Kâzım Karabekir’in yazdıkları, resmi tarihin şekerlemelerine fazla alıştırılan okuru şoke ederken, aynı zamanda Ulrich Beck’in “düşmansız demokrasi” dediği bir akımın tarihimizdeki öncülüğünü yapıyor. Hatıralarında İstiklal Savaşı yıllarındaki Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu saygıyı sık sık vurgulayan Karabekir Paşa, onun Lozan’la birlikte ‘asalaklar’ dediği türedi bir grup tarafından kuşatıldığını ve en büyük hatasının bu gruba dayanarak iktidar sürme karşılığında milletten ve özgürlük mücadelesinden kopmak olduğunu cesaretle ileri sürüyor. Hem de bu cesareti bugün değil, Tek Parti yönetiminin doruk noktası sayılan 1933 yılındaki çıkışıyla göstermiş olan Karabekir Paşa, alttan alta Mustafa Kemal Paşa’nın çevresini saran ve ülkede terör estiren gizli bir örgütün deşifresini de yapıyor.
KIZIL PENÇE adını verdiği bu gizli ve eli silahlı örgütün
* 1 numarası kimdi?
* Kimleri kullanırdı?
* Asker içinde uzantıları var mıydı?
Adam vurmaktan kitap yakmaya, insanları ve ailelerini takip ve taciz etmeye kadar çeşitli kademelerde gerçekleşen ve resmi devletin yanı başına konumlanan bu paralel devletin ipuçlarını Kâzım Karabekir’in emsalsiz analizlerinden öğreneceksiniz.
Mustafa Armağan KIZIL PENÇE’de Kâzım Karabekir Paşa’nın yazmış olduğu 3 bağımsız metinden yeni bir metin kuruyor. Paşa’nın söylediklerini netleştiriyor, mesajını anlaşılır kılıyor. Böylece Karabekir’in, çeşitli kitaplarına dağılmış bulunan keskin eleştirel bakışını, tek bir kitabın çatısı altında olanca yoğunluğu ve çıplaklığıyla okurun önüne sunuyor.
KIZIL PENÇE yakın tarihimizin kırılma dönemi olan 1922-1933 yıllarında yaşananları ‘Kral Çıplak’ sözüyle anlatılabilecek bir yalınlıkta ortaya koymayı başarıyor. Rahat üslubu ve sarsıcı tezleriyle KIZIL PENÇE’nin, yalan sisinin dağılmakta olduğu günümüzde tarihin normalleşmesi yolunda önemli bir adım olacağına inanıyoruz.
***
Kitaplarımı Yaktırana
Sende kuvvet varsa bende de hakikat var,
Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir doğar,
Ben korkmam kuvvetten, sen de korkma hakikatten,
Ondan korkanlar ayrılamaz zulüm ve zulmetten.
Halbuki,
Kimde hakikat gördünse sen ondan çok korktun,
Tevkifler yaptın, evleri bastın.
Neydi kastın?
Çok insan astın.
Tevkif olundum, köşküm basıldı,
Dört çuval evrakım da alındı,
Üç bin kitabım gece yakıldı,
Yıllarca peşime hafiye takıldı.
Fakat gördün ki, hiç korkmam ben,
Niçin ya hâlâ sen
Korkuyorsun hakikatten?
Sebil, 13 Şubat 1976, s. 3.
Önsöz
Kâzım Karabekir Paşa’yı bir elinde kılıç, öbüründe kalemle düşünmek hoşuma gidiyor, iyi bir asker; ama o kadarla bitmiyor. Aynı zamanda müşfik bir baba, kanunlara riayetten zerre kadar ayrılmayan dürüst bir vatandaş, hakkını sonuna kadar savunan medeni bir insan, inandığı dava uğruna hayatını ortaya koymayı bilen bir kahraman, zarif bir koleksiyoner, musiki ve şiirle iştigal etmiş, marş yazıp bestelemiş bir sanat amatörü, eğitim yoluyla kalkınma üzerinde düşünmüş ve icraatta bulunmuş, sanayi projeleri olan bir devlet adamı, Kürt ve Ermeni sorunlarının başımızı ağrıtacağını daha 1920’lerde öngören ve mutlaka tedbir alınmasını isteyen ileri görüşlü bir siyasetçi ve düzinelerce kitaba imza atmış velud bir kalem…
O bunların hepsi. Belki de daha fazlası…
Dolayısıyla Kâzım Karabekir’e, muhakkak kafalarımızdaki klasik ‘asker’ şablonunu bir kenara bırakarak bakmamız, bu doğrultuda ayrıca Osmanlı’nın nasıl olup da bu denli çok yönlü askerler yetiştirebildiği üzerinde imal-i fikr etmemiz gerekir. Yazdığı eserlerde kullandığı sıradan dili çözme kudretini bugün ancak edebiyat tarihi uzmanları kendilerinde görebilıyorsa, orada bir cevher ışıldıyor demektir.
Kâzım Karabekir Paşa tarihin yapılmasına katkıda bulunmuş bir şahsiyet her şeyden önce. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nda, gerekse İstiklal Savaşı’nda Doğu cephesinde kazandığı başarılar ders kitaplarında pek zikredilmese de halkın gönlüne ve hafızasına derinden kazınmış durumdadır.
Onu ayrıca Meclis’te görev yapmış bir siyasetçi olarak görürüz. Üstelik bir parti başkanıdır. Siyasî bir ideali var ve bunu arkadaşlarıyla Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurup başına geçerek göstermiştir. İzmir Suikastı davasında İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve beraat etmiş ama 1939’a kadar gözaltında sıkı ve sıkıntılı bir hayat geçirmiş. Yine de devlete ‘of’ dememiş. Hayata Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak veda ettiğinde yıllardan 1948’dir.
Ancak Kâzım Karabekir’in üçüncü bir cephesi vardır ki o da aynı zamanda ‘tarih yazan’ bir figür olmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk gibi işi şansa bırakmamış ve yaptığı tarihin hikâyesini bizzat yazmış ve geleceğe emanet etmiştir. Hem de sadece bir ‘anti-Nutuk’ olan ve yaklaşık 1,000 adet belgeyi içeren İstiklal Harbimiz’i yazmakla yetinmemiş, aynı zamanda Günlük tutarak ve başından geçenleri, askerî ve siyasî mücadelelerini oturup kaleme alarak binlerce sayfadan oluşan zengin bir külliyat vücuda getirmiştir. Yazdığı her notun arkasına mutlaka belgesini ekleyen ve daha 1933 yılı gibi resmî tarihin en coşkulu yıllarından birinde -ki aynı yıl Cumhuriyet’in 10. yıldönümü gösterişli törenlerle kutlanmıştı-, yeni rejimin en kuvvetli döneminde çıkıp elindeki belgeleri Milliyet gazetesinde yayınlama cesaretini göstermişti.
Bu yüzden evi 4 defa basılmış, dosyalarına el konulmuş, hakikatleri ortaya koymak için İstiklal Harbimizin Esasları’nı yazıp, parasını kendi cebinden ödeyerek bastırmış, sonra bunun bir gece itfaiye aracına konularak yakılmaya götürülmesine tanık olmuş, yine de mücadelesinden vazgeçmemişti. O biliyordu ki hakikatin er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır ve o gün mutlaka gelecektir.
Bir zamanlar kireç ocaklarında yakılan kitaplarının rahatlıkla basılıp satılabildiği günleri göremedi ama hakikatin hakim olacağı, rahatlıkla konuşulabileceği bir Türkiye’nin özlemiyle yandı tutuştu. Türk Tarih Kurumu’na bizzat giderek verdiği emsalsiz mücadeleyi hatırlamamak haksızlık olur. Yetkililere, “Genç nesillere tarihi, tek bir kişinin kahramanlığı üzerine kurarak anlatamazsınız. Bu, o kanlı mücadelede canını siper etmiş olan komutanlara, hele de Mehmetçiğe hakarettir. Onların haklarını nasıl yersiniz?” diye çıkıştığında takvimler 1942 yılını gösteriyordu. Yani bundan 70 yıl öncesini.
2012 Türkiye’si, Karabekir Paşa’nın 70, hatta 80 yıl önce verdiği o efsanevi mücadeleyi ve bu uğurda katlandığı türlü haksızlıkları anlayabilecek noktaya emekleye emekleye de olsa gelmiş bulunuyor. Türkiye demokratikleşme yolunda müstakbel şafağın altın ışıklarının kendisine gülmesini ve cömert vaatlerde bulunmasını beklerken, tarihin gözünün de kendi üzerinde olduğunu hiç unutmamalıdır. Biz tarihi incelerken tarih de bizi inceler çünkü. Daha doğrusu, tarihini iyi, doğru ve sağlıklı anlamak, erişilmek istenen hakikatlere götüren yelkenleri şişirecek rüzgarları beklemek, teyakkuzda olmak bugünü yaşayan insanların önünü aydınlatacak adımlardır.
Ancak bu noktada önemli olan, Türkiye’nin korkudan bir yakılıp bir söndürülen “hırsız fenerleri”ne değil, Kâzım Karabekir gibi azim ve imanla mücadele etmiş ve hakikatin nasıl yıkılmaz bir dağ olduğunu bizlere göstermeyi başarmış ‘radyumlara’ olan ihtiyacımızı vurgulamaktır. Malum, radyumu tedbir almadan kullanmak tehlikelidir; çünkü sürekli olarak içe işleyen ölümcül ışınlar (radyoaktivite) yayar. Kâzım Karabekir’in hayatı ve yazdıkları resmî tarihin radyumudur.
Bence Kâzım Karabekir hayattayken olsun, öldükten sonra yayınlanan kitaplarıyla olsun resmî tarih için kesinlikle bir radyum etkisi göstermiş ve ideoloji eliyle bir tarih kurgulayanların daima korkulu rüyası olmuştur. Resmî ideoloji onunla uğraşırken, Karabekir’in kaçınılmaz ölümcül ışınlarına maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
Bugün ‘Kemalist’ tarih görüşünün hasta ve bitap düşmesinde de Paşa’nın radyum etkisinin payı büyüktür. Mesela Karabekir’in resmî tarihte açtığı en büyük gedik, “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” cümlesinde en yetkin ifadesini bulur ve bu atomik cümleyle birlikte biz resmiyette var olmayan ve tasavvurumuzda açılan yeni bir kulvarda koşmaya başlarız.
Kazım Karabekir, elinizdeki kitapta yeniden düzenlediğimiz notlarında 1922-1933 döneminde, tam da tarihimizin bu kırılma ve yeniden inşa döneminde perde arkasında neler olup bittiğini bize en açık şekilde anlatıyor. Tarihi anlamamıza yardım ediyor. Tarihi sorgulamaya devam ediyor. Onu adeta yeniden yazıyor. Ve geleceğin tarihçilerine rengarenk ipuçları veriyor. Bu ipuçlarını değerlendirip değerlendirmemek elbette tamamen onlara kalmıştır.
2012 yılı Kâzım Karabekir Paşa’nın 130. doğum yıldönümüne denk geliyor. Bu satırların yazıldığı gün ise vefatının 64. yıldönümüydü. Kızıl Pençe başlığını koyduğumuz bu kitabın Karabekir Paşa’nın tertemiz adının gelecek nesillerce de anılmasına ve anlaşılmasına mütevazı da olsa bir katkıda bulunması ve hâlâ ışımakta olan bu ‘radyum’un nice gizlenen hakikatin ortaya çıkarılmasına vesile olması en candan dileğimdir.
Mustafa Armağan
26 Ocak 2012
*
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e
İnkılap hareketlerimizi anlatmaya aslında daha II. Meşrutiyet döneminden başlamam gerekiyordu. Ancak Meşrutiyet döneminde yaşadıklarımız üzerine ayrı bir kitap yazacağım için ayrıntıları oraya bırakıyorum. Elinizdeki kitapta ise sadece Meşrutiyet’e dair iki büyük ve yaygın yanlışı düzeltmekle yetineceğim. Şöyle ki:
1. Selanik’te kurulan ve Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adıyla faaliyete geçen cemiyetin kuruluşunda Mustafa Kemal Bey’in hiçbir etki ve katkısı yoktur. Onun Selanik’e gelişi, bu cemiyetin faaliyete başlamasından sonradır. Cemiyete girişi ise Terakki ve İttihat Cemiyeti adını aldıktan hayli zaman sonraya rastlar. Bu hakikati henüz sağ olan cemiyetin kurucularından öğrenmeniz mümkündür. Kitaplarda Hareket Ordusu’nun kurmay başkanı olarak Mustafa Kemal Bey gösteriliyor. Oysa doğrusu, Ali Rıza Paşa olacaktır. Başlangıçta Hareket Ordusu komutanı Hüseyin Hüsnü (Erkilet) Paşa, kurmay başkanı ise Mustafa Kemal Bey’di. Ancak daha sonra 3. Ordu’nun başındaki Mahmut Şevket Paşa ipleri iyice ele alınca Hareket Ordusu’nun kurmay başkanlığına Ali Rıza Paşa getirilmiştir. Onun emri altında iki tümen oluşturulmuş, 1. Tümene Hüseyin Hüsnü Paşa, 2. Tümene Şevket Turgut Paşa komuta etmişlerdi. 1. Tümenin kurmay başkanı Mustafa Kemal’di, 2. Tümenin kurmay başkam ise ben olmuştum. ¹
Bu iki hususu düzelttikten sonra şimdi de kısaca Meşrutiyet ile Cumhuriyet’in ilanları arasındaki bazı farklara değinmek istiyorum.
Bizde Meşrutiyet, Hilafet ve Saltanat makamının, yani Halife-Padişahın zulüm ve istibdadına; Cumhuriyet ise aynı makamın acizliğine ve miskinliğine karşı yapılmış olan inkılaplardır.
Meşrutiyet, her gelişmiş ülkede olduğu gibi, zulme karşı intikam ve istibdada karşı nefret duygularının, gündelik olayların ve bu olayları daha kuvvetli yansıtan sözlerle yazıların halk arasında kök salmasından sonra başlayan örgütlenmelerin istibdat kuvvetiyle çarpışması, boğuşması ve en sonun gizli bir örgütün (bizdeki İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin) hürriyeti zorla ele almasıdır. 31 Mart’ta bir “irtica hareketi”ni bastırıp müstebid padişahı (Sultan II. Abdülhamid’i) tahtından indirdikten (27 Nisan 1909) sonra artık ülkede Meşrutiyet rejimi kökleşmiş oldu. ²
Türk milleti, kazandığı hürriyeti Meşrutiyet ile koruma gücüne sahip olduğundan zaten kısa süren Meşrutiyet devrinde sırf hürriyet aşkıyla Cumhuriyet’e ihtiyaç duymamış ve böyle bir hamle için aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmeye gitmemiştir.
————
¹ ‾ Yalnız Kolağası Mustafa Kemal, bilinmeyen bir sebeple Bakırköy’e kadar geldiği halde Selanik’e geri dönmüş, Kolağası Kâzım Karabekir ise birlikleriyle Yıldız Sarayı’na kadar girmeyi başarmıştı. Karabekir bu operasyonun ayrıntılarını İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı anılarında geniş bir şekilde anlatmıştır. Bkz. İstanbul 2009, Yapı Kredi Yayınları, s. 263-279.
² ‾ Kâzım Karabekir Paşa’nın katılmadığımız bu Abdülhamid devri yorumlarında, katı İttihatçı görüşe bağlı kaldığını söylemekle yetindim. Geniş bilgi için Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı adlı kitabıma bakılabilir (2 cilt).
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme
- Kitap AdıKızıl Pençe - Karabekir'in Gözüyle Kuruluş Yılları (1922-1933)
- Sayfa Sayısı304
- YazarMustafa Armağan
- ISBN6050801187
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2012