Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Koca
Koca

Koca

Dean Koontz

Aşk için neleri göze alırdınız? Uğrunda ölür ya da öldürür müydünüz? Karın elimizde. 2 milyon dolar karşılığında ona kavuşabilirsin. Bahçıvan Mitchell RAFFERTY, kendisine kötü…

Aşk için neleri göze alırdınız? Uğrunda ölür ya da öldürür müydünüz?

Karın elimizde. 2 milyon dolar karşılığında ona kavuşabilirsin. Bahçıvan Mitchell RAFFERTY, kendisine kötü bir şaka yapıldığını düşünüyordu. Cep telefonu çaldığında bir müşterisinin bahçesine kına çiçeklerini dikmekle meşguldü. Ama şimdi pırıl pırıl bir yaz günü, o sıradan banliyö mahallesinde olduğu yerde kalakalmış, o güne dek hiç yaşamadığı kâbus dolu bir telefon konuşması yapıyordu. Hattın diğer ucundaki her kimse oldukça ciddiydi. Mitch’in karısı elindeydi ve ona sağ salim kavuşabilmesi için istediği bedeli söylüyordu. Mitch’in bu miktarda bir parayı denkleştiremeyeceği arayan kişinin umrunda değildi. Mitch ne yapıp edip o parayı bulmalıydı. Tabii eğer karısını seviyorsa… Gerilimli bir başlangıçtan, heyecanın zirveye tırmandığı bir finale dek “Koca”, sayfaları çevirdikçe ortaya çıkan gelişmeleri, şok edici her detayı, su yüzeyine çıkan gerçeklerle birlikte sizi avucunun içine alacak. Ta ki, sizi hayretler içinde bırakana dek… Ne de olsa okuduğunuz bir Dean Koontz romanı ve hiçbir yerde edinemeyeceğiniz bir deneyim…

***

Cesaret, baskı altındayken fazilettir.
Ernest Hemingway

Orada bulunan tek şey O Aşk.
Ki, Aşk hakkında bildiğimiz tek şey…
Emily Dickinson

1

İnsan ölmeye doğduğu andan itibaren başlar. Birçok insan Azrail’in sabırla kur yapmasını görmezlikten gelir, ta ki yaşlanıncaya ve hastalıkların pençesine düşünceye dek… İşte o zaman onun hemen yanında oturmakta olduğunu fark eder.

Mitchell Rafferty, sonunda ölümünün kaçınılmazlığını anlamaya başladığı o dakikayı tam olarak hatırlamayı başaracaktı: 14 Mayıs Pazartesi, sabah saat 11.43… Yirmi sekizinci yaş gününe üç haftadan daha kısa bir süre kalmışken…

O zamana dek ölmeyi pek aklından geçirmemişti. Doğuştan iyimser, doğanın güzelliğinden büyülenmiş, insanlığa hayran biri olarak Mitch’in, ölümünün ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini düşünmek gibi bir eğilimde olması için hiçbir neden yoktu.

Telefon çaldığında dizlerinin üstündeydi.

Ekilmeyi bekleyen daha otuz sıra kırmızı ve mor kına çiçeği kalmıştı. Çiçekler kokusuzdu, ama toprağın bereketli kokusu hoşuna gidiyordu.

Müşterileri, özellikle bu ev sahipleri kırmızı, mor, koyu sarı ve koyu pembe gibi doygun renklerden hoşlanıyorlardı. Beyaz veya pastel renkli çiçekleri beğenmezlerdi.

Mitch onları çok iyi anlıyordu aslında. Gençliklerinde fakir bir hayat sürmüş, sonra çok çalışıp riskler alarak başarılı bir iş hayatına sahip olmuşlardı. Onlar açısından hayat şiddetti ve doygun renkler, doğanın şiddet gerçeğini yansıtıyordu.

Bu sıradan, ama aslında önemli sabah, Kaliforniya güneşi tereyağı topunu andırıyordu. Gökyüzü yağlanmışçasına parlaktı.

Yakıcı olmayan, tatlı bir sıcaklığın hüküm sürdüğü gün, Ignatius Barnes’ın üstünde yine de yapış yapış ter bırakıyordu. Alnı parlıyor, çenesinden ter damlıyordu.

Aynı çiçek tarhında, Mitch’ten üç metre uzaklıkta çalışmakta olan Iggy sıcaktan kavrulmuş gibi görünüyordu. Mayıs ayından temmuz ayına dek cildi güneşe melanin gibi değil, kıpkırmızı bir renge bürünerek tepki verirdi. Yılın ilk altı ayında cildi sonunda kızarmadan önce, sürekli bir şeyler yüzünden utanmış da kırmızılaşmış gibi bir görüntüsü olurdu.

Iggy bahçe tasarımında simetri ve ahenk kavramına sahip biri değildi, güllerin doğru düzgün budanması işinde güvenilir olduğu da söylenemezdi. Ama sıkı çalışırdı ve yaptığı işe entelektüel anlamda bir katkıda bulunmadığı sürece iyiydi.

Iggy, “Ralph Gandhi’ye neler olduğunu duydun mu?” diye sordu.

“Ralph Gandhi de kim?”

“Mickey’nin kardeşi.”

“Mickey Gandhi mi? Onu da tanımıyorum.”

“Tabii ki tanıyorsun,” dedi Iggy. “Arada bir Rolling Thunder’a takılan Mickey’den söz ediyorum.”

Rolling Thunder sörfçülerin gittiği bir bardı.

Mitch, “Oraya gitmeyeli yıllar oluyor,” dedi.

“Yıllar mı? Ciddi misin?”

“Kesinlikle.”

“Arada bir uğruyorsun sanıyordum.”

“Demek gerçekten özlemişler beni, ha?”

“İtiraf etmeliyim ki, hiçbir bar sandalyesine adını vermediler. Yoksa Rolling Thunder’dan daha iyi bir yer mi buldun?”

Mitch, “Üç yıl önceki düğünümü hatırlıyorsun, değil mi?” diye sordu.

“Tabii. Harika deniz ürünü börekleri vardı, ama orkestra kötüydü.”

“Hiç de değildi.”

“Oğlum, o orkestranın zilli tefi vardı.”

“Paramız o kadarına yetiyordu. En azından akordeonları yoktu.”

“Yoktu, çünkü akordeon çalmak yeteneklerini aşıyordu.”

Mitch malasıyla yumuşak toprakta bir delik açtı. “Ufak çanları da yoktu.”

Koluyla alnındaki terleri silen Iggy, “Bende Eskimo genleri var galiba, güneş yüzünü biraz gösterince hemen terlemeye başlıyorum,” diye sızlandı.

Mitch, “Artık barlara takılmıyorum. Evimin adamı oldum.” dedi.

“Evet, ama hem evli kalıp, hem de Rolling Thunder’a takılamaz mısın?”

“Başka bir yerde olacağıma evde olurum daha iyi.”

“Oh. patron, bu çok üzücü,” dedi Iggy.

“Üzücü değil. En güzeli.”

“Aslanı hayvanat bahçesinde üç yıl, altı yıl kapalı tut. o yine de özgürlüğün ne olduğunu unutmaz.”

Mor kına çiçeklerini ekmekte olan Mitch, “Bunu nerden biliyorsun? Aslanlarla konuştun mu yoksa?” diye sordu.

“Konuşmama gerek yok. Ben bir aslanım.”

“Sen umutsuz bir tahta kafasın.”

“Ve bundan da gurur duyuyorum. Holly’yi bulduğuna çok memnunum. O harika bir hanımefendi. Ama benim özgürlüğüm var.”

“Aferin sana Iggy. Peki onunla ne yapacaksın?”

“Neyle ne yapacağım?”

“Özgürlüğünle. Özgürlüğünle ne yapacaksın?”

“Ne istersem onu.”

“Mesela?”

“Her şeyi. Mesela akşam yemeğinde canım sosisli pizza yemek istiyorsa, karşımdaki kadına ne istediğini sormak zorunda değilim.”

“Çok esaslı.”

“Birkaç bira içmek için Rolling Thunder’a gitmek istesem, arkamdan vıdı vıdı yapacak kimse de yok.”

“Holly vıdı vıdı yapmaz.”

“İstesem her gece kendimi biraya vururum ve kimse eve ne zaman döneceğimi sormak için beni aramaz.”

Mitch ıslıkla, “Özgür Doğmuş” şarkısını çalmaya başladı. “Bazı piliçler de üzerime geliyor,” dedi Iggy. “İstediğimle kırıştırmakta serbestim.”

“O seksi piliçlerin hiç peşini bıraktıkları yok ki. değil mi?”

“Günümüzde kadınlar çok rahat patron. Gözlerine kestirdiklerini elde ediyorlar.”

Mitch, “Iggy, sen son kez biriyle yattığında John Kerry başkan olmanın hayallerini kuruyordu,” dedi.

“O kadar da uzun süre önce değil.”

“Peki, Ralph’e ne olmuş?”

“Ralph kim?”

“Mickey Gandhi’nin kardeşi.”

“Oh, evet. Bir iguana burnunu koparmış.”

“İğrenç.”

“Üç metrelik dalgalar çıkınca, Ralph ve bazı çocuklar gece sörf yapmak üzere Wedge’e gitmişler.”

The Wedge, Balboa Peninsula’mn sonundaki Nevvport Plajı’nda bulunan ünlü bir sörf yapma noktasıydı.

Iggy, “Sandviç ve bira dolu koca soğutucuları almışlar, içlerinden biri de Ming’i getirmiş.” dedi.

“Ming mi?”

“İguana.”

“Evcil bir hayvanmış yani?”

“Ming daha önceleri çok şeker bir yaratıktı.”

“İguanaların içe dönük olduklarını sanırdım.”

“Hayır, çok sevgi doludurlar. Hıyarın teki, ki bir sörfçü bile değilmiş, gruba öylesine takılan biri, Ming’e bir parça salam içinde çeyrek doz marihuana yutturmuş.”

“Hızlı bir sürüngen,” dedi Mitch, “hiç de iyi bir fikir değil.”

“Marihuna Ming, temiz ve ayık bir Ming’e kıyasla tamamen farklı bir hayvan olmuş,” diye onayladı Iggy.

Malasını yere bırakıp çalışma ayakkabılarının topuklarına oturan Mitch, “Yani Ralph Gandhi şimdi burunsuz mu kaldı?” diye sordu.

“Ming burnu yememiş. Koparıp, sonra tükürmüş.”

“Belki Hint yemeklerinden hoşlanmıyordur.”

“Yanlarındaki soğutucunun içinde buz ve bira varmış. Burnu soğutucunun içine koyup aceleyle hastaneye koşturmuşlar.”

“Ralph de gitmiş mi?”

“Tabii onu da götürmeleri gerekiyordu. Burun onun burnuydu.”

Mitch, “Eh.” dedi, “ne de olsa tahta kafalardan söz ediyoruz.”

“Dediklerine göre burun buzdan çıktığında biraz mavimsi bir renk almış, ama plastik cerrah burnu yerine dikmiş ve şimdi artık mavi değilmiş.”

“Ming’e ne olmuş?”

“Kendinde değilmiş. Gün boyu tamamen dağılmış bir haldeymiş. Şimdi ise eskisi gibi.”

“İyi. Ne de olsa iguanaları iyileştirecek bir klinik bulmak herhalde zor olurdu.”

Mitch ayağa kalkarak üç düzine boş plastik bitki saksısı aldı ve saksıları iç hacmi büyütülmüş pikabına taşıdı.

Pikap kaldırımın kenarında, bir defne ağacının gölgesinde duruyordu. Mahalle kurulalı henüz beş yıl olsa da büyük ağaç, kaldırımı şimdiden kaplamıştı. Kararlı kökler sonunda çim tarhına uzanan kanalları ve kanalizasyon sistemini işgal edecekti.

Şehir planlamacısının yüz dolar tasarruf etmek için kök bariyeri yerleştirmeme kararı, tesisatçılara, bahçe düzenleyicilerine ve beton döken müteahhitlere çıkacak iş karşılığında ödenecek binlerce dolar paraya mal oluyordu.

Mitch defne ağacı diktiğinde daima kök bariyeri kullanırdı. İleride kendisine iş yaratmaya ihtiyacı yoktu. Yeşil yeşil büyüyen doğa sayesinde fazlasıyla iş bulacaktı nasılsa.

Sokak, trafiğin olmadığı, sessiz bir sokaktı. Ağaç dallarını hafifçe oynatacak ufak bir esinti bile yoktu.

Bir sokak ötede, sokağın uzak tarafında bir adam ve köpek kendisine doğru yaklaşmaktaydı. Retriever cinsi köpek, yürümekten daha çok, kendi cinsleri tarafından bırakılan koku mesajlarını toplamak üzere sağı solu koklamaya zaman harcıyordu.

Sessizlik öylesine derindi ki, Mitch uzaktaki köpeğin patisinden çıkan sesleri bile duyabileceğini düşündü.

Köpek de, güneş gibi altın rengiydi, hava ve günün vaat ettikleri, engin çimenliklerin arkasında uzanan güzelim evler. hepsi de altın gibiydi.

Mitch Rafferty’nin böyle bir mahallede yaşayacak maddi gücü yoktu. Burada sadece çalışıyor olabilmek bile onu tatmin ediyordu.

Sanatın iyisini seviyor olabilirsiniz, ama bir müzede yaşamak gibi bir arzunuz olmaz.

Mitch çimenliğin kaldırımla buluştuğu noktada hasar görmüş delikli bir su püskürtücüsü fark etti. Pikabından aletleri alarak çime diz üstü çömeldi. Kına çiçeklerine biraz ara verecekti.

Cep telefonu çaldı. Kemerinde tuttuğu kılıfından çıkarıp telefonu açtı. Ekran, saatin 11.43 olduğunu gösterse de arayanın numarası görünmüyordu. Yine de cevaplamaya karar verdi.

“Büyük Yeşil,” dedi. Bu, nedenini artık hatırlamıyor olsa da, dokuz yıl önce kurduğu iki kişilik işine verdiği isimdi.

“Mitch, seni seviyorum,” dedi Holly.

“Hey, tatlım.”

“Ne olursa olsun, seni seviyorum.”

Karısı acı içinde çığlık attı. Duyulan patırtı ve kırılan şeylerin sesi, bir mücadele yaşandığına işaret ediyordu.

Birden dehşete kapılan Mitch ayağa fırladı. “Holly?”

Şimdi telefonu eline alan bir adam bir şeyler söyledi. Mitch onun ne dediğini duyamadı, çünkü arka plandan gelen seslere odaklanmıştı.

Holly haykırdı. Mitch onun daha önce hiç böyle korku dolu bir ses çıkardığına şahit olmamıştı.

Holly, “Namussuz herif,” dedi ve şiddetli bir tokadı andıran sesin ardından sessizliğe gömüldü.

Telefondaki yabancı, “Beni duyuyor musun Rafferty?” dedi.

“Holly? Holly nerede?”

Adam şimdi telefondan uzakta konuşuyor, Mitch’e hitap etmiyordu: “Aptal olma. Yerde kal.”

Bir başka adam geri planda konuştu, sözleri pek net duyulmuyordu.

Elinde telefonu tutan adam, “Ayağa kalkarsa yapıştır yüzüne. Birkaç dişini kaybetmek mi istiyorsun tatlım?”

Holly iki adamla birlikteydi. İçlerinden biri ona vurmuştu. Ona vurmuştu.

Mitch olayı kavramakta zorluk çekiyordu. Gerçek, bir anda bir kâbus gibi ele avuca sığmaz bir hale bürünmüştü.

Marihuanayla çılgına dönmüş iguana bile bundan daha gerçekti.

Evin yakınında Iggy kına çiçeklerini ekiyordu. Güneşten kıpkırmızı kesilmiş halde terliyor, her zamanki gibi durmadan çalışıyordu.

“Böylesi çok daha iyi tatlım. Aferin sana.”

Mitch nefes alamıyordu. Ciğerlerine baskı yapan büyük bir ağırlık vardı. Konuşmaya çalıştı, ama sesi çıkmadı, ne diyeceğini bilemedi. Güneş altında kendini tabutun içine konmuş ve diri diri gömülmüş gibi hissediyordu.

Telefondaki adam, “Karın elimizde,” dedi.

Mitch. “Neden?” diye sorduğunu duydu.

“Neden sanıyorsun, hıyar herif?”

Mitch nedenini bilmiyordu. Bilmek istemiyordu. Mantıklı bir neden bulup cevap vermek de istemiyordu, çünkü muhtemel her cevap korkunç olacaktı.

“Ben bitkileri ekiyorum.”

“Neyin var Rafferty?”

“Benim işim bu. Bitki ekmek. Su püskürtücülerini tamir etmek.”

“Sen kafayı mı buldun?”

“Ben sadece bir bahçıvanım.”

“Karın elimizde, iki milyon dolar karşılığında onu geri alabilirsin.”

Mitch bunun bir şaka olmadığını biliyordu. Aksi takdirde, Holly de bu şakanın bir parçası olmak durumundaydı, ama karısı böylesine zalim bir espri anlayışına sahip değildi.

“Yanlışınız olmalı.”

“Ne dediğimi duydun mu? İki milyon.”

“Beni dinlemiyorsunuz. Ben bir bahçıvanım.”

“Biliyoruz.”

“Bankada olsa olsa on bir bin dolar gibi bir param var.”

“Biliyoruz.”

Baştan aşağı korku ve kafa karışıklığıyla dolmuş Mitch’in öfkelenmeye hali yoktu. Olayı, arayandan ziyade, kendi açısından netleştirmekte zorlanan Mitch, “Benim sadece iki kişilik küçük bir işim var,” dedi.

“Çarşamba gece yarısına kadar zamanın var. Altmış saat. Detaylarla ilgili olarak seni arayacağız.”

Mitch terliyordu. “Bu çılgınlık. Ben iki milyon doları nereden bulacağım?”

“Sen bir yolunu bulursun.”

Yabancının sesi katı, amansızdı. Filmde olsa. Azrail’in sesi ancak böyle çıkardı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKoca
  • Sayfa Sayısı432
  • YazarDean Koontz
  • ÇevirmenMehmet Gürsel
  • ISBN9789751026927
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • Yayıneviİnkılap Kitabevi / 2008

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Savaş Meydanları ~ Jean RouaudSavaş Meydanları

    Savaş Meydanları

    Jean Rouaud

    Jean Rouaud, Goncourt Ödülü’nü kazanan romanında, bir ailede ardı ardına yaşanan üç ölümle anımsanan eski hikâyeleri deşiyor. İlk başta, babanın ölümü, trajik bir başlangıç...

  2. Metres ~ Amanda QuickMetres

    Metres

    Amanda Quick

    Londra’nın görüp göreceği en çekici ve büyüleyici metres rolüne bürünen, amacı uğrunda gözü kara, güzeller güzeli bir genç kadının baş döndürücü hikayesi… – –...

  3. Ölü Evinden Anılar ~ Fyodor Mihayloviç DostoyevskiÖlü Evinden Anılar

    Ölü Evinden Anılar

    Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

    Sibirya’nın ücra köylerinde, bozkırlar, dağlar, geçilmez ormanlar arasında, tek tük kasabalarla burun buruna gelinir. En fazla iki bin nüfuslu, ahşap evlerden oluşan bu kasabalar...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur