Tam şu anda arka kapağı çevirdin, değil mi?
Gerçekten çok akıllıyım.
İnsan bir kitabın arkasını, “bakalım arka kapağı da Ön kapağı kadar güzel mi” diye değil, “bu kitabı neden okumalıyım” sorusuna cevap bulmak için çevirir. Genellikle de yazarın ünlü tanıdıklarının ve editörünün “kendinizden bir şeyler bulacaksınız”, “hayal gücünün sınırlarını zorluyor”, “olağanüstü bir hikâye”, “kendine has diline hayranım” gibi kocaman övgüleriyle karşılaşırız. Doğrusu ben övgüden fazla hoşlanmam ama daha da geçerli nedenim, benim ünlü tanıdıklarım yok. Beni hayatta belki bir tek annem övmüştür (o da camları güzel sildiğim için ha), ancak onun da kitap yazdığımdan haberi yok. Kaldık mı gene dımdızlak! O zaman kendi arka kapağımı kendim yazarım. Hiç! Sonuçta içinde ne yazdığını en iyi ben biliyorum. Hem kendime karşı öyle kolpa övgüler dizmem de. İlkin buraları boş bırakalım istiyordum. Böyle ferah ferah… Ama arka kapağı boş bırakılan bir kitap, yarattığı cevapsızlıkla tokat atan bir kitaptır. Övgu sevmiyoruz dediysek kitapseveri dövelim de demedik! Eğer soruna cevap olacaksa, bütün kitaplar tek bir nedenle okunur: “Hissetmek” için. Başka hayatları, başka duyguları, başka ruhları hissetmek için… Ben buraya ne yazarsam yazayım, sana bu kitabı okurken neler hissedeceğini izah edebilir miyim? Mümkün mü? Yok öyle üç kuruşa beş köfte. O zaman içeride dönen muhabbetten birkaç kuple attırıp çeneyi kapatmaktan başka yol yok. Eyvallah.
Blog dünyasının en harbi kızından “öyle şeyler sadece filmlerde olur” diyemeyeceğiniz yazılar…
***
Kendimden Bahsedecek Değilim
Şebnem Ferah şarkıları gibiyim, hırtlağına kadar birinci tekil şahıslara bulanmışım. Bir şey anlatacaksam “ben bir gün gidiyordum”, “ben bir gün geliyordum”, “ben ben idim ben idim” diye başlıyorum anlatmaya. Görmemişin iyelik eki olmuş, linkleri görebilmek için iye olmuş. Halbuki hep Orhan Gencebay gibi çoğul, gsm şirketleri kadar kapsama alanı geniş olmak isterdim. Kendi hakkımda her zaman çok konuşmama rağmen hakkımda hiçbir şey anlatmıyorum. Kendimden bahsetmeyi sevmem, kendimi yazmayı sevdiğim kadar. Bana sorular hazırlıyorum, cevaplarını önceden avcuma yazıyorum, kopya çektiğimi bana asla söylemiyorum.
90’lı yıllar harikaydı, 80’ler unutulmaz, 60’lar gibisi var mı muhabbetlerinden hiçbir bok anlamam. Benim en güzel yılım 9 sene önceydi.
13 yaşında ülkücüydüm, 18 yaşında komünist. Aralıklı olarak faşist, sık sık da liboşum. Kişilik bölünmesi dedikleri şeyi kendime çok yakıştırıyorum. Üzerimde güzel duruyor. Modası geçse bile giyerim diye düşünüyorum. Hiç dayanağı olmayan ve asla somutlaşmayacak planlar yapıyorum. Mesela “önümüzdeki ay Peru işi oldu olacak, yarın suşi pişireyim, haftaya James Blunt bize gelince saten nevresimleri sererim” diyebiliyorum. Asla yapamayacağım şeyleri hayal etmek bana yetmiyor, bir de bunları anlatmam, resmetmem gerekiyor. Bilirim ki asla ciddiye alınmıyorum. Hı hı, büyük insan olacaksın! Ya, evet, ruj reklamlarına çağıracaklar! Tabii tabii Erzurum’a vali olarak atandın! Ciddiye alınmamaktan zevk alıyorum. Yukarı tükürsen de güzel, aşağı tükürsen de güzel, yüzüne tükürsen de. Tükürmek ne güzel ne güzel.
Hep ne işle meşgul olduğumu soruyorlar, nedenini biliyor musun? Biliyor musun, bilmiyor musun, bilmiyorum, ben de bilmiyorum. İşimin iş aramak olduğunu söylemiş miydim? Bazen “gayfeye çaycı aranıyo” yazan bir cama bakarken bile çaycı oluyorum. Bıyıklı adamlara çay servisi yaparken humarda karısını kızım ütülen oluyor. O dakika kafasına çay tepsisini indirip kulağını ısırmaya başlıyor, ellerimle burun deliklerinin ikisine birden çay kaşığı sokuyorum. Şarapsızlar üstüme çullanıp hem dayak hem de işten atıyorlar. Bi bakmışım hâlâ “çaycı aranıyor” ilanına baktığım yerdeyim. Bu iş de olmadı gördün mü? Amann, işiniz başınıza çalınsın!
Unutma yarın marketten bir kilo “ben kulun değil miyim” alınacak
Herhalde bir Siminya için en kaymaklı dedikodu; kendisi sokak süprüntüsü gibi gezinirken, orada burada hakkında “bir sanat sitesinde editörmüşşş, bilişimciymiş, jurnalistmişş, tıravelist mıravelistmişş, fakirden asla almaz zenginlere sırayla verirmişş” denmesidir. Sen ilkokul terk ol, Samanpazarı’ndan giyin, iş ararken CV istediklerinde “inşallah pahalı bişey değildir” diye düşün ama tutup seni telaffuzu bile zor yerlere layık görsünler! Kaymağın hakikisi burada, gel baba gel.
Bu büyüyü bozmak istemem ama bozayım lan anasını satayım. Eğer yakın zamanda Kenya’da bir dinozor fosili kazısına, Peru’da edebiyat kongresine vs. davet edilmezsem gündeliğe giden ablamla takılacağım. Gayet de iyi kazanıyor. Üç tane kapı silip yaz tatilini Türkbükü’nde kum bükücülükle geçiriyor. Sosyete temizlikçisi o; afili, cakalı, fiyakalı. Dizilerde gördüğümüz saftirik Emine tiplemeleri gözünün önüne gelmesin, onlar sadece varoş halkını en fazla temizlikçiliğe layık gören Türk dizilerinde olur. Emineler Bihterlerle aynı katta çay içemez! Gelecek sezon kanal yumuşak g’de.
Bu iş olmazsa son çırpınışımı yapıp kutsal bir amaç uğruna bir dizi seyahate çıkacağım. Ülkede ne kadar 70 yaşını aşkın azgın dede varsa toplayıp ikinci sünnetlerini yapacağım, biraz daha derinden olacak bu ikincisi. Anlarsın ya. Kurtarıcıları olacağım ama onlar bunu bilmeyecek. Hatalı ve aşırı kullandığı için errör veren bir sıracalıya (sıracalı halk dilinde her şey demektir, alaya alınan her şey, burada ise çük anlamında kullanıldı) sahip olan babam gibi; pijama batırmaktan, izdivaç programlarında “geceler çoh zor oluyo” yakarışlarından tamamen kurtulacaklar. Gençliklerinde dünyayı döndüren parçanın şimdi contası eskimiş musluktan sadece madde olarak farklı olduğunu öğreteceğim onlara. Ve bi bakmışın bu işin duayeni olmuşum. Piyangocu Nimet Abla gibi şubelerim açılacak, “tarihteki ilk kökten sünnetçi” olarak hafızalarda yer edineceğim. Hayırla yâd edileceğim, bittabi. Kendimle daha şimdiden gurur duydum… Gözlerimden bi çok damla yaş süzüldü… Bayraklar göndere çekildi.
Göründüğüm gibi değilim, olduğum gibi hiç değilim, olmam istendiği gibi olamadım, görünmem istenmediği gibi göründüm. Çok yazarım az konuşurum, daha konuşmasını bile bilmem. Dahi anlamındaki de adlı birinden, ünlülerin toplanıp “çile bülbülüm çile” şarkısını söylemesinden, bisküvilere katılan peynir suyu tozu adlı maddeden fena halde korkarım, ödüm bokuma karıştı mı diye gider bakarım. Yo, tabii ki de gidip bakmam, arada böyle yalanlar atarım.
İlkokul öğretmenimden sıkı dayaklar yedim. Kanserden öldüğünde “işte bu” demiştim. Hayatımda en çok bu tepkimden utandım.
Ankara’nın ünsüz bir barında güzel sessiz bir şarkıcıyım. Gecede 100 lira alıyorum, bedavaya gidiyor, 15 dakikaya dönüyorum. İngilizce, İspanyolca ve Rusça biliyorum. İspanyol şarkıcıların götleri kesiliyormuş gibi bağırışlarına tahammül edemem. Boğa güreşi desen keza öyle, domates festivaline hiç girmeyelim. İspanyollar dünyanın en gereksiz insanları, bunu bilir bunu bilmem. Zaten İspanyolca da bilmem, Türkçeden başka dil bilmem. Arada yalan attığımı daha önce söylemiştim.
Özdemir Asaf “yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin yine de sen bilirsin” derken düpedüz yalan söylüyordu. Yalanlar gerçekler kadar incitmiyor insanı.
Keşke marketten biraz daha “yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle” alsaydım…
Gel Konuşalım Önce
Ben kısaca S. Ç.
Bir insana -ki hayvana sorulunca cevapsız kalması muhtemel- “bana biraz kendinden bahseder misin” diye sormak cesur bir girişimdir ve dinlemeye kafa ister. Muhatabının “sene dokuz yüz şu, Kütahya Domaniç’te annemden iki kilo yedi yüz elli gram olarak dünyaya gelmişim, te o zamandan belliymiş büyüyünce pürmüzcü olacağım” diye başlayan, sizi, saat gibi gelen dakikalar boyunca dinleme gülüşü ve “aaa çok ilginçmiş” arasına sıkıştıracak bir “ben küçükkene” taarruzuna maruz bırakabilir. Neyse ki sohbet başlatma âdetlerimiz arasında, talk show programlarımızı ve Amerikan ithali dizilerimizi saymazsak böyle soru kalıpları yok. Umarım kıyamete kadar da olmaz.
Bazı hikâyeler anlatmak istiyorum. Hikâye dediysem kaba etten sallama sanma ha! Böyle düşünüldüğü zaman gerçekten kızıyorum. Kendi hayatımdan ufak tefek parçalar işte. Öyle çok imrenilecek bir hayat olmamasına rağmen anlatmakta bu kadar ısrarcı olmamın sebebini ben de pek çözmüş değilim. “İlahi bir güç bana yazmamı söyledi” gibi bir yalan atabilirim ya da “yıllar yıllar sonra uzaylılar bir Ankaralı gencin nasıl yaşadığını benim anlattıklarım sayesinde öğrenecekler” gibi bir inanca çılgınca sarılabilir, buna beni dinleyen herkesi aynı çılgınlıkta inandırabilirim de. Ama şu an böyle saçmalıklar yapmak istemiyorum. Tek is-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıKız Kısmı
- Sayfa Sayısı336
- YazarSiminya
- ISBN9751032348
- Boyutlar, Kapak13,7x21,5, Karton Kapak
- YayıneviSayfa6 Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi ~ Cezmi Ersöz
Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi
Cezmi Ersöz
İşte o zaman, sevgili diye, hayat diye baktığınız her boşluğu, artık sadece sizin o yaralı benliğiniz doldurur. Nereye, hangi kalabalık şehre gitseniz, peşinizden o...
- Piç Güveysinden Hallice ~ Sami Hazinses
Piç Güveysinden Hallice
Sami Hazinses
İnsan neyle yaşar sorusunun cevabıydı “kadın”. Babama desem ki, “’Baba, sen bana adam olamazsın derdin ama bak ben Superman oldum”, kuvvetle muhtemel bana diyeceği...
- Başkaldıran İnsan ~ Albert Camus
Başkaldıran İnsan
Albert Camus
"Başkaldıran İnsan", başkaldırının kendisidir, ama ılımlı ve insanın boyutlarında. "Başkaldıran İnsan", adalete ve özellikle doğruluğa vurgundur, mutlak olan'ın iğvasından, mitoslardan, gurur, horlanma ve kanın romantik başdönmelerinden uzak durur. Ama insan, ne ise, o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yadsıma onu intihara mı, yoksa bir başkasını öldürmeye mi götürür? "Hayır!" demeyi bilen insandır "Başkaldıran İnsan", ama kime, neye, nerede, nasıl? Başkaldıran insanı kuşatan 'hayır'ın içeriği nedir? Bunun yanıtı "Başkaldıran İnsan"da...