Reşad Ekrem’in dilinde tarih gerçek hayattan daha canlı, daha güzel, daha büyülü…
Kızlarağası Sünbül Ağa’nın Sultan İbrahim’e sunduğu Gürcü dilberi Zafire’nin oğlu Osman’ın başına neler geldi? Haremin civarındaki ağaçlar neden kesildi? Abaza Mehmed Paşa ne yaptı da IV. Murad’ın bile taklit ettiği bir “moda ikonu” oldu? Saray baltacılarından Deli Hüseyin’in, İran elçisinin hediyesi “katı yay”la başlayan Osmanlı tarzı “başarı öyküsü”. İstanbul gümrüklerinin kadın mültezimi Ester Kira’nın hazineye verdiği kalp akçeler nelere yol açtı? Gemici mahallesi Kasımpaşa fetihle başlayan tarihi boyunca neler gördü? Bütün bu meraklı soruların cevapları Reşad Ekrem Koçu’nun renkli kaleminden Kızlarağası’nın Piçi’nde.
“Uzun yıllar öncesine dönüyorum ve Murat Reis’in Oğlu’nu okumaya başlıyorum. Büyük bir hayranlıkla okuduğum bu roman uçsuz bucaksız denizlerden geçip giderek bana Osmanlı tarihini sevdiriyor. Yazarı Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı tarihini ‘bugünde yaşatan’ mucizevi, görkemli bir yazar! Reşad Ekrem’in eşsiz eseriyle dostluğum artık hep sürecek, herhalde ölünceye kadar…”
Selim İleri
“20. yüzyılın başında şehrin hüzünle yaraladığı ve şehrin hüzünlü ama tamamlanmamış bir imgesini yaratan o özel ruhlardan biridir Reşad Ekrem Koçu.”
Orhan Pamuk
İçindekiler
Tarihten hikâyeler………………………………………………………. 11
Kızlarağasının Piçi………………………………………………………………13
Bir saray bostancısının hazin macerası …………………………………..21
Abaza Mehmed Paşa I ………………………………………………………..25
Abaza Mehmed Paşa II……………………………………………………….33
Deli Hüseyin Paşa ………………………………………………………………37
Ester Kira ………………………………………………………………………….45
Buraya kaptanpaşa karışır…………………………………………………….51
Sözlük ……………………………………………………………………… 55
Tarihten hikâyeler
Bu yazıları, tarihi istismar niyetiyle yazmadım. Bunlar, tarihten çıkarılmış küçük küçük sahneler, portrelerdir. Modeller hakikidir, şahıslar uydurma değildir. Hadiseler, yazdığım gibi cereyan etmiştir. Fakat bunlar, bir fotoğrafla çekilmiş değil, fırça ve boya veyahut kalemle yapılmış resimlerdir. Öyle zannediyorum ki, bu resimler, gençler ve halk için faydalı olabileceği gibi “cemiyet ilmi”nin de işine yarayabilecektir.
Reşad Ekrem Koçu
Kızlarağasının piçi
Soğuk, rüzgârlı bir şubat gecesiydi. İstanbul korku ve dehşet içinde uyuyordu. On iki yaşında bir çocuk iken tahta geçmiş olan IV. Murad, saltanatının ilk zamanlarında kanlı ihtilallere şahit olmuştu. Çocukluğunun ilk zamanlarını ve üvey ağabeyi Genç Osman’ın feci akıbetini göz önüne getiren IV. Murad, 18-19 yaşlarına basıp da devletin idaresini bizzat kendi eline alınca, saltanatı uğruna her şeyi feda eden zalim ve kanlı bir hükümdar olmuştu. Dört kardeşinden üçünü idam ettirerek, içlerinden yalnız aklı biraz zayıf bulunan İbrahim’in hayatını anası Kösem Mahpeyker Sultan’ın himayesiyle lütfen bağışlamıştı. Fesat kaynağı olan yeniçeri ağasıyla ileri gelen zorbaları idam ve kul taifesinin fesadına sebep olan eşkıyanın her birerlerinin vücudunu “sahife-i ruzigârdan nabud u napeyda” ederek “şol mertebe eşkıya kırmıştı ki bir kimsenin bir yerden baş göstermeye iktidarı kalmamış”tı. Yatsı namazına fenersiz gidilemez ve yatsıdan sonra evlerde mum ve ateş yakılamazdı. Ne kadar kahvehane varsa hepsi yıktırılmış, yerlerine bekâr odaları yapılmıştı. Tütün içmek ve işret etmek, cezası idam olan en büyük cürümlerdendi. Geceleri damlara tırmanan casuslar, bacaları koklayarak tütün kokusu ararlardı. Bir gece, Hocapaşa Mahallesi imamının genç ve güzel oğlu, camiden kapı karşı olan evine fenersiz gelirken tebdil-i kıyafetle gezmekte olan Sultan Murad’a rastlamıştı. Çocuğun fenersiz olduğunu gören Murad derhal gazaba gelerek zavallıyı hemen oracıkta bir hançer darbesiyle yere yuvarlamıştı. Ertesi sabah aynı mahallede oturan müverrih Mehmed Halife gidip bu feci sahneyi görmüştü. Kaldırımlar üstünde yeşil kaftanlu bir taze yiğit yatur” idi.1 IV. Murad iriyarı ve yakışıklı bir adamdı. Ok ve cirit atmakta üstüne kimse çıkamazdı. Sekiz Arnavut kalkanını ciritle delerek Budin’e, on iki cebeyi okla delerek Mısır’a göndermişti. Cülusundan beri sarayda kadın hüküm ve nüfuzuna, kadın entrikalarına hatime çekmişti. IV. Murad kadından nefret ediyordu. Onun sevdiği iki şey vardı: mey ve mahbub. “Mey ve mahbub” âlemlerinde de en samimi, candan arkadaşı, Revan Seferi’nden dönerken beraber getirmiş olduğu “Emirgûne Han” idi. Emirgûne Han’ın, Boğaz’ın Rumeli sahilinde, latif bir sahilsarayı vardı.2 İşte bu sahilsaraydadır ki “Revan fatihi”nin mahrem meclisleri kurulurdu:
Nizar olmuş tenin görmekle Leyla sana râm olmaz
Hüma saydine târ-i ankebut ey Kays dâm olmaz
Zaman-ı işreti fevt itmek olmaz fırsat eldeyken
Hemişe meclis amade, hemişe elde câm olmaz
Kemîne benden olmak âşıka baht ü saadettir
Sana ey padişah-ı hüsn kim kemter gulam olmaz
Nihayet bulmaz ol yâr-i güzinin hüsn ü evsafı
Hâdis-i hattı yetse kıssa-i zülfü tamam olmaz
Zebanı sükkerininden o şuhun vade-i vaslın
İşidüp didi Yahya, böyle bir şirin kelam olmaz.
“Su testisi su yolunda kırılır” derler. Herkes onun işretle öleceğine kanaat getirmişti. Ve işte, Hicri 1049 Şubatının bu soğuk gecesinde, bütün İstanbul karanlıklara bürünmüş ve dehşet içinde uyurken, Saray-ı Hümayun’un balmumlarıyla aydınlanmış ve bukalemun çinilerle müzeyyen bir odasında, IV. Murad’ın ölüsü bir lahur şalının altında bütün haşmet ve heybetiyle serilmiş yatıyordu. Yedişer kollu gümüş ve altın şamdanlarda yanan balmumlarının titrek ve donuk ışıkları, odanın esrarengiz bir içkiyi andıran mor ve yeşil renkli çinileri üstüne bir mersiye gibi dökülüyordu. “Devlet ve memleket Sultan İbrahim’indir!” “Ölüsü şallar altında yatan zalim ve kahhar naaşın yerine şimdi, mecnun ve gaddar, canlı bir naaş halef olmuştu.”3 Şehzade İbrahim Harem-i Hümayun’un bir odasında kapalıydı.
Zaten hafif olan aklı üç kardeşinin feci ölümlerinden sonra büsbütün bozulmuş, çileden çıkmıştı. Keskin bir şubat rüzgârıyla kımıldayan yapraksız bir çınar dalı, mezarlardan uzanmış bir iskelet eli gibi, Şehzade İbrahim’in bulunduğu odanın camına ahenksiz ve korkunç darbelerle vuruyordu. İbrahim yatağının içinde büzülmüş, fırlamış ve dalgın gözlerini odanın loş ışıklı duvarlarına dikmişti. Titrek bir mum ışığı duvarlara kanlı gölgeler çiziyordu. İbrahim, iriyarı, vahşi bir bostancının elinde kementle kendine doğru yaklaştığını görür gibi oluyordu. Bir aralık kapıda bir anahtarın döndüğünü işitti. Saçları diken diken, yerinden fırladı. İşte biraz sonra, kardeşleri gibi kendisi de boğazlanacaktı. Bağırmak istedi, boğazı tıkanmıştı. Ağlamak istedi, deli bir parıltıyla yanan gözleri kupkuruydu. Kapı açıldı. İçeriye kapıağası girmişti. İki büklüm hürmetkârane eğilerek: “Şehzadem. Başınız sağ olsun.
Birader-i saad ahteriniz Sultan Murad dâr-ı bekaya gitti. Taht-ı saltanat sizindir, buyurunuz!” dedi. İbrahim şaşkın, bütün adaleleri gerilmiş, birkaç adım çekildi. Hiç şüphesiz Murad, onun saltanatta gözü olup olmadığını anlamak için böyle bir hile düşünmüştü. Titrek bir sesle: “Siz bana mekr ü âl edersiz. Bana taht ü saltanat gerekmez. Karındaşım sağ olsun” dedi. Kapıağasının bütün teminatı ve ısrarları fayda vermedi. İbrahim dairesinden çıkmak istemiyor, biraderinin ölümüne inanamıyordu. Nihayet Valide Kösem Sultan geldi. “Arslanım, başın sağ olsun. Gel, çık!” diye yalvarmaya başladı. Bütün teminatlar, yeminler İbrahim’i tatmin etmiyordu. Nihayet kapıağasıyla Valide Sultan şehzadenin kollarına girerek odadan zorla çıkardılar.
Cenazenin yatmakta olduğu odanın kapısı önüne getirdiler, odaya girdiler. İbrahim, Murad’ın ölümüne hâlâ inanamıyordu. Korka korka cesede doğru ilerledi. “Yüzün açın!” dedi. Murad’ın yüzünü örten tülbendi kaldırdılar. İbrahim uzun zaman bu sararmış ölü yüzüne baktı. Murad’ın dudaklarında bir katre şarap gibi bir damla kan birikmiş, gözleri esmer çürükler içinde derinleşmişti. İbrahim kardeşinin ölümüne inandı, yüzünü örttürdü. Fakat taht odasına doğru giderken aklına tekrar dönüp bakmak, iyice emin olmak geldi. Murad’ın sararmış yüzüne tekrar uzun uzun baktı. Sarayın karanlık koridorlarını aydınlatan kâfur mumlar arasından taht odasına doğru yürüyen Sultan İbrahim, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde yeni bir devir açmaya gidiyordu. Besmele-i şerifeyle “mübarek başına” Hazreti Ömer’in imamesini giyen İbrahim: “Elhamdülillah Yarabbi ki bencileyin abd-i zaifi bu makama layık gördün!” diye dua etti.
Sultan İbrahim 24 yaşındaydı. Osmanoğulları’ndan kendisinden başka erkek kalmamıştı. İbrahim’in de hiç çocuğu olmuyordu. Başta Kösem Mahpeyker Sultan olmak üzere bütün devlet ricalini bir telaş aldı. Sultan İbrahim’den “döl almayı”4 kendilerine en mukaddes bir vazife biliyorlardı. Ömrünü dar ve kasvetli bir saray odasında her an bir ölüm korkusuyla geçirmiş olan İbrahim’in koynuna her gece bir başka cariye veriliyordu. Beyaz tenli ve kumral saçlı dilberler; ak gerdanlı, püskürme benli afetler; sarışın, esmer, buğday renkli güzeller, binbir cilve ve işveyle İbrahim’i gaşyediyorlardı. Fakat heyhat… Hiçbir gelen yoktu. Padişahın çocuğu olmuyordu. Osmanoğulları inkıraza mahkûmdu! İşte Kızlarağası Sünbül Ağa misilsiz bir Gürcü dilberi olan Zafire’yi padişaha takdim etmek üzere 450 kuruşa satın almıştı. Lakin kız zannıyla alınan bu cariye, biraz sonra, bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Çocuk o kadar güzeldi ki kızlarağası yavrucuğu evlat edindi. Zarif ve nükteci İstanbul halkı da, çocuğa derhal bir ad koydu:
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih
- Kitap AdıKızlarağasının Piçi
- Sayfa Sayısı72
- YazarReşad Ekrem Koçu
- ISBN9786050934489
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2016