Klonlama uzmanı Doktor Davis Moore’un on yedi yaşındaki kızı tecavüze uğrayıp acımasızca öldürülür. Olay hakkında soruşturma açılır; ancak bir sonuca varılamaz. Aylar sonra Moore kızının eşyalarını polisten geri alır ve bunların arasında kazayla unutulmuş, içinde katilin DNA’sı bulunan küçük bir şişeye rastlar. İşte o an Moore’un beynine korkunç bir düşünce saplanır: Belki kızını değil ama onu öldüren adamı klonlama olanağına sahiptir. Peki kızının katilinin gözlerinin içine bakmaya ne kadar dayanabilecektir? Justin Finn, üç yaşına bastığında diğer çocuklardan farksızdır. Canlı, neşeli ve sevimli: Ondan zerre şüphe etmeyen anne ve babasının gözündeyse masum bir bebek. Ne var ki yüzü, bir gün mükemmel bir genetik kopya olarak soğukkanlı bir katilinkine tıpatıp benzeyecektir.
KLON küçük bir çocuğun bir gizemi çözmesi için dünyaya getirilişinden yola çıkarak, kötülüğün kaynağını sorgulayan, klişelerden uzak, dahice yazılmış özgün bir roman. Kaldırdığınız her taşın altında bir zeka parıltısı göreceksiniz.
“Zekice kurgulanmış bir şaheser… Doğru ve yanlış, kader ve seçimlerimiz arasındaki farkı söyleyebilecek cesarete sahip eşine az rastlanır bir roman.”Salon
“Yılın en iyi kitaplarından biri.”CrimeSpree Magazine
“Hedefi on ikiden vuran bir kitap… Guilfoile, şaşırtmacalı anlatımı ve benzersiz kurgusuyla okuyucuyu ters köşeye yatırıyor.”New York Times
***
Anna Kat, Ebedi İstirahatında
Davis, sıkı dokunmuş siyah sentetik kilime doğru anormal bir şekilde uzanan bacaklara gözlerini dikmiş bakarken hissettiği şey acı değildi. Acı doğar, acı büyür ve sonra da geçip giderdi. Çaresizlikse, aniden gelip depresyona dönüşürdü. Gerçi depresyon aylar önceydi en azından bazı şeyleri artık çok da fazla umursamıyordu. Hayatını, karısını, işini, hastalarını, golf sahasının yanındaki yeni evini, gölün kenarındaki diğer evini, öylece önlerinde durup baktığında her şeyin – insanların, evlerin, eşyaların – alevler içinde olduğunu hayal ediyor, hiçbirini umursamıyordu.
Tavandan sarkan floresan odayı o kadar parlak bir ışıkla aydınlatıyordu ki Davis koca mekanda tek bir gölge bulamamıştı.
İçeriden bakıldığında caddeyi gören geniş camların siyaha boyandığı anlaşılıyordu; dışarıda ise, polis arabalarının, kaygan kar yığınlarının ve polislerin çektiği sarı olay yeri şeritlerinin ötesindeki mağaza, gece resmedilmiş bir Mies* evi kadar beyaz ve çıplak görünüyordu.
Polisler mağazada durmuş, muhabbet ediyorlardı, Davis ise sadece yarım yamalak fısıltılar duyuyordu: “Onun burada ne işi var… Tanrı aşkına bütün suç mahallinde dolanacak mı…”
Davis’in yanında duran polisin adı Ortega’ydı ve bir zamanlar onun hastasıydı. Ortega bu gece onu Gap’in arka kapısından İçeri almış – depodan geçirip ön tarafa su anda durdukları kasaların bulunduğu dikdörtgen alana getirmişti – ve Ortega bunları yapabilmek için az daha bir dedektifin kurşununa kurban gidiyordu. Anna’nın ayakları bir görünüp bir kayboluyordu ama Davis’in bakışları onları hiç kaçırmıyordu. Bileklerinden aşağısı plastikmiş gibi duruyor, sanki üstüne fitilli bir kazak giydirilip duvara yaslanmış vitrin mankenlerinin birinden koparılmışa benziyordu. Sonra Ortega’nın cansız spermlerini ve kendisinin, yani Dr. Davis Moore’un polislere ve güzel eşine kötü haberi verdiği günü düşünmeye başladı. Katolik oldukları aklına geldi; tüpte döllenmeye karşı çıkmışlardı. Kimden geldiği bilinmeyen DNA’lara, tüm o embriyolara yani onun işte her gün gördüğü şeylere burun kıvırmışlardı. Evlat edinip edinmediklerini merak etti; eğer polis, baba olmuşsa Davis’in şu anda hissettiklerinin bir çaresi olmadığını anlayabilirdi.
Eve, kar yağarken karanlık çöktüğünde dönmüştü ve üzerinde ceketi yoktu. Başka bîr polis onu, içinde Anna’nın annesi Jackie’nin komşularının omuzlarına yaslanıp hıçkıra hıçkıra ağladığı Stone Bulvarı’ndaki müstakil evine bırakacaktı. Davis onun için bir reçete yazacak, Macallan marka viskiyi boca edip deliksiz bir uyku uyuyabilmeyi umacaktı. Olayın olduğu günün ertesi sabahı en kötüsü olacaktı; uyandığında biricik çocuğunun öldüğünü hatırlayacaktı.
Anna Kat On Altı Yaşında
Buradaki kadınlar karısından yaşlıydı. Belki çok daha çaresizler diye düşündü Terry. Otuzlarının sonlarındaki bu kadınlar onunla aşağı yukarı aynı yastaydı ve bu durum onu utandırıyordu. Erkeklerle bir aradayken Martha’nın yaşı hakkında konuşmaktan hiçbir zaman rahatsızlık duymazdı. Aslında ellerini tutarak, olur olmadık zamanlarda yanına sokularak, bir restorana gittiklerinde masanın aynı tarafında oturarak karısına olan ilgisini etrafa belli etmek hoşuna giderdi. İçkiyi ve esrarı bırakabileceğinden hiç şüphesi yoktu ve çocuğu doğduğunda bunları bırakmak gibi bir planı vardı. En azından esrar içmeyi her halükarda bırakacaktı (eğer çocuğu olursa). Diğer taraftan kıskançlığı daha çok körükleyecek başka bir şey de yoktu; genç, zeki ve seksi Martba ile olan evliliği diğer erkekleri kıskançlıktan çatlatıyordu. O kadar ki uyuşturucuyu bir türlü bırakamiyordu.
Diğer kadınlar, başını yana yaslayarak Newsweek’in geçen ayki sayısını okuyan Martha’ya meraklı gözlerle çaktırmadan bakıyorlardı. Şüphesiz, bu kadar genç bir kadının burada ne işi olduğunu anlama gayreti içindeydiler. Ona bakıp bakıp gözlerini kaçırdıklarında kırışık göz kenarlarında hem bir kıskançlık hem de bir acıma hissi beliriyordu. Kocalarının da onu fark ettiklerini anlamıştı Terry. ilk kez baktıklarında göğüslerinin büyüklüğünü ikinci kez baktıklarında da seklini inceliyorlardı. Üçüncüde ise yaşını, kilosunu, kıvrımlarını ölçüp biçecek, yüzünü diğer adamların eşleriyle karşılastırabilecek kadar uzun süre bakıyorlardı.
Kocasının odada fark ettiği cinsellik çağrıştıran ortam her neyse Martha Finn bundan bihaberdi. Gergindi gerçi ama bunun kıskançlıkla, fantezilerle veya şehvetle İlgisi yoklu. Buradaki pek çok kadından farklı olarak, yumurtaları ve yumurtalıkları olması gerektiği gibiydi. Ayrıca yine buradaki adamların pek çoğundan farklı olarak Terry’nin spermleri kıpır kıpırdı ve sayıları da fazlaydı, zaten bu yüzden yüzünde kendinden emin bir gülümseme var diye düşündü kadın; bu durum onu ürkütmüştü.
Bir hemşire onları alıp beyaz deri kaplama sandalyelerin arasından, üzerinde kimsenin adının yazmadığı sayısız muayenehanenin önünden geçirerek Dr. Moore’un odasına götürdü. Tertemiz pencere kenarlarından, el yapımı koltuk ve masaya kadar her şey Davis Moore’un mesleğinde oldukça başarılı olduğunu gösteriyordu. Bekleme odasının tek renkli, boş ortamıyla Dr, Moore’un maun renkli ofisinin sıcak ortamı arasında kasıtlı bir kopukluk vardı.
“Bana hâlâ çok tuhaf geliyor,” dedi Terry Finn korkusunu gergin gülümsemesinin ardında gizlemeye çalışırken. Martha onun dizine hafifçe dokundu.
Terry çalıştığı yerde alfa erkeği olmaya alışkındı ama endamlı gövdesi, gür kahverengi saçlarıyla (politikacı saçı gibi diye düşünmüştü Terry) uzun boylu, ince yapılı Dr. Moore’un etkileyici bir görüntüsü vardı. Pahalı olduğu her halinden belli pamuklu gömleğinin ve kırmızı İpek kravatının Üstüne beyaz bir doktor önlüğü giymişti. Sesi yumuşaktı ama bir o kadar da hükmeder bir hali vardı, kendinden emin hareketlerle söylediklerini destekleyen elleri gibi sesi de netti. Masasının üzeri düzenliydi, karışıklıktan uzaktı, görende bir sorunla karşılaşır karşılaşmaz çözdüğü ve etraftaki kağıt kalabalığından da hemen kurtulduğu izlenimini uyandırıyordu. Ayrıca kendine göre bir şöhreti de vardı: Chicago dergisi onu şehrin “En İyi Doktorlar,” listesine almıştı, dergide çıkan fotoğrafının altında (Martha bu fotoğrafı randevuyu aldıklarından beri çantasında taşıyordu) Davis Moore’un klonlama ve klonlama etiği hususunda ülkenin ünde gelen uzmanlarından biri olduğu yazıyordu.
“Bazı çiftlerin süreçle ilgili şüpheleri oluyor,” dedi Davis. “Bazılarının bilimin cevaplayamadığı ahlakla ilgili soruları oluyor. Ayrıca bazı dini gruplar da karşı çıkıyor tabii. Kiliseye gidiyor musunuz?”
“Noel’de.” Martha’nın yüzü kızarmıştı,
“Sizin için fark ediyor mu bilmiyorum ama ben şahsen Tanrı’ya inanıyorum ve burada uğraştığım bilimle ilgili de içim rahat,” dedi Davis. “Biliyorsunuz ruhu klonlayamıyoruz. Aslına bakarsanız bazı dindar insanların klonlamayı, sperm ve yumurta ile yapılan eski tüpte döllenme yöntemine göre daha az olumsuz karşıladığını gördüm.” Bu ön görüşmelerden daha önce defalarca yapmıştı ve artık soruları da tahmin edebiliyordu, hatta soruların hangi sırayla geleceğini bile biliyordu. Cevap vermeden önce sorulanları nerdeyse hiç dinlemiyordu.
“Çok fazla embriyo üretmenize gerek yok değil mi?” dedi Martha.
“Haklısınız. Bugüne kadar karşılaştığımız pek çok vakada sadece tek bir embriyoya ihtiyaç duyduk.”
“Yasalarla ilgili bazı sorunlar olduğunu biliyorum,” diye devam etti Martha. “İnternette biraz araştırma yapmıştım. Orada burada gördüğüm birkaç yazıyı akudum. Okuduklarım bu konuyla ilgili ne kadar az şey anladığımı görmeme yetti.” Kadın kıkırdadı; Davis, güldüğünde kadının ne kadar değiştiğini fark etmişti, sanki gülmediği zamanlarda yüzünü bir maskeyle gizliyormuş gibiydi ve sırıttığında bu maske ortadan kalkıyordu. “Geçen sene doğu bölgesinde bazı doktorların başlarının belaya girdiğini biliyorum.”
“Son derece katı talimatlara – hem kurallara hem de kanunlara – uygun şekilde çalışıyoruz. Bunları ihlal etmenin oldukça ağır cezaları vardır. Cezalar doktorluk ruhsatını kaybetmekten hapse atılmaya kadar gider. Mesela bağışçının ölmüş olması gerekiyor. Yani çocuğunuzun yarın öbür gün market kuyruğunda kendisinden bir tane daha insanla karşılaşmaması için.” Terry, Martha ve Davis; hepsi bir ağızdan kahkahalarla güldüler.
“Bunlar bana inanılmaz geliyor – yani bütün bu sürece hâlâ inanamıyorum – ama öldükten sonra birini klonlayabilmenizi de müthiş buluyorum,” dedi Martha.
“DNA bizim bir zamanlar düşündüğümüz kadar hassas bir konu değil, ayrıca her ne kadar DNA’yı saklamak ve muhafaza etmek için oldukça ileri yöntemler kullansak da bu yöntemler aslında gerekli bile değil,” dedi Davis. “Mevcut teknolojiyle uzun zaman önce ölmüş dokulardan bile canlı DNA’lar kurtarabiliyoruz. Yine de bir kişi klonlandığı zaman kalan DNA’ları yok ediliyor.
Asla aynı bireyden birden fazla klonlama yapmıyoruz. Sizin çocuğunuz o genetik işaretlere sahip yeryüzündeki tek canlı olacaktır. Tabii süreç ikizlere hamilelikle sonuçlanmazsa.”
“Tam olarak kimler bağışçı olabiliyor?” diye sordu Martha, ses tonundan içinin rahatlamaya başladığı anlaşılıyordu.
“Çoğunlukla sperm ve yumurta bağışçıları oluyor. Bağış sürecinde, öldükten sonra DNA’larının klonlama için kullanılıp kullanılmayacağını belirtiyorlar. Cevap olumluysa kan da bağışlıyorlar- ironik ama tek başına üreme hücrelerinden klonlama yapamıyoruz – ve böyle durumlarda üç katı para alıyoruz. Eğer yumurta bağışçılarıysa, ücret on kata kadar çıkabiliyor.”
“Kadınlar nadiren DNA bağışında bulunuyor,” dedi Martha araştırma yaptığı sırada gördüğü bir şeyi hatırlayarak. “Zaten klonlanmış çocukların çoğunluğu erkek oluyor değil mi?”
“Doğru. Sperm bağışı yumurta bağışına göre çok daha yaygın, ayrıca özellikle klonlanması amacıyla hücre bağışlayanların sayısı hâlâ oldukça az. Bağışçıların çoğu bu konuyu düşünmeyi daha sonraya bırakıyor ve bunu sadece bir imza daha atıp fazladan birkaç yüz dolar kazanacakları bir iş olarak görüyorlar. Bazıları ise bu işi egolarını tatmin etmek için kullanıyor: Her ne kadar bu büyük bir saçmalık olsa da sanki ölümsüzlüğe giden bir yolmuş gibi DNA’larının yaşamaya devam ettiğini bilmenin verdiği heyecan için bu işi yapanlar var. Pek çok insan, özellikle de kadınlar genetik kopyalama fikrîni hâlâ biraz rahatsız edici buluyor. Eski bir sınıf arkadaşımın geçen sene New England Tıp Dergisi’nde bu olguyla kadın özsaygısı arasında bir ilişki olduğunu iddia eden bir makalesi yayımlandı. Böyle bir ilişkiye inanmalımıyım bilmiyorum ama kim bilir? Kontrol ile ilgili konular da var. Düzenlemeler. İnsanların izinleri olmadan klonlama yapmak istemiyoruz. Kanunlara ve işin etiğine göre gidip çöp tenekesinden çıkardığımız kesilmiş bir tırnağı alıp bir kişiyi kendi bilgisi dışında klonlayamayız. Ayrıca sizin de bildiğiniz gibi, geçen beş yılda Kongre’den mahremiyet ile ilgili bir dizi kanun geçti. Ciddi bir suç işleyip hüküm giymediği sürece herhangi birinin DNA kaydını tutmak bile yasalara aykırı.”
“İmplantasyon nasıl yapılıyor?” diye sordu Martha. Kocalar implantasyon konusunda hiçbir zaman endişelenmiyorlar diye düşündü Davis, onlar sadece ekstraksiyonla ilgilenirdi.
“Başlamak için hazır olduğumuzda, yumurtalarınızdan birini alıp çekirdeğini çıkarıyoruz ve bize geriye sadece kabuk kalıyor.
Daha sonra bağışçıdan bir hücre çekirdeği koyuyoruzgenellikle akyuvardan aldığımız DNA oluyor – ve sanki doğal yollardan döllenmiş bir yumurtaymış gibi muamele etmek üzere stimüle ediyoruz. Tüm bu aşamalardan sonra, implantasyon, tüple döllenmeye benziyor.”
“Anladığım kadarıyla başvuranların sayısı bağışçılardan daha fazla.” Şu ya da bu nedenle Martha, üzerine sorularını yazdığı kırışık kağıt parçasını saklamaya çalışıyordu. “Eğer ismimizi bekleme listesine yazdırmaya karar verirsek, uygun DNA bulununcaya kadar ne kadar beklememiz gerekecek?”
“Bazıları üç, dört yıl bekliyor ama süreç Önce gelen önce başlar diye işlemiyor. Martha, ön görüşmende ailende Huntington hastalığı olduğunu söylemiştin, değil mi?”
Bu soruyu doktor haricinde biri sorsa münasebetsiz kaçabilirdi. “Evet,” dedi Martha. ‘Test yaptırdım. Bir taşıyıcıyım.”
“Bu da sizi adaylar arasında öncelikli yapar. Listede en üst sıraya gelirsiniz. Doğal yollarla veya eski usul döllenmeyle ya da tüpte döllenme süreciyle – yani kendi genetik malzemenin kullanılacağı bir teknikle – hamile kalıp sahip olacağın bebekte yüksek oranda Huntington riski olacaktır. Alacağın klonlanmış embriyo bilinen tüm kalıtsal hastalıklar için takip edilir, böylece bebeğini ona hastalık bulaştırmadan taşıyabilirsin. İşin özünde, klonlama işlemiyle bir çocuğu embriyo aşamasında evlat edinmiş oluyorsun. Bu çocuk teknik olarak ne sizin doğal yollarla sahip olduğunuz bir çocuk oluyor ne de bir başkasının çocuğu. Bu açıdan bakıldığında bence tüpte döllenmeyle klonlama diğer tekniklere göre daha üstün. Klonlama yasasında az da olsa net olmayan alanlar var. Asla günün birinde çıkıp sizin çocuğunuzla İlgili haklar talep edecek anne ya da baba için endişelenmek zorunda değilsiniz.”
“Peki ya bağışçının ailesi ne olacak?” diye sordu Terry.
iyi ama zor bir soru diye düşündü Davis. Prosedürün kendisinden çok potansiyel sorumlulukla ilgileniyordu. “Şey, aile hâlâ hayattaysa hukuken ya da etik açıdan klonlanmıs çocuk onların oğulları olmuyor. Farklı beğenileri ya da bambaşka zevkleri olan farklı bir çocuk olarak dünyaya gelecek. Kendine ait bir kişiliği olacak. Eğer bu tip şeylere inanıyorsanız ki şahsen inandığımı söylemiştim, kendine ait bir ruhu olacak.”
“Çocuktan söz ederken ‘oğlan’ dediniz.” Martha sanki kötü bir haber duymaya hazırlanıyormuş gibi gözleri kıstı. “Kız olma şansı yok öyle mi?”
Davis derin bir nefes aldı. Geçen sene bu soruya verdiği cevap yüzünden üç defa kızgın ailelerin soy iştahıyla ilgili cahil, inatçı konuşmalarına maruz kalmıştı. Gerçi içlerinden en az birinin numara yaptığından son derece emindi. Çift, aynı günün akşamı yerel haberlere çıkmış ve “klonlama kliniği”nde yaşadıkları “şoku” anlatmışlardı.
“Dişi-erkek sayısındaki oranın aşağı yukarı doğadaki gibi kalmasını, ki dişilerin yüzde elli birlik orana sahip olmasını kastediyorum, ne kadar istesek de mevcut bağışçı profilimiz büyük olasılıkla erkek çocuğunuz olacağına işaret ediyor. Bu çerçevede, Kongre cinsiyet seçiminin rastgele yapılması gerektiğini söylüyor. Öte yandan, önümüzde bazı seçenekler de var. Her ne kadar yapabileceklerim sınırlı olsa da size bağışçı hakkında bilgi verebilirim, yüzeysel bazı fiziki özellikleri sizinkilerle uydurmaya çalışırız. Her ikiniz de açık tenlisiniz, aşağı yukarı saç renginize uyacak bir şeyler bulacağız. Bu sürece giren pek çok kişi, çocuklarının kökenleriyle ilgili…
“Klon” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKlon
- Sayfa Sayısı518
- YazarKevin Guilfoile
- ÇevirmenYasemin Kanca
- ISBN6054188819
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKoridor Yayıncılık / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gölgelerin Şövalyesi – Amber Yıllıkları 9 ~ Roger Zelazny
Gölgelerin Şövalyesi – Amber Yıllıkları 9
Roger Zelazny
“TÜM YOLLAR AMBER’E ÇIKAR…” Merlin sonunda en güçlü düşmanı Maske’yle yüzleşir ve onun kimliğini öğrendiğinde şoke olur. Ortaya çıkan bu gerçek bile, Düzen ve...
- Altın Kurtlar ~ Roshani Chokshi
Altın Kurtlar
Roshani Chokshi
Yıl 1889. En ihtişamlı günlerini yaşayan Paris birkaç hafta içinde, Avrupa’nın güçlerini ve yeni yüzyılın öncüsü icatları kutlayan devasa bir dünya fuarına, 1889 Exposition...
- Alametler Saati ~ Jamal Mahjoub
Alametler Saati
Jamal Mahjoub
Sudan asıllı İngiliz Yazar Jamal Mahjoub, çalkantılı bir tarihsel döneme ve bu dönemin portrelerine alternatif bir bakışla yeniden hayat veriyor. Alametler Saati, bugünkü Sudan’la...
Okuyucuyu sürükleyen bir kitap. Bu yazara dikkat edin.
kitaba bayıldım bir şeye inanıyorum derken tamamen tersköşe oluyorsunuz ayrıca çok ilginç bir konu:)