Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kızıl Kahkaha
Kızıl Kahkaha

Kızıl Kahkaha

Leonid Nikolayeviç Andreyev

Rus dışavurumculuğunun öncülerinden Leonid Andreyev, Kızıl Kahkaha’da savaşın dehşet vericiliğini içeriden bir gözle, derin etki bırakacak bir kesit sunarak ifade eder. İçeriğine ustalıkla uydurulmuş…

Rus dışavurumculuğunun öncülerinden Leonid Andreyev, Kızıl Kahkaha’da savaşın dehşet vericiliğini içeriden bir gözle, derin etki bırakacak bir kesit sunarak ifade eder. İçeriğine ustalıkla uydurulmuş sert, soğuk ve kayıtsızca dürüst metin, yalnızca cephede olan biteni aktarmakla kalmaz, evlerinde bekleyen asker ailelerine dahi tesir eden toplu delilik halini de ele alır. Andreyev’in savaşı, atılan tüm mermilerin hedefi vurduğu bir kahramanlık öyküsü değil; kopan uzuvların, mektupları evlerine ölüm haberinden sonra ulaşan askerlerin, sonu gelmez ölüm listelerinin, insanı delirten uykusuzluğun, cephede ve evlerde ayrı ayrı hüküm süren korkunun kan donduruculuğunun öyküsüdür.

LEONİD ANDREYEV, 1871’de Oryol, Rusya’da orta sınıf bir ailenin oğlu olarak doğdu. 20 yaşında St. Petersburg Üniversitesi’nde başladı. Zor geçen üniversite yıllarında birkaç kez intihar girişiminde bulundu. Daha sonra Moskova Üniversitesi’ne geçiş yaparak hukuk eğitimi aldı. Okulu bitirdikten sonra polis muhabirliğine başladı, bu sırada hikâyeler yazıyor, dergilere ve gazetelere yolluyordu. Ünlü yazar Maksim Gorki, Andreyev’i edebî kariyerine daha fazla ağırlık vermesi konusunda destekledi. Rus dışavurumculuğunun öncüsü kabul edilen Andreyev realizm, natüralizm ve sembolizm öğelerini kendine has kötümser üslubuyla birleştirerek özgün bir tarz benimsedi. Roman ve öykülerinin yanı sıra çok sayıda oyunu da bulunan Andreyev Rus realist komedyası üzerine yoğunlaştı. İkisi de şair olan iki erkek çocuk sahibi oldu. Son romanı Şeytan’ın Günlüğü’nü tamamladıktan birkaç gün sonra, 1919’da Finlandiya’da yaşamını kaybetti.

KISIM I

BİRİNCİ PARÇA

… cinnet ve dehşet.

Adı önemli olmayan bir yolda yürürken hissettim bunu ilk kez. On saattir aralıksız, hiç durmadan, adımlarımızı yavaşlatmadan, düşenleri yerden kaldırmadan, onları büyük kalabalıklar halinde peşimizden gelen ve üç-dört saat sonra ayak izlerimizi kendi izleriyle silecek olan düşmana terk ederek yürüyorduk. Kavurucu bir sıcak vardı. Bilmiyorum kaç dereceydi: Kırk, elli ya da daha fazla; tek bildiğim sıcağın umutsuzluk verecek kadar tekdüze, aralıksız ve aşırı olduğuydu. Güneş o kadar büyük, o kadar yakıcı ve o kadar korkunçtu ki yeryüzü adeta güneşe yaklaşmıştı ve bu acımasız ateşin içinde birazdan yanıp kavrulacaktı. Gözler bakmıyordu artık. Ufalmış, haşhaş tohumu kadar küçülmüş gözbebeği, kapalı gözkapaklarının altında boş yere karanlığı arıyordu: Güneş ince zarı delip yorgun beyne kanlı bir ışık halinde giriyordu. Yine de böylesi daha iyiydi, uzun zamandır belki de birkaç saattir gözlerim kapalı çevremdeki kalabalığın hareketine kulak vererek yürüyordum: insanlarla atların ağır, düzensiz ayak sesleri, küçük taşları ezen demir tekerleklerin gıcırtısı, birinin ağır, yırtılır gibi nefesi ve çatlamış dudakların kuru şapırtısı. Ama tek söz duymuyordum. Herkes susuyordu, sanki bir dilsizler ordusu yürüyordu ve yere düşen, düşerken hiç ağzını açmıyor, düşenin bedenine takılıp başkaları da düşüyor, tek kelime etmeden ayağa kalkıyor ve etraflarına bakmadan yürümeye devam ediyorlardı, aynı zamanda sağır ve kördü sanki bu dilsizler. Ben de birkaç kez takılıp düştüm, o zaman ister istemez gözlerimi açıyordum, gördüğüm şey aklını kaybetmiş bir dünyanın vahşi hayaline ve ağır sayıklamasına benziyordu. Kor gibi yanan hava titriyordu, taşlar da titriyordu sessizce, sanki eriyip akıverecekmiş gibi; uzakta, dönemeçte saflar halinde insanlar, toplar ve atlar yerden kopmuş, pelte gibi sessizce sallanıyordu, yürüyenler sanki canlı insanlar değil cisimsiz gölgeler ordusuydu. Yere yaklaşmış koskocaman, korkunç güneş her bir tüfek namlusunun, her bir metal parçasının üzerinde gözleri kör eden binlerce minik güneş yakmıştı ve bu minik güneşler apak olana dek kızdırılmış süngü uçları gibi sipsivri ve bembeyaz her taraftan, yanlardan ve aşağıdan giriyordu gözlere. Eritip bitiren yakıcı sıcak ise bedenin en derinlerine, kemiklerin içine, beyne kadar sızıyordu ve omuzların üzerinde sallanan şey, baş değil tuhaf ve alışılmamış hem ağır hem hafif, başkasına ait ve korkunç bir küre gibi geliyordu insana zaman zaman.

Ve tam o sırada, tam da o sırada evi hatırladım birden odanın bir köşesini, gök mavisi duvar kâğıdının bir parçasını, bir ayağı diğer iki ayağından daha kısa olan ve kısa ayağının altına katlanmış bir kâğıt parçası sıkıştırılmış sehpamın üstünde duran, el sürülmediğinden tozlu kalmış içi su dolu sürahiyi. Yan odada ise ben onları görmesem de sanki karımla oğlum var. Bağırabilseydim bağırırdım, o kadar olağandışıydı ki bu basit ve sakin görüntü, bu gök mavisi duvar kâğıdı parçası ve tozlu, el sürülmemiş sürahi.

Kollarımı yukarı kaldırıp durduğumu biliyorum ama birisi beni arkadan itti; kalabalığı yararak, acelem varmış gibi yakıcı sıcağı da yorgunluğu da artık hissetmeksizin hızla ileriye doğru yürümeye başladım. Ve ucu sonu gelmeyen sessiz safların arasından, yanmış, kızarmış enselerin yanından, halsizlikten yere indirilmiş süngülere neredeyse değerek uzun bir süre böyle yürüdüm, ta ki ben ne yapıyorum, bu kadar acele nereye gidiyorum düşüncesi beni durdurana dek. Aynı aceleyle yana saptım, kalabalığı yararak boş alana çıktım, bir hendekten atladım ve kaygı içinde bir taşın üstüne oturdum, bu pürtüklü, kızgın taş sanki tüm emellerimin hedefiymiş gibi.

İlk kez burada hissettim bunu. Güneşin parıltısı içinde suskun bir şekilde yürüyen, yorgunluk ve kavurucu sıcak yüzünden ölüden farksız hale gelen, yerlere düşen bu insanların deli olduklarını anladım apaçık. Bu insanlar nereye gittiklerini bilmiyorlar, güneşin neden var olduğunu bilmiyorlar, hiçbir şey bilmiyorlar. Omuzlarının üstünde baş değil, tuhaf ve korkunç küreler var. İşte benim gibi biri, acele acele saflardan çıkıyor ve yere düşüyor; işte ikincisi, üçüncüsü. İşte bir atın kafası delice bakan kıpkırmızı gözleriyle ve dişlerini göstererek genişçe açılmış, sadece korkunç ve alışılmadık bir çığlığı ima eden ağzıyla kalabalığın üstünde yükseldi, yükseldi ve düştü. O noktada bir anlığına kalabalık yoğunlaşıyor, duruyor, hırıltılı, boğuk sesler, kısa bir silah sesi duyuluyor sonra yine suskun, sonu olmayan bir hareket. Bir saattir bu taşın üstünde oturuyorum, insanlar yanımdan geçip gidiyor, toprak yine titriyor, aynı şekilde hava da titriyor, uzaklarda hayal gibi görünen saflar da. İnsanı kurutan korkunç sıcak yine içime işliyor, bir saniye önce düşündüğüm şeyi artık anımsamıyorum, insanlar yine yanımdan yürüyorlar, yürüyorlar ve kim olduklarını anlamıyorum. Bir saat önce bu taşın üstünde yalnızdım, şimdi ise çevremde gri bir insan kümesi toplandı: Bazıları yatıyor, kımıldamıyor, belki de ölmüşler; diğerleri oturuyor ve taş kesilmiş, geçenlere bakıyorlar tıpkı benim gibi. Bazılarının tüfekleri var ve askere benziyorlar, diğerleri neredeyse çırılçıplak haldeler ve derileri o kadar kızarmış ki insan bakmak istemiyor. Biraz ötemde çıplak bir adam yüzükoyun yatıyor. Yüzünü sivri ve kızgın bir taşa kayıtsızca dayadığına ve yana bırakıverdiği avucunun beyazlığına bakınca ölü olduğu anlaşılıyor ama sırtı canlı birininki gibi kırmızı, sadece tütsülenmiş et gibi sarımsı ince bir tabaka ölü olduğunu gösteriyor. Ondan uzaklaşmak istiyorum, ancak gücüm yok ve yalpalayarak yürüyen, hayal meyal görünen, başı sonu belirsiz saflara bakıyorum ben de iki yana yalpalayarak. Başımın durumundan biliyorum, az sonra beni de güneş çarpacak ama bunu sakin sakin, olağanüstü ve karmakarışık görüntüler yolunda ölümün yalnızca bir aşama olduğu bir rüyada gibi bekliyorum.

Bir askerin kalabalığın içinden çıkıp kararlı adımlarla bize doğru geldiğini görüyorum. Bir an hendekte kayboluyor, hendekten çıkıp tekrar yürümeye başladığındaysa adımları kararsız ve sağa sola dağılan bedenini son bir toplama çabası hissediliyor. Öylesine dosdoğru üzerime geliyor ki beynimi ele geçirmiş olan ağır uyku hali içinde korkuya kapılıyorum ve, “Ne istiyorsun?” diye soruyorum.

Sanki tek bir söz bekliyormuş gibi duruyor, koca gövdesi, sakalı ve yırtık yakasıyla dikiliyor. Tüfeği yok, pantolonu tek bir düğmeyle duruyor üzerinde ve söküğün içinden beyaz bedeni görünüyor. Kolları ve bacakları iki yana savruluyor, galiba onları toplamaya çalışıyor ama beceremiyor: Bedenine bitiştirir bitiştirmez yine iki yana açılacak kolları.

“Neyin var senin? Otursan daha iyi olur,” diyorum. Fakat dikiliyor, başarısız bir şekilde toparlanmaya çalışıyor, susuyor ve yüzüme bakıyor. Elimde olmadan taşın üstünden kalkıyorum, iki yana sallanarak gözlerinin içine bakıyorum ve bu gözlerde dehşetin ve cinnetin dipsiz uçurumunu görüyorum. Herkesin gözbebekleri daralıp küçülmüşken onunkiler bütün gözünü kaplayacak şekilde genişleyip yayılmış; bu kocaman kara pencerelerden nasıl bir ateş denizini görmek zorunda! Belki bana öyle geldi, belki de bakışlarında sadece ölüm vardı ama hayır, yanılmıyorum, bir kuşunki gibi dar, turuncu bir halkayla çevrelenmiş bu kara, dipsiz gözbebeklerinde ölümden daha fazlası var, ölüm dehşetinden daha fazlası.

Git!” diye bağırıyorum geri çekilerek. “Git!”

Ve sanki tek bir söz bekliyormuş gibi üzerime düşüyor, ayaklarımı yerden kesiyor koca gövdesiyle, kolları bacakları sağa sola dağılmış ve suskun. İrkilerek ezilen bacaklarımı kurtarıyorum, ayağa fırlıyorum ve insanlardan uzağa, güneşli, insanların olmadığı, titreyen ufukta bir yere doğru koşmak istiyorum, tam bu sırada sol tarafta, tepede bir patlama sesi, yankı gibi hemen ardından iki tane daha. Başımın üstünden bir yerden neşeyle, çok sesli bir ciyaklamayla, bir çığlık ve ulumayla uçuyor bir el bombası.

Önümüze geçtiler!

Artık ne ölümcül sıcak ne bu korku ne de yorgunluk var. Zihnim açık, düşüncelerim net ve keskin; hizaya girmekte olan saflara doğru soluk soluğa koştuğum sırada adeta neşeleri yerine gelmiş, aydınlık yüzler görüyorum, boğuk ama yüksek sesler, emirler, şakalar duyuyorum. Güneş rahatsız etmemek için sanki daha yukarı tırmanmış, donuklaşmış, zayıflamış ve işte yine cadı gibi neşeli bir çığlık atarak havayı yırtıyor bir el bombası.

Yaklaştım.

İKİNCİ PARÇA

… hemen hemen tüm atlar ve tüm ekip. Sekizinci bataryada da durum aynı. Bizim on ikinci bataryada ise üçüncü günün sonuna doğru sadece üç top kalmıştı, diğerleri vurulmuştu, altı topçuyla subay olarak bir tek ben kalmıştım. Yirmi saattir gözümüzü kırpmamıştık, boğazımızdan tek bir lokma geçmemişti, üç gündür bir cinnet bulutuyla çevremizi saran şeytanca bir gümbürtü ve çığlık bizi yerden, gökten, kendi askerlerimizden ayırıyordu ve sağ kalan bizler uyurgezer gibi dolanıyorduk ortalıkta. Ölüler sakin sakin yatıyorlardı, bizler ise hareket etsek de, işimizi yapsak da, konuşsak da, hatta gülsek de uyurgezer gibiydik. Hareketlerimiz kendinden emin ve hızlıydı, emirler açık, icraat doğruydu ama birine kim olduğunu aniden soracak olsanız bulanıklaşmış beyninde sorunun yanıtını bulması zordu. Bütün yüzler rüyada gibi, çok eskiden beri tanıdık geliyordu ve olup biten her şey, çok eskiden beri bilinen, bir zamanlar olmuş anlaşılır şeyler olarak görünüyordu; ama birinin yüzüne ya da bir topa dikkatle bakmaya başladığımda veya bir gümbürtü duyduğumda bunların hepsi yeniliğiyle ve sonsuz gizemiyle beni şaşırtıyordu. Farkına varmadan gece oluyordu ve geceyi görmeye, nereden çıktığına şaşırmaya daha vakit bile bulamadan güneş tepemizde tekrar yanmaya başlıyordu. Muharebenin üçüncü gününe girildiğini ancak bataryaya yeni gelenlerden öğreniyorduk, ânında da unutuyorduk bunu: Hep aynı, başı sonu olmayan gün devam ediyormuş gibi geliyordu bize; bazen karanlık, bazen aydınlık ama aynı ölçüde anlaşılmaz, aynı ölçüde kör. Hiçbirimiz ölümden korkmuyorduk, çünkü ölümün nasıl bir şey olduğunu anlamıyorduk.

Ya üçüncü ya da dördüncü gündü anımsamıyorum, bir dakikalığına siper korkuluğunun arkasına uzanmıştım ve gözlerimi kapar kapamaz yine o tanıdık, o olağanüstü görüntü çıktı ortaya: gök mavisi duvar kâğıdı parçası ve sehpamın üstünde el sürülmemiş, tozlu sürahi. Yan odada ise, ben onları görmesem de sanki karım ve oğlum var. Yalnız, masanın üstünde yeşil abajurlu lamba yanıyor şimdi, demek ki akşam ya da gece olmuş. Görüntü hareketsizdi ve ben uzun bir zamandır çok sakin ve çok dikkatli bir şekilde ışığın sürahinin kristali içinde oynayışını inceliyor, duvar kâğıdına bakıyor, oğlumun neden uyumadığını düşünüyordum: Gece olmuştu, uyku vakti gelmişti. Sonra duvar kâğıdını, bütün bu kıvrımları, gümüş çiçekleri, kafesleri ve çizgileri tekrar incelemeye başladım, odamı bu kadar iyi bildiğimi hiç düşünmezdim. Arada bir gözlerimi açıyordum, birtakım güzel alev şeritleriyle çizilen kara gökyüzünü görüyordum sonra tekrar gözlerimi kapatıyordum, duvar kâğıdını, parlayan sürahiyi inceliyordum yine ve oğlumun neden uyumadığını düşünüyordum: Gece olmuş artık, uyuması gerekir. Bir keresinde biraz ötemde bir el bombası patladı ve birisi bacaklarımı sarsarak, çok yüksek sesle, patlama sesinden daha da yüksek bir sesle bağırdı, “Birisi öldü!” diye düşündüm ama yerimden doğrulmadım, gözlerimi gök mavisi duvar kâğıdından ve sürahiden ayırmadım.

Sonra ayağa kalktım; yürüyor, emirler veriyor, yüzlere bakıyor, nişan alıyordum ama hep düşünüyordum: Oğlum neden uyumuyor? Bir keresinde bunu arabacıya sordum, arabacı bana uzun uzun ve ayrıntılı olarak bir şeyler açıklıyordu, ikimiz de başımızı sallıyorduk. Arabacı gülüyordu, sol kaşı oynuyordu ve gözünü arkadaki birine kurnazca kırparak işaret ediyordu. Arkada ise birinin ayak tabanları görünüyordu, başka da bir şey yoktu.

Bu sırada ortalık artık aydınlanmıştı ve birdenbire yağmur çiselemeye başladı. Aynı bizim yağmurlar gibi en sıradan su damlaları. Yağmur o kadar beklenmedik, o kadar yersizdi ve hepimiz ıslanmaktan o kadar korkmuştuk ki topları bırakıp ateş etmeyi kestik ve ilk bulduğumuz yere saklandık. Biraz önce konuştuğum arabacı, sürünerek top arabasının altına girdi ve orada uyuklamaya başladı, oysa her an ezilebilirdi, şişman topçu çavuşu nedense bir ölünün giysilerini çıkarmaya koyulmuştu, bense telaşla oraya buraya koşturuyor, bir şey arıyordum bataryada, yağmurluk desem değil, şemsiye desem değil. Gökyüzünü kaplayan buluttan yağmur damlalarının düştüğü bu çok geniş alanın her yanına olağanüstü bir sessizlik çöktü ansızın. Bir şarapnel gecikmiş tiz bir çığlık atıp patladı, sonra yine sessizlik oldu, öyle bir sessizlik ki şişman topçu çavuşunun burnundan sesli sesli soluması ve damlaların taşlarda, topların üzerinde bıraktığı tıpırtı bile duyuluyordu. Sonbaharı anımsatan bu hafif, kesik kesik tıpırtı da ıslak toprak kokusu da sessizlik de kanlı ve vahşi karabasanı sanki bir anlığına dağıttı ve yağmurdan ıslanıp parlayan topa baktığımda beklenmedik ve tuhaf bir şekilde sevimli, sessiz bir şeyi anımsattı top bana, çocukluğum desem değil, ilk aşkım desem değil. Ama uzaklarda bir yerden çok gürültülü ilk atış sesi duyuldu ve bir anlık sessizliğin büyüsü yok oldu; insanlar, girdikleri gibi ansızın çıktılar saklandıkları yerlerden; şişman topçu çavuşu birine bağırmaya başladı; bir top gümbürdedi, ardından ikincisi, kanlı, yoğun bir duman kapladı yine yorgun zihinleri. Yağmurun ne zaman durduğunu hiç kimse fark etmedi; benim tek anımsadığım, ölü topçu çavuşunun üstünden, onun şişman, sölpük, sarı yüzünden akan suydu, yağmur oldukça uzun bir süre yağmış olmalıydı…

… Önümde gencecik bir gönüllü asker dikiliyor ve elini şapkasının siperinde tutarak generalin bizden sadece iki saat dayanmamızı istediğini, destek geleceğini rapor ediyordu. Oğlumun neden uyumadığını düşünüyor ve ne kadar gerekiyorsa o kadar dayanabileceğim yanıtını veriyordum. Fakat o anda olağanüstü ve hayret verici solgunluğuyla delikanlının yüzü dikkatimi çekmişti nedense. Bu yüzden daha beyaz bir şey görmemiştim: Ölülerin bile yüzünde bu gencecik, bıyıksız yüzdekinden daha fazla renk vardır. Bize gelirken yolda çok korkmuş ve kendine gelememiş olmalıydı; elini şapkasının siperinde tutmasının nedeni de bu alışılmış ve basit hareketle o delice korkuyu def etmekti.

“Korkuyor musunuz?” diye sordum, dirseğine dokunarak. Ancak dirseği tahta gibiydi, kendisiyse usulca gülümsüyor ve susuyordu. Daha doğrusu, dudakları gülümsüyormuş gibi kasılıyordu, gözlerinde ise yalnızca gençlik ve korku vardı, başka bir şey değil. “Korkuyor musunuz?” diye yineledim şefkatle.

Bir söz söylemeye çabalarken dudakları kasılıyordu ve o anda anlaşılmaz, korkunç, olağandışı bir şey oldu. Sağ yanağıma sıcak bir rüzgâr vurdu, beni kuvvetle sarstı, hepsi bu, gözlerimin önünde, o soluk yüzün yerinde artık kısa, küt, kızıl bir şey vardı ve bu şeyden sanki kötü resmedilmiş tabelalardaki yeni açılmış bir şişeden dökülür gibi kan akıyordu. Ve bu kısa, kızıl, akıcı şeyde bir tür gülümseme, dişsiz bir kahkaha devam ediyordu hâlâ; bir kızıl kahkaha.

Onu, bu kızıl kahkahayı tanıdım. Onu arıyordum ve bulmuştum bu kızıl kahkahayı. Bütün bu sakatlanmış, parçalanmış, tuhaf bedenlerdeki şeyin ne olduğunu şimdi anlamıştım. Kızıl kahkahaydı bu. Gökyüzündeydi, güneşteydi ve yakında bütün dünyaya yayılacaktı bu kızıl kahkaha!

Onlarsa uyurgezerler gibi apaçık ve sakin…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıKızıl Kahkaha
  • Sayfa Sayısı104
  • YazarLeonid Nikolayeviç Andreyev
  • ISBN9789750758669
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ateş, Güneş ve Ada ~ Ertürk AkşunAteş, Güneş ve Ada

    Ateş, Güneş ve Ada

    Ertürk Akşun

    İNSAN BİLMEDİĞİ CENNETİ DEĞİL, BİLDİĞİ CEHENNEMİ YAŞAMAYA MEYİLLİDİR. Ateş her şeyi dener ve sınar Onu ancak tek bir şekilde öğrenebilirsin; Yanarak… En kötü şey...

  2. Nefes Rivayetleri ~ Ozancan DemirışıkNefes Rivayetleri

    Nefes Rivayetleri

    Ozancan Demirışık

    Yüzyıllardır aramızda yaşayan, zamanın içerisinde süzülüp giden, imparatorlukların kuruluş ve yıkılışına tanıklık eden bir adam. Göktürk Kağanlığı’nda doğdu, ölümsüzlüğünü keşfeden Kam Ana Kambur adını koydu:...

  3. Saat Canavarı ~ Miyase SertbarutSaat Canavarı

    Saat Canavarı

    Miyase Sertbarut

    Tik tak, tik tak!.. “Kendimi bildim bileli saatlere ilgim var. Kendimi bilmeden önce de varmış, yani bebekken… O günlerden söz edenler, saati olmayanların kucağına...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur