiçbir şey duymamıştı. Sonunda sarstı onu.
“Sana böyle seslenince ve her yerde çılgın gibi seni arayınca bana hemen cevap vermeni istiyorum, tamam mı? Rose, bak bana!”
Çocuğunun başım ellerinin arasına aldı: Sanki parmaklarının arasından müthiş bir soğukluk akıp gidiyor, kollarına doğru yükseliyor ve derinlerinde bir yerde donduruyordu onu. Çömeldi ve şaşkın kızına baktı: Çocuğun yüzü bembeyazdı, dışarı fırlamış gözleri bir yol açmaya çalışıyordu ve annesi artık görsel bir engelden başka bir şey değildi. Çocuğu kendine doğru çekti. Çocuk, çenesini annesinin boynuna koydu, ensesi taş, bedeni ağaç gibiydi. Genç kadın cevap beklemedi. Başını çevirdi ve yavaşça kalktı; gördükleriyle hipnotize olmuş gibiydi; emin olmamakla birlikte, gerçek olduğuna inanamamakla birlikte.
Şimdi parmaklıkların karşısındaydı. Çevresindeki âdeta felç olmuş öteki ana babaların yaptıklarını yaptı elinde olmadan: Arkasındaki çocuğu kavrayarak bacaklarına doğru çekti. Manzaraya bir perde çekmek, dehşete karşı bir siper oluşturmak için.
Perdenin öbür tarafında, çeliklerin, demirlerin öbür tarafında, gerçekdışı bir dünyada bir adam vardı. Yatmıştı. Ve aslanlar, kaplanlar, panterler. Çok fazla tahrik olmuşlardı. Ve kan. Ve et, et parçalan, yine kan. Kadın sahneyi art arda gelen parçalara böldü ve aralarında bir bağlantı kuramadı; herhangi bir bağlantı olabileceği düşüncesine katlanamıyordu. Gözleri bir hayvandan bir giysi parçasına, kan bulaşmış bir kayadan bir yüze gidiyordu. Olamaz, diye mırıldandı bir solukta.
Adamın yüzü dayanılmaz gerçekliğin içine attı onu, kanı çekildi. Adamın açık ağzı, boğazında düğümlenmiş, kargaşa içinde duyulmayan haykırışı, yuvarladığı gözleri -kanlı, donuk mavi-, kopacak gibi duran boyun kasları.
Görüntüler çığ gibi aktı, korku filmi gibi. Parçalayan çeneler, bir bacağa saldıran başka çeneler, direnen tendonlar -bir insan bacağı, Tanrım!-, parçalanmış göğüs, kanlı ağızlar, kızıllaşmış tüyler.
Ve acı dolu, henüz bilinçli bir bakış… Kalabalık içinde bir şey arar gibi bir bakış.
Kafasında bir uğultu vardı, titriyor, midesi geriliyor, kulakları acı veriyor, başı dönüyor… Dehşete düşmüş, ağzı açık çocuğunu kucağına alıyor. Sonunda kulağım tırmalayan şeyin ne olduğunu anlıyor… Çocukların, kadınların, erkeklerin çığlıkları, kendi kızının hiç kesilmeyen çığlığı.
Therese Jamin kendisinin dışında.
Sözcüğün gerçek anlamında.
Kendisinin dışında, önünde duran ve içi dışına çevrilmiş lateks eldiven gibi altüst olmuş. Akıp giden saatler içinde geri dönüyor. Çevresine bakınıyor, inanamıyor, kuşkulanıyor. Tek başına.
Dün ışıl ışıldı. Kocasının yanında yatarken mutluydu, her zamankinden daha zevkli sevişmişlerdi; ilk günkü gibi, ilk günlerin tadında. Hatta şaşırtmıştı bu Therese’i ve çok da mutlu etmişti. Duyabileceği bütün zevki duymuştu, hiçbir eksiklik hissetmiyordu. Sonra Johan’ın ıslak koynunda uyumuştu. Dün, sevdiği erkekle geçirdiği gecenin son zevk gecesi olduğunu bilse, beynine üşüşecek olan soruları sormamıştı… Ne tür sorular, lanet olsun, ne tür sorular? Nasıl cevap verebilirdi bu sorulara? Bu buz gibi salonda yaşamakta olduğu inanılmaz sahneye eklenen önceki günün anılan… Gülmek geldi içinden ve arzusu zar zor duyulabilen bir iniltiyle boğazında kaldı. Sorular: Tonla soru belirlemişti geçmişle ilgili, ona rastladığı andan itibaren olanlarla ilgili.
Yanaşan o olmuştu. Sosyoloji dersinin tam ortasında ve gözlerini kendisine doğru dikerek bütün anfiyi kat etmişti. Orta Afrika ilkel kabilelerinin ölümle ilgili tutum ve davranışlarını inceliyordu. Kendisiyse bu fakültede hâlâ ne aradığını sorup duruyordu, kafası kanşıktı. Hayatını bir oyun yapmak istiyordu ve ailesi bütün idealist kuşaklarda görülen argümanı çıkardılar kızlarının karşısına: “Önce okul, kızım, önce ciddi bir öğrenim.” Johan onu resmen iterek yanma oturmuştu ve hayvanların tehlike durumlarındaki refleksleri üstüne bir nutuk atmaya başlamıştı. O duraksamıştı: Aslında belki bir doçent kadar sıkıcı ve bıktırıcıydı ama hafif kekelemesiyle çekici olabiliyordu ve anlattıklarını pek dinlemeden boynunun altına, bir erkekte en fazla öpmek istediği yer olan göğüs kemiğinin üstündeki o çukura yoğunlaşmıştı. Sonunda sessizce dersten çıkmış ve kahve içmeye gitmişlerdi; bu kahve kısa sürede akşam yemeğine dönüşmüştü.
Johan mutfakta acemiydi ve evi bir savaş alanım andırıyordu. Tatlıdan önce -iki kaşıkla birlikte çikolatalı Danette, şaşmaz numara- tuvalete gitme riskini almıştı. Kesinlikle sevişecekti düşün bir, çikolatalı Danette, öğrenci yaşamının en açık, en çekici işareti! ve öncesinde şu ya da bu bahaneyle tuvalete gitmesi gerekti. Bunun için yatak odasından geçmişti. Şaşırmıştı; odaya neredeyse askerî bir düzen ve temizlik egemendi, ütülenmiş çarşaflar bir gitarın telleri gibi dümdüzdü, yastık kılıflarıyla uyumlu yatak örtüsü özenle katlanmıştı ve iki eteğinin motiflerinin uyumunun bozulmamasma dikkat edilmişti. Bu odada her şeyden öyle bir temizlik kokusu yayılıyordu ki bir çamaşırcı kadına aşağılık kompleksi verebilirdi. Ama onu orada kalmak zorunda bırakan duvarlar oldu, yavaşça çevresinde döndü ve şaşırtıcı resimlere bakmaya başladı. İçinden geldiği gibi gülmeye başlamıştı; Johan’ın donuk bakışlarını görünce durdu. Johan kıpkırmızıydı, her şeyi içine atmıştı sanki.
“Kedileri sevmiyor musun?” diye sordu Johan.
“Senin kadar değil,” diye karşılık verdi.
Sayısız posterden birine yaklaştı. Yavru kediler, yumak, sepet… her şey vardı.
“Bu… şahane,” dedi sonunda, pek inandırıcı olmadan.
“Kedileri seviyorum,” dedi Johan. “Bana çok şey ifade ediyorlar.”
Bu sözcükler ders anlatır gibi çıkmıştı ağzından. O anda yalnızdı. Theresa ona baktı, mekanik üslubu genç kadını şaşırtmıştı. Dudaklar kımıldıyordu, ama o bir şey duymuyordu. Genç adamın sert görünümü, tuhaf bir biçimde mırıldanması, bakışlarını kaçırması onu endişelendirdi. Gözlerini yere çevirdi, parmaklarının hareketlerine takıldı:
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKorku
- Sayfa Sayısı536
- YazarThierry Serfaty
- Çevirmenİsmail Yerguz
- ISBN6055289331
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Biz Hep Şatoda Yaşadık ~ Shirley Jackson
Biz Hep Şatoda Yaşadık
Shirley Jackson
Dünyadan gizlenerek yaşayan iki kız kardeş ve gölgesini geçmişten bugüne, onların üzerine düşüren gizemli bir olay… Usta yazar Shirley Jackson, bu kısa ve mücevher...
- Kırmızı Kazak ~ Glenn Beck
Kırmızı Kazak
Glenn Beck
Yeni yılda “sen”in sizi bir Kırmızı Kazak’la mutlu etmesini diliyor… “Hangi dilde olursa olsun en baskın kelime ‘ben’dir. Bu kelime kendi içinde tüm yaratıcı...
- Aile İçi Cinayet ~ Cara Hunter
Aile İçi Cinayet
Cara Hunter
3 Ekim 2003’te, Londra’nın kalburüstü bir semtindeki lüks bir malikânede cesedi buluna Luke Ryder, ardında zengin ve dul bir eş, üç de üvey çocuk...