“Büyük mutlulukları ve hüzünleri çağrıştırıyor.”
Times
Böyle bir kaybın acısından sonra artık hiçbir şeyin onun için önemli olmayacağını zannederdiniz ama besbelli ki işler hiç de öyle yürümüyordu. Aksine şimdi her konuda korkuyla doluydu. Sanki sonunda kaderin korkunç gücünü, sinsiliğini, sırtını yaslayabileceğinden emin olduğun o tek şeyi nasıl da anında silip yok edebileceğini görmüştü ve artık sürekli omzunun üstünden arkaya bakıp duruyor, bir sonraki darbenin nereye inebileceğini anlamaya çalışıyordu.
Kanada’nın çağdaş edebiyattaki en önemli temsilcilerinden Mary Lawson’ın pek çok dile çevrilen ve Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen romanı Köprünün Öte Yanı, Kuzey Kanada’nın uçsuz bucaksız topraklarında iki kardeşin ve iki kuşağın hikâyesini anlatıyor. İkircikli kardeşlik ilişkileri, rekabet, saplantılı aşk ve karmakarışık duygular üzerine yalın ve zarif bir roman.
Giriş
Ta çocukken geçirdikleri bir yaz vardı: Arthur Dunn on üç- on dört, kardeşi Jake ise sekiz-dokuz yaşındaydı ve Jake bıçak dediği oyunu oynamak için sürekli Arthur’un başının etini yiyordu.
O günlerde Jake ’in geniş bir bıçak koleksiyonu vardı; düzinelerce parçadan oluşan fiyakalı İsveç çakılarından tutun da bir yüzünde kanın akacağı oluğu bulunan kocaman pürüzsüz av bıçağına varıncaya kadar, yok yoktu bu koleksiyonda. Oyu- nu av bıçağıyla oynuyorlardı çünkü Jake ’e göre en güzel atılan bıçak oydu. “Bir kerecik, olmaz mı?” derdi Jake, çiftlik avlusunda yalınayak bir oraya bir buraya hoplayıp zıplar, jonglör gibi bıçağı bir elinden öbür eline fırlatır, bıçak ucu aşağıya gelecek şekilde düşünmeye karar verirse de çabucak geri kaçarak. “Hadi ama, bir kere- cik. Bir dakika bile sürmez.” “Meşgulüm,” derdi Arthur, sonra da babası artık ona ne iş verdiyse onu yapmaya koyulurdu.
Yaz tatilindeydiler ve yapıla- cak işlerin ardı arkası kesilmiyordu ama yine de okula gitmekten iyiydi bu. “Hadiii,” derdi Jake, “hadi ama. Bayılacaksın bak. Çok güzel oyun. Hadi!” “Şu menteşeyi tamir etmem lazım.” Jake, bıçak oyununun kurallarını anlatmıştı. Delilikti doğru- su. İki metre mesafede, yüzünüz birbirinize dönük hazırolda duruyor, bıçağı sırayla atıp rakibinizin çıplak ayağına olabildiğince yakın bir yere saplamaya çalışıyordunuz.
Jake’in anlattığına göre yalınayak olmak mecburiydi, yoksa oyunun hiçbir anlamı kalmıyordu. Bıçak nereye düşerse, rakibiniz ayağını onun yanına çekiyordu. Bütün mesele azar azar, olabildiğince yavaş ilerlemesini sağlamaktı. Yani ne kadar çok atış, o kadar iyi. Hâlâ titreyen çelik bıçakla kardeşinizin ayağının kenarı arasında ne kadar az mesafe varsa, o kadar iyi. Çılgınlık.
Ama sonunda ikisinin de olacağını bal gibi bildiği şey oluyor, Jake mutlaka Arthur’u yorup pes ettiriyordu. Jake’in uzmanlık alanıydı bu – insanları yorup pes ettirmek. Sıcak bir temmuz akşamıydı, tarlalarda geçen uzun ve sıcak bir günün sonu. Arthur arka taraftaki basamakta boş boş oturuyordu ki bu her zaman hataydı. Jake köşede belirdi ve onu görünce gözleri parlamaya başladı.
Jake’in koyu mavi gözleri, onları çevreleyen beyaz tenli, üçgen biçimli bir yüzü ve buğday rengi saçları vardı. Sıska, saz gibi (annelerinin kullandığı sözcük “çelimsiz”di) ve şimdiden yakışıklıydı – büyüyünce olacağı kadar değil ama. Ondan beş yaş büyük olan Arthur ise iriyarı ve hantal- dı, düşük omuzları ve öküzlerinki gibi bir boynu vardı. Bıçak Jake’in yanındaydı tabii. Hep öyleydi; her şeye hazırlıklı olmak için hep üzerinde, özel kemer kopçasıyla, özel kınında taşırdı onu. Anında Arthur’a musallat oldu ve sonunda Arthur, bari bir an önce bitsin diye, pes etti. “Sadece bir kere, tamam mı?” dedi Arthur. “Bir kere. Şimdi bir kere oynarım ama sonra bir daha hiç oynayalım demeyeceksin. Söz ver.” “Tamam, tamam, söz! Hadi.”
Böylece o sıcak temmuz gecesinde, on üç ya da on dört yaşında –yani her halükârda böyle bir şey yapmaması gerekeceğini bilecek yaşta– Arthur, kendini kardeşinin toprağa çizdiği çizgi- nin arkasında durmuş, çıplak ve savunmasız ayaklarına bıçağın fırlatılmasını bekler buldu. Toprak sıcaktı, havadan daha sıcak, talk pudrası gibi de yumuşaktı. Her adım attığında ayak parmakları arasından kabarıp onları hayaletimsi bir soluk griye buluyordu. Arthur’un ayakları taraklı ve etliydi, ağır çiftlik çizmeleri giymekten de yer yer kızarmıştı. Jake’in ayakları ise uzun ince, narin ve mavi damarlıydı. Jake pek çiftlik çizmesi giymezdi. Annesine göre çiftlik işleri için henüz çok küçüktü, oysa Arthur o yaştayken çok küçük sayılmamıştı.
İlk atışı Jake yaptı. Ne de olsa oyun onun oyunu, bıçak onun bıçağıydı. “Hazırolda dur,” dedi. Bakışları Arthur’un sol ayağına sabitlenmişti ve fısıldar gibi konuşuyordu.
İşi dramatikleştirme konusunda büyük bir yeteneği vardı Jake’in. “Ayaklarını bitiştir. Ne olursa olsun oynatma.” Bıçağı ucundan tuttu ve işaretparmağıyla başparmağı arasında hafifçe sallamaya başladı. İşaretparmağı oluğun üzerinden hayli gevşekçe tutuyordu. Bıçak düştü düşecek gibiydi. Arthur bıçağı seyrediyordu.
Her ne kadar kımıldatmamaya çalışsa da sol ayağının içeri doğru kıvrıldığını hissetti. “Oynatma,” dedi Jake. “Uyarıyorum bak.” Arthur ayağına söz geçirerek duruşunu düzeltti. Bir an aklına –usul usul değil de birdenbire, küçük, yuvarlak, sert ve soğuk bir çakıl taşı gibi tamamen biçimlenmiş halde– Jake’in ondan nefret ettiği düşüncesi geldi. Daha önce hiç aklına gelmemişti bu, oysa şimdi, birdenbire, oradaydı işte.
Ancak böyle bir şey niye olsun, hayal edemiyordu. Nefret edecek biri varsa bu kendisiydi, orası kesindi.
Bıçak aşağı yukarı bir dakika daha sallandı, sonra Jake atik ve zarif bir hareketle kolunu kaldırıp fırlattı. Bıçak havada parlak kavisler çizerek döndü, döndü ve toprağa, Arthur’un ayağının bir- kaç santim dışına saplandı. Harikulade bir atış. Jake bakışlarını yerden Arthur’a kaydırdı. Sırıttı. “Bir,” dedi. “Sıra sende. Ayağını bıçağın yanına koy.” Arthur ayağını bıçağın yanına yerleştirip bıçağı topraktan çı- kardı. Bir şey değmemiş olmasına rağmen sol ayağının üstü sızlıyordu.
Doğruldu. Jake yüzü dönük ona bakıyor, hâlâ sırıtıyordu. Ayakları bitişik, kolları iki yanında duruyordu. Gözleri pırıl pırıl- dı. Heyecanlı ama korkusuz. Korkusuz çünkü –ki Arthur birden bunu da fark etti– Jake Arthur’un asla yakına fırlatma riskini göze almayacağını biliyordu. Arthur, Jake’i yanıltır da bir parmağını koparırsa annesinin yüzünün ne hal alacağını hayal etti. Bu salak oyunu oynarken yakalanırsa babasının ona ne yapacağını hayal etti. Jake’in kendi- ni ikna etmesine nasıl izin vermişti, bilmiyordu. Aklını kaçırmış olmalıydı. “Hadi ama,” dedi Jake. “Hadi hadi hadi! Atabildiğin kadar yakına at!”
Arthur bıçağı Jake’in yaptığı gibi ucundan tuttu ama parmak- larını bıçağın rahatça salınacağı kadar gevşetmek zordu. Daha önce bıçak fırlatmıştı, kötü nişancı da sayılmazdı. Hatta birkaç yıl önce komşu çiftlikten arkadaşı Carl Luntz ile Luntz’ların ambarının duvarına hedef çizip aralarında yarıştıkları olmuştu ve bu yarışmaları çoğunlukla Arthur kazanmıştı – ama tabii onlarda sonuç hiçbir zaman önemli olmamıştı. Şimdiyse mavi damarlı bir ayağa isabet ettirme ihtimali fena halde yüksek görünüyordu. Sonra, ansızın, cevabı buldu – o kadar barizdi ki bu cevap daha önce fark etmemek için anca kendisi kadar ahmak olmak gerekir- di. Uzağa at. Kasten yaptığını Jake’in fark edeceği kadar uzağa değil ama oyunu çabucak emniyetli bir sona götürecek kadar uzağa. Böylece Jake üç dört adımda oyunu kazanabilsin. Jake dalga geçecekti tabii ama zaten her halükârda dalga geçerdi, bu şekilde en azından oyun çabucak son bulur, Jake de yakasından düşerdi.
Arthur kaslarının gevşemeye başladığını hissetti. Bıçak daha rahat salınıyordu şimdi. Derin bir nefes alıp fırlattı. Bıçak beceriksizce havada bir kez dönüp Jake’in ayağının ya- rım metre kadar açığına, yanlamasına düştü. Jake “Rezil bir atış,” dedi. “Al yeniden at. Saplanmazsa sayılmaz.” Arthur bıçağı aldı, yine sallayıp fırlattı. Bu sefer kendine daha bir güvenerek atmıştı. Bıçak toprağa, Jake’in serçe parmağından yirmi beş santim kadar öteye saplandı.
Jake bir tiksinti nidası koyverdi. Ayağını bıçağın yanına yerleştirip bıçağı yerden aldı. Düş kırıklığına uğramış ve onun hali- ne acır bir ifadesi vardı ki Arthur için bunun hiç mahzuru yoktu. “Peki,” dedi Jake. “Bende.” Bıçağı ucundan tutup öne arkaya sallamaya başladı. Bir an Arthur’a baktı ve göz göze geldiklerinde hafif bir duraksama oldu – bir saniyeden az. Hafifçe salınan bıçak bir an durur gibi oldu, ardından yine ritmini buldu. Sonra düşündüğünde Arthur o duraksamanın bir önemi olup olmadığına, o göz göze gelme anında Jake’in onun zihnini okumuş ve niyetini tahmin etmiş olup olmadığına hiçbir zaman karar veremeyecekti.
Arthur o sırada hiçbir şey düşünmedi çünkü düşünecek vakit yoktu. Jake yine çevik bir hareketle bıçağı kaldırıp fırlattı. Ancak bu defa daha sert, daha hızlı fırlatmış, bıçak havada giderken flu bir parıltıya dönüşmüştü. Arthur kendini ayağına saplanmış bıçağa bakar buldu. Henüz kanın gelmediği gerçeküstü bir an yaşandı ama hemen sonra kan, şurup gibi koyu koyu akmaya başladı.
Arthur gözlerini Jake’e çevirdiğinde onun bıçağa baka kaldığını gördü. Yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı ki Arthur daha sonra bu ifadeye de kafa yoracaktı. Acaba Jake mükemmel nişancı olmayabileceği ihtimalini hiç düşünmediğinden mi şaşırmıştı? O kadar özgüvene sahip miydi, kendinden o kadar az mı şüphe duyuyoruz yani? Yoksa ani bir dürtüye teslim olmanın ve kafandaki şeyi uygulamaya koymanın ne kadar kolay olduğuna mı şaşırmıştı sadece? Aklına eseni yapıp sonuç monuç boş vermenin bu kadar kolay olmasına…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKöprünün Öte Yanı
- Sayfa Sayısı320
- YazarMary Lawson
- ISBN9786051981161
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kıskançlık ~ Anna Godbersen
Kıskançlık
Anna Godbersen
Kinci kızların büyük, görkemli masalı. Karanlık sırlar ve entrika dolu bir romans. 19. Yüzyıl New York sosyetesi Lüks’te buluşuyor. Bu keskin ve zeki arkadaşlık,...
- Nickel Çocukları ~ Colson Whitehead
Nickel Çocukları
Colson Whitehead
Çağdaş edebiyatın parlak yıldızı Colson Whitehead’den fırsatlar ülkesinin karanlık yüzüne bakan iddialı bir roman: Nickel Çocukları. Whitehead, yakın zamana değin faal olan bir okuldaki...
- Genç Sherlock Holmes – Kırmızı Sülük ~ Andrew Lane
Genç Sherlock Holmes – Kırmızı Sülük
Andrew Lane
Sherlock yetişkinlerin karanlık sırları olabileceğini biliyor. Ama bilmediği şey, herkesin öldüğüne inandığı, dünyanın en ünlü katilinin hâlâ yaşadığı ve Sherlock’un Amerikalı hocasının bununla bir ilgisi olduğu… Kimse size doğruları söylemediğinde,...