Bu kitap 1935 yılında Almanya’da Yahudi bir ailenin evinde doğan özel bir köpeğin ağzından kahramanlığın ve hayatta kalmanın, korkusuz bir dostluğun ve sadakatin öyküsüdür. Kararları insanların verdiği bir dünyada köpek olmak kolay değildir. Hele de Tanrı’dan kemik dolu bir mama kabı yerine bilge bir köpek olmayı ve insanların dilinden anlamayı dileyen bir köpek olmak. Soykırım’a tanıklık eden Koreş’in anılarını okurken bir köpeğin gözünden sevgiyi ve korkuyu huzuru ve zulmü hissedeceksiniz.
***
WAWA’ya,
Varlığımın ışıltısı, ruhumun dibi, gözyaşlarımın tuzu, kanım, Bana “Tek oğlunu al… ” ayetinin anlamını öğrettin.
*
Kardeşlerim beni her halimle gördü,
Pis, kirli, hırpalanmış, dövülmüş,
Dolanan Yahudi, saçılmış yaprak,
Kamçıdan, tekmeden kaçan.
ÖNSÖZ
Kendimi bildim bileli anadan doğma çıplak dolaşırım. Annemin karnından çıplak çıktım, tüm hayatım boyunca dünyada çıplak yürüdüm. Teşhirci değilim, tam tersi; hayat bana çoğunlukla mütevazı olmayı öğretti. Ben sadece hayatımı farklı ilkelere uyarak yaşıyorum. Cahil veya dar ufuklu olduğum düşünülecek belki, ama olsun, kabul ediyorum, okuma yazma bilmiyorum. Bir kitaba bakmanın bana ne gibi bir yararı olacağını anlayamıyorum. Peki beni ne ilgilendirir? Yemek! Her şeyden önce yiyecek! Bunun dışında karşı cinsin üyeleriyle de ilgilendiğimi inkâr etmeyeceğim, ancak maalesef bu alanda büyük fetihler gerçekleştirdiğimi söyleyemem. Sadece bir tane ciddi ilişkim oldu. Benim gözümde güzeldi. Adı Margo’ydu, feminist bir tepkiyle bacaklarını tıraş etmiyor olması güzelliğinden hiçbir şey azaltmıyordu. Sık sık beraber geçirdiğimiz son geceyi düşünüyorum… Evsiz, ayaz, o kahrolası gecede aşkın şehveti bile beni ısıtmaya yetmemişti… Ta ki siyah kıyafetliler gelene kadar… Acaba onu ilaçlamayı da başardılar mı?…
Her halükârda, Margo’ya karşı hâlâ hissettiğim derin duygulara rağmen başkalarına baktığımı inkâr etmeyeceğim. Bence arada sırada başkalarıyla öylesine seks aşağılayıcı bir şey değil. Hayatın bir parçası bu, tıpkı evde her gün cömertçe sunulan bol miktarda yemeğin yol kenarında yalanıp yutulacak yiyeceklerin yerine geçmemesi gibi. Evet, yemek. Yemek ve yine yemek. Yemek hayatta şüphesiz en önemli şey. Acımdan midemin kazındığı dönemlerin olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde. Sosis derilerinin bana hazine gibi gözüktüğü aylar geçirdim. Sadece patates yiyerek hayatta kaldığım ve her küflü ekmek parçasının gözümde et soslu leziz yemekler kadar değerli olduğu haftalar geçti. Bazen açlığı kandırmak için tahta parçaları ve kösele çiğnerdim. Buna rağmen, aklımın aldığı kadarıyla yemek saplantımı aç kaldığım dönemlere yormak yanlış olur. Yemek en önemli şeydir; bu gerçek bilincime ta başından beri yerleşti.
Tek ebeveynli bir ailede doğdum ve büyüdüm. O zamanlar bu konudaki bilinç henüz gelişmemişti ve bu konumdaki ailelere özel haklar verilmez veya yardım edilmezdi. Fedakâr annem bu durumda bana tek başına bakmak zorunda kaldı. Hiç Oedipus kompleksim olmadı. Babama zarar vermek aklımdan bile geçmedi çünkü babamı hiç tanımadım. Annem ondan, en azından ben ortalıktayken, hiç bahsetmezdi. Az sayıda dedikodu ve söylentiden anladığım kadarıyla babam isimsiz bir “kadın avcısıydı”. Benim görüntüme bakılırsa kahverengi gözleri, büyük ve tüylü kulakları vardı. Annemin kendi soylu geçmişine rağmen babamı seçmiş olması garip.
Bir çocuğun anne babasının mahrem anlarını düşünmesi yakışık almasa da durumu hayal etmeden duramıyorum. Annem kaçıp çalılıklar arasında sevdiğinin kendisini beklediği gizli yere gidiyor. Fazla romantizme vakitleri olmuyor ve masum bir tohum olan ben fazla beklemeden annemin yumurtalarını döllemek üzere yola çıkıyorum. Sevgililer arasında geçen bu kısacık süre, benim doğmama, sonra da daha önce duymadığınız tarzda, tüyler ürpertici çileler yaşamama neden olacaktı. İnanın bana, tüylerin diken diken olması konusunda herkesten çok fazla şey biliyorum.
Evde doğmuşum. Bu, o zamanlarda olağan bir durumdu. Sekiz günlük olduğumda sünnet edilmedim, bundan da üzüntü duymuyorum. En az üç erkek kardeşim ve bir kız kardeşim vardı. Bir gün onlarla karşılaşırsam büyük ihtimalle tanımam bile. Acaba hangileri hâlâ hayatta ve ne yapıyorlar? Kayıp akrabaların arandığı radyo programında adlarını bir kere bile duymadım.
Benden sadece birkaç dakika büyük olan en büyük ağabeyim sessizce arkamdan gelip bacaklarımı çekerek beni sırtüstü düşürmeyi severdi. Bu hareketi ona sonsuz zevk verirdi. Ondan korkardım, çünkü benden daha güçlüydü ve ben de onun bu davranışını oyun olarak görüyormuşum gibi yapardım. Kaçmanın bir anlamı yoktu, benden daha hızlıydı. Bazen annemden ağabeyimin dizginlerini çekmesini isterdim ama o ağabeyimin bana yaptığı işkencelere ana merhametiyle bakar ve karışmazdı. Bana sürekli bu oyunların yararlı olduğunu söylerdi.
Hayat bir mücadele – hayatta kalmayı öğrenmek gerekir.
“Göreceksin,” derdi, “ağabeyin alındığında onu özleyeceksin.”
O daha sözlerini bitirmeye kalmadan ağabeyim arkamdan sessizce yaklaşır ve beni yere yapıştırırdı. Yerlerin halı kaplı olmasına rağmen tüm vücudum yeni yara, çürük ve darbe izleriyle dolardı. Eğitim konusuna yaklaşımını belki değiştirir umuduyla yattığım yerden anneme hüzünle bakardım. Ama nafile. Büyük oğlunun davranışını sadece muziplik olarak gördüğü ve karışmaya hiç niyetinin olmadığı belliydi.
Tüm eksikliklerini anne babasının hatalarına bağlayan biri olduğumun düşünülmesini istemiyorum ama annem hiçbir zaman bezimi değiştirmedi, yatmadan önce bana hiç hikâye okumadı ve süt dişlerim düştüğünde yatağımın altına para koymadı. Başka ne beklenirdi ki zaten, ben doğduktan sonra plasentasını yemişti. Annem benden alt tarafı iki buçuk yaş büyüktü.
1
Bu dünyadaki ilk günlerimden beri biliyordum, ben çok özel bir köpek yavrusuydum. Bu konuda fikrim hiç değişmedi. Beni diğer köpeklerden farklı kılan çok şey var. Bunlardan en önemlisi, her iyi şeyin sona ereceğini ve bu sonun beklenenden çok daha yakın olduğunu anlamam. Güvenle sahiplerinin eteklerinin altına yanaşıp inançla rahata alışkın karınlarını sağa sola çevirenleri kıskanıyorum. Ben öyle değilim. İçimde bir şeyler sürekli hazır olda. Kendimi bir an yumuşak bir okşayışa bıraksam bile, köşeyi döndüğümde beni bekleyen bir felakete karşı hep hazırlıklı olacağım. Kendimi hep tehdit altında hissetmemin ve uyanıklığımın çaresi yok. Geçici şeylerin sürekli var olacağı bilinci benim Yahudi benliğimin temeli.
Geçici olanı tanıma yeteneği, gelişmiş bir zaman anlayışının ürünü. Zaman bilinci bende daha beşikte olgunlaştı. Daha annemin rahminde gizliyken, beyin dokusunun parçaları dâhiyane bir molekül dansıyla çarpışırken, plasentanın içindeki varlığımın sonunun geleceğini anlamıştım. İçerideki sıkışıklık ve kalabalık fazla tereddüde yer vermiyordu, o anki durum yerini yeni bir duruma bırakmak zorundaydı.
Sıkışıklık sinir bozucu ve rahatsızlık vericiydi; buna rağmen gençliğin verdiği iyimserlik bardağın dolu yarısını aramama neden oluyordu. Rahmin içindeki zorlu haftaların avantajları da vardı. Bunların en barizi sürekli yemek peşinde koşmak zorunda kalmamamızdı. Bu da düşüncelere bol zaman bırakıyordu. Dışarıdaki dünyadan gelen yankılar var olduğumuz balonun içine sızıyordu. ilkin, biraz boğuk da olsa, hayatın sonsuz döngüsünü fark ettim, gürültülü geçen saatlerin arkasından gelen sessiz saatler. Hummalı saatlerin arkasından gelen tamamen hareketsiz saatler. Beslenme saatleri ve sindirim saatleri. Zor bir soruyla karşı karşıya kaldım: Şu anki varoluşumu başka bir varoluşla değiştirmeye değer mi? Kalbimden geçen cevap hayırdı. Hangimiz tanıdığımız kötüyü bilinmeyene tercih etmeye meyilli değil ki?
Kardeşlerim ve ben yavaş yavaş kilo aldık. Sıkışıklık hareket etme kabiliyetimizi sınırlıyordu. Oluşmakta olan hayat, kuyruk kökünde ve henüz olgunlaşmamış pençelerde kendine yaşayacak yer kapmaya çalışıyordu. Rahmin duvarları artık basınca dayanamayınca, henüz toy olan cenin beynim verilen hükmü kabul etti: istesem de istemesem de doğacağım ve istesem de istemesem de yaşayacağım.
Doğum süreci nasıldı? Kabul edilen klişeye göre doğmak inanılmaz bir tecrübedir ve herkesin en az bir kere doğması tavsiye edilir. Gerçekten de bir kere doğdum ama ölümün eşiğine geldiğim anları saymaktan uzun süre önce vazgeçtim. Sürekli hayatta kalmayı başarmam da Yahudi benliğimin temellerinden biri.
Bugün, bir düzine yılın verdiği bilgelikle geriye baktığımda, doğumumu bir berraklaşma olarak görüyorum. Doğumun kendisi salyalı bir vıcıklıkla dolu olsa da neredeyse ilk andan itibaren harika bir berraklık hissettim. Rahimdeyken uzaktan gelen boğuk yankılar halinde duyduğum sesler keskinleşti ve beni sabırsızlıkla beklediğini düşündüğüm dünyanın zenginliklerini kulaklarıma ulaştırdı. Seslerin harika keskinliği bir anda, rahimde yüzdüğüm haftalarda tahmin ettiklerimi onayladı. Kardeşlerim ve ben dünyada yalnız değildik.
Halının dokusu, altındaki zeminin soğukluğu, vücutlarımızın sürekli hareketleri sırasında bana değen kardeşlerim, birden yüz katına çıkan hareket özgürlüğü, körlemesine annemin göğsünü aramamız ve dünyadaki sayısız ses tereddüde yer bırakmıyordu: Doğmak muhteşem bir tecrübeydi. Bu tecrübenin doruğu da ilk koku alma deneyimiydi. Kokular akınının her bir bileşenini ayırt etmeyi öğrenmem zaman aldı. Burnumdan içeri giren her nefeste gizli bilgiler saklıydı. Sonsuz bir kokular çeşnisi; temizlik maddeleri, çiftleşme döneminin kızgınlık kokuları, tütün, yanık benzin, insanoğul-larının ayakkabılarını boyadıkları yağlı kremler, vücut kokuları, kesilmiş çim, duman ve yemek. Evet, yemek. Yemeğin kokusu, yiyeceğe duyulan arzunun başlangıcını haber veriyordu. Başımla diğerlerini iterek annemin hayat veren meme uçlarına doğru kendime yol açtım. Bu, varoluş savaşının başlangıcıydı.
Evet, bebeklik döneminden anılarımda bolca çatışma ve itişme var. Yiyecek azdı ve diğerlerini itmeyen, günlük öğününden yoksun kalırdı. Kardeşlerim ve ben yemeğimizi yedikten sonra hemen barışırdık. Birbirimize kin gütmezdik. Aramızdaki öfke hemen yok olurdu ve arkadaşça oynamaya başlardık. İçimizde yemek için verdiğimiz mücadeleden geriye olumsuz duygular kalmazdı.
“Anne, anne, gel!” diye bağırdı Ruhale heyecanla, “Bruria yavruladı. Altı tane!”
Herşel ve Yeoşua da aceleyle annelerini çağırarak gelip bu mucizeyi görmesini istediler.
Herşel, Yeoşua ve Ruhale’nin heyecanlı bağırışları insanoğlunun dilinde duyduğum ilk kelimeler, ilk seslerdi. Kesinlikle geçmişi yeniden yazmak gibi bir niyetim yok ancak o anda içinde bulunduğum durumun, yani yaşamanın, ilk duyduğum seslerin sahipleri olan çocuklarla sıkı bir ilişkisinin olduğu belliydi. Gözlerim henüz kapalıydı ancak bu gerçeği kolayca görüyordum.
İnsanın kendine güvenen sesi ve kokusu bana gücün sahibinin o olduğunu öğretti. İnsanoğlunun hâkimiyet kokusu o kadar mutlaktı ki insanlarla köpeklerin aynı yaratıklar olmadıkları düşüncesi aklımda ilk o zaman doğdu. Otoriter bir koku yayan bu varlıklardan çıkan sesler ta o zaman bilincimde yeşermeye başlayan varsayımın günler geçtikçe belirgin bir düşünce olarak yerleşmesine katkıda bulundular: Köpekler ve insanlar aynı değiller.
İnsanoğlunun konuştuğu dili anlama tutkusuyla doldum. O günlerde daha annemin havlamalarının anlamını bile henüz çözemiyor, ancak bu havlamalarda belirli bir düzen ve mantık olduğunu hissediyordum. Çocukların söylediklerini bu aşamada neredeyse hiç anlamıyordum. Konuşmalarını dinlemek kelime hazineme hiçbir katkıda bulunmuyordu çünkü bu konuşmalar genellikle delişmendi ve yanlış söylemlerle doluydu.
Buna rağmen vazgeçmedim. İnsanoğlunun dilinde belli bir düzen varsa, ben bu düzeni çözecektim. Şeref sözü verdim, bilgiye susuzluğum en az yemeğe açlığım kadardı.
Kısa bir süre geçmeden ilk üç kelimemi öğrenmiştim. Kelime hazinemdeki ilk üç akçeydi bunlar. Bu kelime hazinesi-nin o günlerden beri etkileyici bir hızla genişlediğini gururla söyleyebilirim. İlk üç kelimemin mealleri benzerdi, aralarındaki farkı görmekte zorlanıyordum. Bu kelimeler, “Iyy”, “Pis” ve “ Gevalt”* idi. Üçü de şikâyetçi bir ses tonuyla söyleniyordu ve mesanemin mutfakta boşalmasının verdiği rahatlık hissiyle yakından alakası vardı.
Bu aşamada “mutfak” sık sık sarhoş edici kokular yayan pınarın gizemli ve büyülü adıydı. Gün boyunca annemin bulunduğu yerden kalkıp iştah uyandırıcı kokuların kaynağına doğru sendelerdim. Mutfaktan gelen kokular, özellikle de Şoşana’nın arkadaşı Marta gelip beraber yemek yaptıklarında, bende leziz bir karmaşaya yol açıyordu. Şoşa-na’nın ihtişamlı yiyeceklerinin kokularını ciddi bir dikkatle içime çekerdim.
Her halükârda, azarlandıktan sonra bile idrarımı mutfağın aynı köşesine bırakırdım. Ancak zamanla rahatlama hissine suçluluk ve utanç duyguları da eklendi. Bacaklarının kendisini yeniden suç mahalline götürdüğü bir suçlu gibi hissederdim. Sonradan “Hayır” da kelime dağarcığıma eklendi. Daha sonraları adının “halı” olduğunu öğrendiğim şeyi her çiğneyişimde ve insanların oturduğu ve “koltuk” adı verildiğini öğreneceğim oturaklara patilerimi koyduğumda bu “Hayır” kelimesi sık sık kullanılıyordu.
Kelime dağarcığımı genişletmek benim açımdan en önemli vazifeydi. ilk günlerimde, henüz etrafımda olup biteni tam olarak anlayamazken, insanların ağızlarından çıkan her şeyi dinleyip her söyleneni aklımda tutmaya çalışıyordum. Anlamlarını bilmememe rağmen belleğime kazınan birçok cümle daha sonraları hafızamdan sanki bir oltayla çıkarıldı ve açıklık kazandı. Keskin, dışarı bir damla bile sızdırmayan bir hafızam olduğu için şanslıydım. Gelişmiş hafızamı, “Unutmayacaksın” emrini, damarlarımda akan Yahudi kanına bağlıyorum.
Kelime hazinemde daha en fazla on kelime bulunurken bile sözlerin melodisinden ve konuşan kişinin kokusundan genel olarak neden bahsedildiğini anlıyordum.
ilk kez birilerinin geriye doğru sıçrayıp bağırdığını görmem, utanarak söylüyorum, üzerimde bir kenenin bulunmasının sonucuydu.
————
* Yidiş — Eyvah anlamında.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fabl Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKoreş
- Sayfa Sayısı240
- YazarAsher Kravitz
- ÇevirmenNita Kurrant
- ISBN9786058753921
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviKoton Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Köprünün Öte Yanı ~ Mary Lawson
Köprünün Öte Yanı
Mary Lawson
“Büyük mutlulukları ve hüzünleri çağrıştırıyor.” Times Böyle bir kaybın acısından sonra artık hiçbir şeyin onun için önemli olmayacağını zannederdiniz ama besbelli ki işler hiç...
- Anton’un Maceraları: Arkadaş Canlısı ~ Meike Haberstock
Anton’un Maceraları: Arkadaş Canlısı
Meike Haberstock
Ortalık oldu yine sütliman Zaman alır dost dediğini bulman Bir kere bulduğunu bile sansan En çok iki saat yanında durur, inan! Gerçek arkadaşlar hep...
- Kayıp ~ Harlan Coben
Kayıp
Harlan Coben
“Heyecan verici bir Myron Bolitar hikâyesi.” -Borders “Bolitar severler, hikâyenin her anında kahramanlarına hayran kalacaklar.” -Publishers Weekly “Harlan Coben, bağımlılık yapıcı gerilim romanlarını yazmakta...