Kızını kurban veren bir babanın haykırışını elinizde tutuyorsunuz.
“Körebe, Kelebeğim Münevver’in Ardından…” aslında kelimelerin yetersiz kaldığı elim bir cinayetin ardında ve öncesinde yaşananları anlatıyor.
Kitap, bir babanın kendiyle ve dünyayla hesaplaşmasını anlatmıyor sadece, masum bir kızın nasıl yok edildiğini, bir katilin nasıl saklandığını ve hukuki savaşları inceliyor tek tek.
Kimi gün Meclis koridorlarına, kimi gün Adli Tıp’a, kimi gün holding kapısında kimi gün de cinayet mahalline uzanan sıkıntılı bir süreçten arta kalanlar, acı ve mantığın birbirine karışmasıyla yazıldı.
Çıldırtan kaçma-kovalamacanın ardından yaşananlara, rant kavgalarına ve adaletin vuku bulduğu Adliye koridorlarındaki kıyasıya mücadeleye tanık olacaksınız.
Basından tanıdığınız belki acıyarak baktığınız, belki sıkılıp sinirlendiğiniz Süreyya Karabulut yazdı kitabı, itirafları, bozgunları, hezeyanları ama hepsinden önemlisi apaçık ve dolaysız kendisi var bu kitapta.
İtibarsızlaştırılmaya çalışılan masum bir kızın, Münevver’in karakterini, sadece babasının anlatımıyla değil günlüklerinden, internet yazışmalarından ve arkadaşlarının anlatımlarından keşfedeceksiniz. Bir cinayetin kurbanı değil, hayata tutunan, eğitimine önem veren, giyinmeyi seven, naif, saygılı, heyecanlı bir genç kızı tanıyacaksınız. Onun bir insan olduğunu hatırlayıp ruhuna dokunacaksınız.
Zor bir kitap ”Körebe” zor olduğu kadar öğretici de… Nasıl anne-baba olmalıyız fikrini sorgulayacağınız ve yaşama dair büyük bir tecrübe edineceğiniz, evet dramatik ama gerçek bir kitap. Hepsi yaşandı, hepsi sorgulandı, hepsi deneyimlendi.
Sadece yaşayarak öğrenilmez ya herkese ibret olsun diye yazıldı. Gerisi teferruat…
Süreyya Karabulut, ”Körebe” kitabının geliriyle bir okul yapılmasını planlanıyor. Arazisi Bolu Belediyesi Gökçesu beldesi tarafından tahsis edildi, projeleri yapıldı. Her şey hazır. Belki olur belki olmaz…
Şimdi hep beraber bir yola çıktık.
Bir tuğla bir harf. Bir harf bir yaşam… Eğitime adanmış bir yaşam…
***
İçindekiler
Önsöz …. 7
BİRİNCİ BÖLÜM
Kara Günlerin Başlangıcı …. 11
Münevver’imin Son Yolculuğu …. 34
Herkes Gizlenenleri Öğreniyor …. 41
Münevversiz Evimize Dönüş …. 52
Etiler’deki Malum Sokak …. 59
Enver’le İlk Gecemiz, Hep Beraberiz, Ya Münevver…
Güzel Kelebeğim …. 63
Kameraların Karanlık Işıltısıyla Karşılaşma …. 66
Patrikhane’ye Dönüş …. 72
Hukuki Süreç Başladı… Avukat Arayışı: Gelenler ve Gidenler …. 74
Kızımıza Sahip Çıksaymışız …. 80
Cem’in Yakalanması için Ankara Hareketleniyor …. 105
Yeni Ev, Karmakarışık Duygular …. 107
Uğursuz Eve Gidiş …. 110
Günlerce Konuşulan ve Herkesi Duygulandıran Klip …. 113
Anneler Günü …. 115
Adli Tıp Skandalı …. 126
Bitmeyen Telefonlar …. 131
Vali Güler Bana Sitem Ediyor …. 134
Araştırmalar Sürüyor …. 136
Karne Günü …. 141
Babalar Günü …. 143
Adli Tıp’taki Büyük Skandal …. 145
Skandallar, Skandallar, Skandallar …. 155
”Karabulut” Filmi …. 158
Ankara …. 159
Hızlı Ağustos… Yoksa Sona mı Yaklaşıyoruz …. 180
Herkesin Kimyasını Bozan Cemil Baran Meselesi …. 205
Hayyam Garipoğlu’yla Bir Kez Daha Karşı Karşıyayız …. 216
Basını Çalkalayan “Testere” Eylemi …. 220
Bir Dosttan Eleştiri… Fatih Altaylı Olayları Yorumluyor …. 225
Can Dündar’dan Süreci Değerlendiren Kıymetli Bir Yazı …. 228
Mesut Yar’dan Sağduyulu Bir Yazı …. 231
Evet, Galiba Sona Yaklaşıyoruz …. 233
Nihayet Cem Yakalandı 17 Eylül 2009 197 Günü Devirdik …. 242
Münevver’siz İlk Bayramımız …. 248
İKİNCİ BÖLÜM
Deniz Hoca …. 290
Ve O Kara Gün …. 306
Cem’e Dair …. 310
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ayfer Garipoğlu ile Görüşme …. 315
Tülay Garipoğlu ile Görüşme …. 321
Ve Mahkeme Süreci …. 324
Avukatım Rezan Epözdemir’in Davamızla İlgili Yorumu …. 339
Ceza Verildikten Sonra Münevverin Mezarına Ziyaret …. 346
Son Söz ve Teşekkür …. 349
ÖNSÖZ
Sizin hiç canınızdan can alındı mı? Benim alındı. Ne yazık ki canım alındı…
Soğuk ve karanlık bir mart akşamında seneler önce mutluluğu beklerken, seneler sonra kapkara bir döneme giriş yaptım. Siz de biliyorsunuz, kızım, ciğerparem, güzel meleğim, tatlı kelebeğim, naif Münevverimizin ailemizden koparılıp alınışını anlatacağım size.
Niye mi arılatıyorum? Şirin evlatlarınız elinizden alınmaması, hayatın ve sevdiğiniz insanların kopup gitmemesi için… Bizim yaşadığımız karardığa düşmeyin diye…
Hayatımın en kritik noktasından, yani o geceden başlayarak tek tek ve açık yüreklilikle anlatmaya çalışacağım size her şeyi.
Biliyorum bazen çok kızacaksınız bana, benim de kendime kızdığım gibi… Bazen de kalbiniz benimle atacak… Bu kitap benim, yani sıradan bir babanın feryadı, mücadelesi, haykırışı…
Sizin hiç canınızdan can alındı mı? Benim alındı. Ne yazık ki…
KARA GÜNLERİN BAŞLANGICI
O sabah, her zaman yaptığım gibi işe gitmeden önce usulca çocuklarımın odasına girdim. Saat yediydi. Münevver ve Enver henüz uyuyorlardı. Münevver’e gözüm takıldı, boynu bükük uyuyakalmıştı. İçimden ‘Allah kaza bela vermesin kızıma…’ diye dua edip sessizce ‘İşe gidiyorum hakkınızı helal edin’ deyip odadan çıktım.
Aşçıbaşıyım ben, o günlerde İstanbul Rum Patrikhanesi’nde çalışıyordum. Yaklaşık 120 kişilik yemeği hazırlamak ve rutin ihtiyaçları organize etmekle sorumluydum. Patrikhaneye doğra yola çıktığımda soğuk havayı iliklerime kadar hissettim. Bir taksiye binip de Patrikhane’ye gidene kadar yol boyu etrafı izledim. İçime bir sıkıntı düşmüştü. Anlayamıyordum, ama etkisi altına girmiştim. Patrikhane yarımdaki bir kafede her sabah yaptığımız üzere çay içerken de aynı ruh hali içindeydim. Genelde eğlenceli geçen kahvaltılarımız o gün benim için yavandı.
Saat sekizde bahçeyi geçip mutfağa doğru ilerlediğimde sabah koşuşturmasının içine daldıysam da kafam bilmediğim bir duyguyla meşguldü. Üzerimi değiştirip görev dağılımı yaptıktan sonra öğle yemeği hazırlığına giriştim. Mutfak kısmında beş kişi çalışıyorduk, kendi işlerimi yaparken de son derece dalgındım. Her işi bitirip bir köşeye oturduğumda her gün saat on ikide çalan çanla irkildim. Alışık olduğum bu sese tepki vermem Rafet ustanın dikkatini çekmişti. “Hayırdır abi, neyin var senin?” diye sordu.
Büyük kubbenin altındaki büyük camın ardından kafamı çevirip Rafet’e baktığımda, “Bilmiyorum Rafet, içimde bir sıkıntı var, çözemiyorum” dedim.
“Takma abi, olur bazen öyle..deyip bir çay getirdi bana.
Öğleden sonra saat ikide paydos ettiğimde Çağlayan’a arkadaşım Cevdet’in yanına gitmeye karar verdim. Bu kez taksiye binmek istemedim, montumun içine sığınıp yürümeye başladım. Cevdet’e uğrarsam biraz kafam dağılır diye düşünüyordum.
Öğleden sonra üç gibi Cevdet’in marangoz dükkanına varmıştım. Ruh halim normalin dışındaydı ve sanırım dışarıdan da anlaşılıyordu. Cevdet çayları söyledikten sonra neyim olduğunu sordu. Net bir şey yoktu, ben de bilmiyordum, havadan sudan işten güçten konuşurken arada dalıp gidiyordum. Cevdet beni arada sohbetin içine almaya çalışmasa sanırım öylece oturacaktım. Daha sonra konuştuğumuzda bana “O gün çok durgundun, üzerinde bir burukluk vardı, konuşman normale göre çok daha ağırdı. Bir şey mi biliyordun ya da hissettin mi?” diye sorduğunda, içimde artık yer eden acıyla “Bilseydim yerimde durur muydum, gider bulurdum kızımı…” demiştim. O gün ben çıktıktan sonra kardeşimi arayıp bana ne olduğunu sormuş, o derece hissediliyormuş. Bugün bile pek hatırlamıyorum neler konuştuğumuzu. Demek insan bir şekilde hissediyor günlerinin kararacağını.
Sıkıntım azalacağına giderek artıyordu, Cevdet’in yanına çıktığımda eve kadar yürümeye karar verdim, insan kalabalıklarını görüyor, ama görmüyordum, günün soğuğu ve karanlığı da içime işlemişti, tarif edilmez sıkıntıyla, renkli ışıkları gri sokaklara karıştırarak yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.
Akşam saat yedide eve vardığımda evde sadece eşim Nagihan vardı. Bir telaş ve sıkıntıyla, “Çocuklar nerede?” diye sordum. Enver Güngören’de dedesindeymiş. Münevver de için de “Ya dershaneden çıkmış anneannesine gitmiştir ya da birazdan eve gelir” dedi. Nagihan akşam yemeği için sofrayı hazırlarken ben de televizyon açtım, çocuklar eve girene kadar rahat edemeyecektim, biliyordum, ancak onları görürsem rahatlayacaktım. Dakikalar ilerledikçe Nagihan da ben de telaşlanmaya başladık. Eşim benim telefonumdan Münevveri aradı, ama cevap veren yoktu. Ardından Enver’i aradı Nagihan, “Anne merak etme ablam bana mesaj atmış, Beşiktaş’tayım diye” dediğinde yine de telaşımız tam olarak dinmemişti.
Nagihan bir şey söylemiyordu, ama onun balkon ve salon arasında mekik dokumasından gergin olduğunu anlayabiliyordum. Benim gözüm saatte, sıkıntıyla Münevver’i arayıp duruyordum. Çalıp da açılmayan telefon gerginliğimi artırıyordu.
Nagihan bir süre sonra sadece balkonda bekler olmuştu, saat dokuzu çoktan geçmişti, normalde en azından telefonla ulaşıyor olduğumuz Münevver’den ses yoktu. Bir babaysanız, çocuğunuz eve geç geldiğinde ya da telefona cevap vermediğinde aklınızdan binbir türlü fikrin dolandığını bilirsiniz. Zaten sıkıntılı olan ruh halim artık üst safihaya ulaşmıştı. Üstüne bir de elektrikler kesilince iyice elim ayağım kesildi. Evin içinde bir oraya bir buraya yürümeye başladım. Bu sırada Nagihan’ın sesini duydum, balkondan bililerine sesleniyordu. Münevver mi geldi acaba nihayet, diye düşünürken Nagihan’ın kapıya doğru hızlıca gittiğini gördüm, bir yandan bana “Birileri geldi, ‘Münevver Karabulutun evi burası mı, Nagihan Karabulut’u arıyoruz…” dediler, onlara kapıyı açmaya gidiyorum” diyerek koşturdu. Nagihan tezcanlıdır, bir çabukta kapıyı açmaya gitti.
Ben de aşağıdan gelen seslere kulak kabartmıştım. Sivil polislermiş, Nagihan’a “Münevver Karabulut’un evi burası mı? Biz Nagihan Karabulutu arıyoruz…” dediklerinde yüreğim hopladı. Kapının önüne yaklaşırlarken, Nagihan, “Siz Münevver’i niye anyorsunuz?” diye sordu.
“Münevver’in annesi sen misin?” diye sordu ve cevabı beklemeden ardından ekledi, “Kızım öldü mü?”
Bu sırada içeri girmişlerdi, konuşmaya devam ediyorlardı, polis “Sen nerden biliyorsun?” diye sorduğunda aslında ne demek istediğini de pek anlamamıştık.
Nagihan aceleyle “Ben bir şey bilmiyorum. Polis kızımın adıyla eve geliyor, neden gelsin? Eğer suçluysa gider kızımı arar. Niye benim evime geliyor? Mutlaka bir şey var…” dedi.
Beş altı polis birden eve ayakkabılarıyla girince, zaten zirvede olan sinirim kendini ortaya çıkardı. Şeker hastasıyım ben, öfkeme karşı koymam bu yüzden çok zor. O sırada en önemsiz mevzu bu olduğu halde duruma takılmış, polislere sertçe, “Hanım namaz kılıyor, beyler ayakkabıyla neden eve giriyorsunuz, çıkartın ayakkabınızı öyle girin!” dediğimde Nagihan bu kez bana kızdı, “Öyle girerse girsin…” dediğinde sustum, zaten polisler de ayakkabılarını çıkarıp kapı önüne koymuşlardı.
İçlerinden biri “Biz Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü cinayet masasından geliyoruz” dediğinde durakladım.
“Hayırdır inşallah ne oldu?” diye sordum.
Nagihan şaşkın şaşkın bakıyordu. Polis sözüne devam etti.
“Dört kişi kafede otururken arkadaşlar kavga etmişler. Bir bıçaklama olmuş, çocuk kalbinden yaralanmış” dediler. Bunun bizimle ne ilgisi vardı hala anlayamıyordum. “Çocuk hastanede yatıyor. Münevveri de kaçırdılar” dediklerinde kalakaldım.
O sırada Nagihan bir polisle Münevver’in odasına geçmişti. Nagihan’ın sonradan anlattığına göre, Münevver’in odasını sormuşlar, hanım da götürmüş. Odasında Münevver’in kitaplarına, resimlerine bakmışlar.
Mütevazı bir oda, iki yatak, iki çalışma masası ve çocuklarımın tatlı solukları var. Huzurdan başka neye gerek var ki zaten… Ne lüks eşyalar ruha şifadır ne de cepteki bol para. Kızımın kitapları, tatlı anılardan kalan resimler…
Polis sadece Münevverim halasıyla lunaparkta çekilmiş bir resmini kayda değer bulmuş olacak, kardeşimi gösterip, “Bu kim?” diye sormuş, “Halası” demiş Nagihan. Başka resimler aramış ama bulamamışlar. Polis sormaya devam etmiş, “Arkadaşı yok muydu?”, “Lisede okuyor, dershaneye gidiyor, bir sürü arkadaşı var tabii” dediğinde bu kez asıl soruyu sormuş polis. “Erkek arkadaşı yok muydu?” “Cem diye birisiyle görüşüyorlardı” dediğinde fotoğrafları görmek istemişler, bilgisayarda olduğunu söyleyince de bilgisayarın nerede olduğunu sormuş ve salona gelmişler.
Karanlıkta hep beraber ışıkların gelmesini beklerken ufak tefek sorularla içimizdeki ateş dindirilmeye çalışılıyordu. Elbette sonradan fark ettim, ama o anda da içimde bir yangın başladı. Yaklaşık yirmi dakika sonra elektrikler geldiğinde bilgisayarı açtı Nagihan.
İlk gördükleri resim üzerine polis, “Aaaaa işte bu çocuk!” dedi. Sonra başka bir polis, “Biz bunları görgü tanığı olarak arıyoruz, ama kaçmışlar, siz yerini biliyor musunuz, eve geldiler mi?” diye Nagihan’a sorduklarında, “Yok eve gelmedi, arıyorum telefonlara cevap vermiyor.” dedi.
Enver, Akay Koleji’nde okuduğu için zaman zaman dedesinin Güngören’deki evinde kalıyordu, çünkü okuluna yakındı. O akşam da kayınpederimde olduğunu bildiğimizden hemen Enver’i aradık, “Oğlum ablanı kaçırmışlar, acil eve gel!”
Polislere yardımcı olup işini kolaylaştırmak için Münevver’in yakın arkadaşını çağırdık, zaten evleri bize çok yakındı. Kızcağız polislere tek tek fotoğrafları gösteriyordu.
Enver yarım saat sonra taksiyle eve geldiğinde telaşlıydı. Polisler o sırada hala bilgisayarda inceleme yapıyorlardı. Enver’e bir resim gösterip, “Bunu tanıyor musun?” diye sorduklarında “Ablamın erkek arkadaşı Cem” dedi. Enver beni yanına çağırıp resmi gösterdi ve “Baba, bu Cem Garipoğlu” dedi. Birden soğuk bir duş etkisi yarattı bu bende, dondum kaldım, “Nerede oturduğunu biliyor musun?” diye sorduklarında “Bahçeşehir’de oturduğunu duymuştum” diye cevap verirken aceleyle tuvalete gittim, uzun uzun kustum. Yüreğim caz diye yandı.
Aklım artık sadece tek bir düşünceyle meşgul olmaya başladı: ‘Eyvah, kızımı el birliğiyle öldürdüler herhalde…’
Polisler araştırma yapmaya devam ederlerken aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı, biri tam konuşacak, bir şeyler söyleyecekti ki, bir diğeri eliyle sus işareti yaptı. Bir şeyler seziyorduk, ama konduramıyorduk.
Az sonra Enver ile polisler evden çıkıp gitti. Nereye ve niye gittiklerini bilmiyorduk. Enver’i aradığımızda Bahçeşehir’de Garipoğlu ailesinin villasına doğru gittiklerini öğrendik.
Ben evde bir oraya bir buraya dolanırken Münevverin büyük dayısını aradım, kısa zaman sonra büyük dayısı, ardından küçük dayısı geldi. Ne biliyorsam onlara da onu anlattım: “Münevver kaçırılmış.”
Gerçekliğine inanamadığım bir gerçeğin içindeydim. Karakola doğru yol alırken yerimde duramıyordum, Nişantaşı’ndan Beşiktaş’a gidene kadar sanki bir asır geçti. Halbuki İstanbul’da yaşayanlar bilir, o mesafe on dakikayı geçmez.
Gecenin tüm ağırlığı üzerime çökmüştü, Yıldız Parkı’nın alt tarafındaki karakolun bahçesine girer girmez bir basın ordusu gördüğümde şaşırdım. Hemen bir memur buldum, “Ben Münevver Karabulut’un babasıyım olay nedir?” diye sordum. “Beklemede kal, Savcı Faruk Erşen Yılmaz ilgileniyor, birazdan gelir, otur sen!” dediler. Peki dediysem de sakin değildim.
İnsanların konuşmalarını duyuyordum, “Kızı öldürmüşler!” diye konuşuyorlardı, sadece basın yoktu, halk da vardı. İyice gerildim, dizlerim titremeye başladı, bir terslik vardı ve bu Münevver’le ilgiliydi, artık emindim ama içimden ‘Ey Allah’ım bu benim kızım olamaz, inşallah olamaz’ diye dua ediyordum. İçim içime sığmıyordu, on beş dakika benim için uzayan saatlerdi.
Karakol amiri yanıma geldiğinde ayağa fırladım, “Etiler Karakolu’na geçelim” dedi.
“Benim kızım nerede, ben kızımı arıyorum” dedim.
“Kızın bizim elimizde merak etme” dedi.
Polis aracına bindik karakola gittik. Kendimi engellemeye çalışıyorsam da buz kesmiş ruhuma engel olamıyordum. Araç içindeki polislerin suratı düşüktü, çıt çıkmıyordu. Onlara baktığımda gözlerinin dolu dolu olduğunu görüyordum, Yine de bekliyordum, karakolda her şey ortaya çıkacaktı, kızımı görecektim belki de…
“Körebe – Kelebeğim Münevver’in Ardından” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat
- Kitap AdıKörebe - Kelebeğim Münevver'in Ardından
- Sayfa Sayısı352
- YazarSüreyya Karabulut
- ISBN9786054799329
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPOSTİGA YAYINLARI / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Anılardaki Adnan Saygun ~ Serhan Yedig
Anılardaki Adnan Saygun
Serhan Yedig
Nilüfer Saygun, eşinin birinci ölüm yıldönümünde Evin İlyasoğlu’yla yaptığı söyleşide Adnan Saygun’un unutulmasından yakınmıştı. 2011’in Mart – Eylül ayları arasında dostları, öğrencileri, yorumcularıyla yaptığım...
- Ötüken ~ Hacı İbrahim MUTLU
Ötüken
Hacı İbrahim MUTLU
-İYİLİK YOLUNDA MOĞOLİSTAN- At üzerinde dörtnala sonsuz bozkırda gidiyordu. Nereden geldiği ve nereye gideceği belli olmadan ama bunu da umursamayan bir çeri edasıyla. Sonra...
- İçimizde Bir Yer ~ Ahmet Altan
İçimizde Bir Yer
Ahmet Altan
Siz kendi duygularınızın kölesisiniz, herkes gibi. Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir aşk, bir öfke, çıldırtıcı...
İçim parçalandı bu kadarı bile yetti Allah sabır versin
Çok acı çok en çok etkilendiğim olay yazık ettiler güzel melek gibi münevvere