Bağırmayan Anneler kitabının yazarı Hatice Kübra Tongar’ın uzmanlığı ve deneyimleriyle desteklenen bu kitap, modern dünyadaki ebeveynlik zorluklarına ve çözüm önerilerine odaklanıyor. Cinsiyet rollerine karşı yapılan her türlü olumsuzlukla mücadele edebilen, teknolojiyi yönetebilen, öz güvenli, kendine saygı duyan, Rabbiyle bağ kuran, iç sesini işiten bir kız çocuğu yetiştirmenin yol haritası için doğru ana baba duruşları, bu kitabın satırlarından evlerinize ulaşıyor. Güçlü örnekler ve anekdotlarla sizi motive ederken kapsamlı araştırmalar ve pedagojik yaklaşımlarla da verilen bilgileri destekleyen bu kitap, kız çocuklarının potansiyelini keşfetmek ve onlara rehberlik etmek için tüm ebeveynlere bir yol haritası sunuyor.
Kendinizi ve kız çocuğunuzu daha iyi anlamak, onların geleceğini şekillendirecek adımları atmak için “Kız Çocuğu Yetiştirmek” bu çağda kız annesi ve babası olma kaygılarınızı bir nebzede olsa hafifletecek.
Hatice Kübra Tongar’ın değerli bilgileriyle dolu bu eser, ebeveynlik yolculuğunuzda size rehberlik edecek…
HOŞ GELDİN KIZIM…
NE İYİ ETTİN DE GELDİN!
Otuz üç yaşındayım. Dünyanın en mahcup edici daveti, en muazzam ziyareti nasip olmuş. Hac için Kâbe yollarındayım. Büyük oğlum on, küçük oğlum beş yaşında. İki erkek evlat annesi olarak yüreğimin içinde, derinlerde bir yerde “Bir kızım olsa…” duası dilleniyor. Rabbimin “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir. Yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten de yaratır” (26:49) ayeti doluyor zihnimin dehlizlerine. “Ya Rabbim, aslanlar gibi iki erkek evlat nasip ettin. Bir de kızım olsa…” niyazı dökülüveriyor dilimden ama peşi sıra bir utanç kaplıyor içimi. Kendi kendime söyleniyorum. “Rabbin anne olmayı nasip etmiş, seni annelik nimetiyle şenlendirmiş. Evladın kızı erkeği mi olur? Ne biçim dua bu!” diyorum içimdeki sese. Zihnim doğru söylüyor: Evladın kızı erkeği olmaz! “Ama…” diye söze başlıyor yüreğim. “Sonuçta Allah dilediğine istediği cinsiyeti vereceğini buyurmuyor mu? Benimki sadece bir dua, bir niyaz. Kabul olursa demek ki hayırlıdır. Yok kabul olmazsa demek ki hayırlı değildir. Karar Rabbimin. Başımın üstüne…” diyorum ve içimde mevzuyu kapatıyorum.
Hac boyunca hesapsızca, plansızca iki esma-i ilahiye dökülüp duruyor dilimden. “Ya Hayy, ya Kayyûm” zikirleriyle Kâbe’yi tavaf ediyorum. Hayy ve Kayyûm… Her şeyi yaratıp can veren, her şeyin varlığı kendisine bağlı olan Rabbim.
Hacdan annelik müjdesiyle dönüyorum. Rabbim üçüncü defa en yaldızlı ambalaj kâğıtlarına sarılmış, en muhteşem paketlere konulmuş bir hediye iliştiriyor hayatıma. “Yeniden anne olacaksın” diyor. Dünyanın en korkutucu, en telaşlı, en kaygılı, bir taraftan da en muazzam duyguları aynı anda dolar mı insanın içine? Doluyor. Ve bir soru yankılanmaya başlıyor zihnimde: Acaba küçük bir erkek mi can buluyor ayet ayet bedenimde? Yoksa bir kız çocuğu müjdesiyle mi geliyor bana bu ilahi hediye?
Aradan aylar geçip doktorumuz cinsiyetini söylediğinde, daha doğrusu tahmin ettiğinde, tanıdık cümleler duyuyoruz eşimle:
“Bir oğlunuz olacak.” Demek ki kız annesi olmak hayırlı değil benim için, diyorum. Rabbim ne derse başımın üstüne. Şükrederek bedenimde büyüyen oğluma sesleniyorum: “Hoş gelesin yavrum, hoş gelesin oğlum!” diyorum.
O günden sonra gözüm mavi kıyafetlere, mavili eşyalara takılmaya başlıyor. Ağabeylerinden kalan giysileri çıkarıp tasnif ediyorum yavaştan. Aradan yine bir ay geçiyor. Mutat kontrolümüzde doktorumuz daha dikkatli bakıyor ultrason aletinin ekranına. “Bir dakika,” diyor. Bu defa görünen daha net, daha başka. “Ah tatlı kız! Sen şaka mı yaptın bize?” diye gülümsüyor.
Sonrası şaşkınlık…
Sonrası muhabbet…
Sonrası korku…
Sonrası heyecan…
Bir kızım olacağını öğrendiğim an yüreğimde inanılmaz bir sorumluluk hissediyorum. Erkek çocuğun anneden alacağı şeylerle kız çocuğun alacağı şeyler farklıdır çünkü. Kız çocuk anneye bakar, kendini görür. Annesinin güldüğüyle güler, annesinin sevdiğini sever, annesinin “Of” dediği şeyden kaçınır, annesinin sevmediğini sevmemeye çalışır. Böyle böyle kendini inşa etmeye başlar.
Hamileliğimde bazı sözler verdim kendime ve her yeni gün bu sözleri yinelemeye çalışıyorum.
Kendime diyorum ki:
Toplum, “Şansım olsaydı erkek gelirdim dünyaya!” diyen kadınlarla dolu. Sen kadın olmanın şükrünü yaşat kızına.
Toplum, evinin işini yapmayı “Hizmetçilik” diye ananlarla dolu. Sen bir evin düzenini sağlamanın keyfini öğret yavruna.
Toplum, saçını süpürge etmeyi marifet sananlarla dolu. Sen günlük koşuşmalar içinde kendini ihmal etmemeyi göster kızına.
Toplum, türlü kozmetikle nasıl kusurlar gizlenir diye dertlenenlerle dolu. Sen gülümsemekten daha güzel bir makyaj olmadığını öğret evladına.
Toplum, yorgun olmayı mutsuzluk sananlarla dolu. Sen yorgunluğun içindeki şükrü fark ettir yavruna.
Toplum, sürekli dert anlatan kadınlarla dolu. Sen derdini sadece Rabbine sunmayı anlat kızına.
Toplum, öğlene kadar uyuyup “Kalksam ne yapacağım ki?” diyen insanlarla dolu. Sen bir hayali olmanın ve o hayale yürürken uykularını kaçırmanın güzelliğini göster evladına.
İşte bu kitap, tüm bu niyetlerin bir kılavuzu olması duasıyla bir kız çocuğunun nahif dünyasını biyolojik, psikolojik ve nörolojik süreçleriyle anlatma sürecimin meyvesidir. Sadece literatür bilgisini değil, bir kız annesi olarak yaşadığım heyecanı, korkuları, kaygıları ve gayreti kitabın satırlarında bol bol bulacaksınız. Çünkü bilirsiniz, teori ayrıdır pratik çok çok ayrı.
Bu kitaptaki cümlelerin farkındalığıyla tek bir kız çocuğu daha sağlıklı gelişir, daha mutlu yaşar, daha huzurlu büyürse amacıma ulaştım demektir.
Dostlarım iyi bilirler, her şeyin başına içten gelen bir niyet koyarım. Niyet hayır olursa akıbetin de hayır olmasının yolu biiznillah, açılmış sayarım. Bu kitabın niyeti, duası, temennisi dilerim şu olsun:
Rabbim her kız çocuğuna ileride “Aynı anneme benzedim” cümlesini iftiharla kurdurtsun.
Âmin, âmin, âmin…
Mürüvvet’in kızı
Meva’nın annesi
KIZ GİBİ KIZLAR YETİŞTİRMEK
Çağımız, başka bir çağ. Her çağın kendine özel bir ruhu olduğu gerçeğinden yola çıkarak diyebiliriz ki; bu çağın ruhu, insana özel, biricik, fıtrat ruhunu ortadan kaldırmak üzere programlanmış gibi…
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından bu yana hız arttırarak empoze edilen bir cinsiyetsizleştirme furyası var. Kadının ve erkeğin “insan” paydasında buluşması iyi niyetini kuşanmış gibi gözüken, dilinde “Neden insanları cinsiyetlerine göre ayırıyoruz ki? İnsan, insandır!” sloganları olan ve merkezine “onuru” ve “sevgiyi” aldığını iddia eden bir nesli ifsat propagandası bu.
Ha belki diyeceksiniz ki: “E Hatice Hanım, kadın ve erkek insan paydasında buluşsa daha güzel olmaz mı? Bunun neresi yanlış?” Haklısınız. Fikir olarak sorun yok ama niyet olarak sorun var. Yüce Rabbimiz bizlere hitabında “Ey kadınlar!” ya da “Ey erkekler!” demiyor hiç. Ne diyor? “Ya eyyühennas!” diyor. “Ey insanlar!” Lakin “İnsan olma paydasında buluşmak” demek, bize yaratılıştan verilmiş iki cinsiyetin kendine has özelliklerini kenara koymak demek değil. Bunu görmemiz gerekiyor.
Bu noktada –özellikle bu çağda– cinsiyet hassasiyetlerine uygun bir kız çocuğu yetiştirmenin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl yapacağımızı konuşurken de öncelikle kadınları erkeksileştiren ve erkeklere âdeta düşman ederek “Onlara ihtiyacımız yok” dercesine eşcinselliğe sevk eden kara propagandanın tarihini biraz bilmemiz gerekiyor.
Altmışlı yıllarda Batı’da oldukça etkili bir akım olarak ortaya çıkan feminizm yine o yıllardan itibaren yavaş yavaş ülkemiz kadınının da damarlarına zerk edilmeye başlandı. Her itiraz bir mağduriyet zemini ararmış; bu zemin ülkemizde gayet yeterli biçimde mevcuttu. Erkeklerin dışarıda, kadınların evin içinde hayatı kucakladığı evlilik formu pek çok erkeğin ekonomik şiddetine sahne oluyor, kız çocuklarının okutulmasına karşı çıkılıyor –Zira ne de olsa çalışmayacak, neden okusun ki!– kadınlara eğitim, evlilik gibi hayatlarına majör etki edecek alanlarda söz hakkı pek verilmiyordu. Bu durum bir mağduriyetti ve kesinlikle bakış açısı itidalli bir noktaya doğru evrilmeliydi. Lakin bu sağlıklı dönüşümü yaşamamıza fırsat bulamadan, feminist empozelerin yoğun bombardımanına tutulmaya başladık. O dönemin kadınlarının ve onların çocukları olan bizlerin, kulağına şunlar fısıldandı: “Bir erkek ne yapıyorsa sen de onu yapabilirsin, kadın olman önemli değil, istediğin her şeyi yapabilirsin. Bunun önündeki tek engel erkekler! En iyi işleri, en yüksek maaşları onlar alıyor. Senin olabilecek tüm pozisyonları onlar dolduruyor. Sen evlilik ve annelik kıskancında can çekişip erkeğin sana verdiği ‘harçlık’ için minnet duyarken, erkekler gününü gün ediyor. İster aldatıyor ister seni sokağa atıyor, kazandığı parayla istediği tasarrufları yapıyor ve olur da bir gün ayrılırsanız sen kelimenin tam anlamıyla avucunu yalıyorsun. Sana hiçbir şey kalmıyor!”
Bu propagandanın tutması için kadını, “kadınlığa dair” özelliklerinden uzaklaştırmak gerekiyordu. İlk olarak anneliği seçtiler; zira kadının en güçlü olduğu, derin bir bağ kurduğu, âdeta adandığı alan tam da burasıydı. Önce mama reklamları boy göstermeye başladı ekranlarda: “Anne sütü gibi faydalı!” denildi. Bebeğini emzirmenin “kırsal” yani cahilce olduğu deklare edildi. Şehirli kadın, çocuğunu emzirmek yerine biberonla mama hazırlayan kadındı. Öyle olmalıydı. Sonra yataklar, ardından odalar ayrıldı. Çocuk, “Çocuk odasında olmalı” dedi uzmanlar. Küçücük bebeklerin dahi anne babanın yanında işi yoktu artık. Kadın, evin dışına davet edildi. Elbette kadınların okuması, bilgili olması, çalışıp üretmesi kötü bir şey değildi. Ama bu o kadar çok dayatıldı ki bebeği büyüyene kadar evde kalıp onunla ilgilenmek ya da çalışmamayı seçmek (sonuçta bu da bir seçim değil mi?) hakir görüldü. Ev kadını olmak, cahil olmakla eş tutuldu. Her şey, kariyere bağlı tarif edilmeye başlandı: Başarı, hayal, hedef, hayat, hatta annelik… Hepsi için kariyer planlamaları yapıldı.
Kadına empoze edilen “Erkeklerle rekabet et” telkini sadece o sahada kalmadı. Rekabet kavramı öylesine damarlarımızda dolaşmaya başladı ki kadınlar hiç yoktan birbirleriyle de rekabet etmeye başladılar. İş hayatı ile başlayan rekabet tutkusu anneliğe kadar ilerledi. Süper anne, mega anne, fenomen anne gibi kavramlar içimize işledi. Kim hem çok iyi bir kariyer yapıyorken aynı zamanda çok fedakâr bir anne? Kimin hem dört çocuğu hem de pırıl pırıl bir evi var? Kim hem şahane bir eş ve çok para kazanan bir yönetici? Bütün bu bilinç dışı sorular bizleri, erkeklere ettiği gibi birbirimize de düşman etti. Peki, sonuç nereye vardı?
Günümüzde İngiltere, Amerika gibi bazı gelişmiş ülkelerde çalışan kadınların iş hayatına adapte olabilmek ve kadınlığın getirmiş olduğu nahiflikten sıyrılıp tuttuğunu koparan biri olabilmek için testosteron enjeksiyonu yaptırdığını haberlerden okuyoruz. Kadın, kadın olarak bu denli iş hayatının içinde olmaktan mutsuz olduğu için erkek olmaya çalışıyor. Betsey Stevenson ve Justin Wolfers, “Kadınların Düşen Mutluluk Seviyesinin Paradoksu” adlı kapsamlı çalışmalarında son otuz beş yılda kadınların öznel iyi oluşunun ve mutluluk seviyesinin görünür şekilde azaldığını ifade ediyorlar. Kadınlar mutsuz. Bunun nedeni empoze edildiği gibi erkekler mi? Yoksa kendi cinsiyet özelliklerimizden uzaklaşmanın verdiği buhranın içine mi hapsolduk hepimiz?
Boşanma oranlarının hızla arttığı, tek ebeveynli aile sayısının gözle görünür biçimde yükseldiği, evlilik yaşının otuzların üzerine çıktığı, bekâr yaşam tercihinin günbegün çoğaldığı bir çağın içindeyiz. Kadınlar artık yuva kurmak istemiyorlar. Yuva kuranlar ise bunu olabildiğince erteliyor, otuz yaşından sonra evlenip kırklı yaşların başında anne olmayı seçiyorlar. Tabii bunu isterlerse! Bir araya geldiğimizde çevremdeki genç kızlara hayallerini soruyorum. Kimi doktor olmak istiyor, kimi pilot, kimi avukat ya da ressam… Bunların hepsi çok güzel hayaller elbette. Lakin içimi acıtan kısmı neredeyse hiçbiri annelik hayalinden, yuva kurma isteğinden bahsetmiyor. İşte asıl kafa yormamız ve tamir etmemiz gereken alan burası…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat
- Kitap AdıKız Çocuğu Yetiştirmek
- Sayfa Sayısı160
- YazarHatice Kübra Tongar
- ISBN9786259897912
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAile Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bay Sammler’ın Gezegeni ~ Saul Bellow
Bay Sammler’ın Gezegeni
Saul Bellow
Bay Sammler’ın Gezegeni, İkinci Dünya Savaşı’nın insan ruhunda bıraktığı yaralara yeni bir geleceğin penceresinden bakan bir başyapıt. Soykırım kurbanı bir Polonyalı Yahudi, tek gözünü...
- Bir İdam ~ George Orwell
Bir İdam
George Orwell
İnsanların çoğu aşırı bencil değildir. Yaklaşık otuz yaşından sonra bireysel hırslarından vazgeçip –hatta çoğu durumda neredeyse birey olduklarını unutup– temelde başkaları için yaşamaya başlar,...
- Düşüşten Sonra ~ Selim İleri, Burcu Aktaş
Düşüşten Sonra
Selim İleri, Burcu Aktaş
“BURCU: Pişmanlıklarınızı çok düşündünüz mü hastanede? SELİM: Düşünmeden pişmanlıklar gelip tokat attılar. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Hâlâ da öyle. Tam uykuya dalarken veya uyanınca,...