Bu roman Meşrutiyetten evvelki zamanın romanıdır. “Şimdi böyle bir eseri yazmanın ne lüzumu var; o vakit çıkan bu kadar roman yok mu?” denilecek. Öyle değil. O vaktin romanları devrin bin bir kaydı altında yazılmış, sansür tarafından kırpıla kırpıla yarısını gaip etmiş yazılardı. Zülfiyare rüzgârı bile dokunacak, dokunmak ihtimali olacak şeyleri yazmak kimin haddi idi? Biz, boş ve müsait bulduğumuz bu vadide sere serpe dolaşacağız, bildiğimiz gibi kalem oynatacağız. O zaman yazılamayanları yazacağız. Romanın mevzuu hayattan aynen alınmamıştır. Daha doğru tabiriyle, vaka baştan aşağı silsile halinde olmuş bir vaka değildir. Ağızdan ağza yayılmış, işitilmiş, anlatanlar taralından şahit olunmuş ayrı ayrı vakaları birbirine karıştırdım, toplu hale getirdim. Şahıslardaki karakterler, itiyatlar, iptilâlar, noktası noktasına, tabiattan kopya edilmiştir. Bunların sahipleri vardır; bilenler tanıyacaklardır. Romanda izam edilmiş, mübalağalı gibi gösterilmiş hareketler bile aynen hakikatten alınmıştır.”
KIVIRCIK PAŞA
Salla!..
– Dübeş? İkiden ikiye.
– Hey gidi kâfir iki bir. İkide bir çekilmez olur yârin cefası; amma
sen şu zarları şöyle avucunda oynat!
– Düştü gönül bahri gama cuppadak. Şu iki, şu da iki.
– Dübeş, düşse, bu ne yahu? Dur bakayım, acele minganis;1
dört
çuval inciri berbat etmeyelim.
– Şeş beş, bu da kaçtı.
– Pencüse, severler güzeli genç ise.
– Çeharüse, cahil ise ver mektebe okusun.
– Dübara. Gelsin idara, müdara, dübara.
Paşa, arkasında Hint keteninden tiril tiril gecelik, göğüs bağır açık, yalın ayak, başı kabak, selamlık tarafındaki taş merdivenin sahanlığında, eski bendelerden Şehri Efendi ile tavlaya dalmıştı. Paşa, 60’ına merdiven dayamıştı. Saçları kıvır kıvır olduğu için gençliğinden beri ona “Kıvırcık” lakabını takmışlardı. Gür kaşlı, hürmetli burunlu, lop lop etli, koca göbekli, kalıplı, kıyafetli bir adamdı. Neşesine de hiddetine de uyar olmazdı. Şehri Efendi ise cin gibi, fıldır fıldır gözlü, ufacık tefecik, ehlidil, gün görmüş, yaş yaşamış, Sındırgı’yı sıyırtmış, Karaağaç’a kandil asmış2 takımdandı. Arkasında giyile giyile neftiye dönmüş redingot, çenesinde kara sakal, cebinde Yeni Cami ayarı3 Piryol saat, ayağında potin kundura, eski bir bende idi.
Paşa bir zamanlar Manastır’da vali iken Şehri Efendi de Meclis-i İdare-i Vilâyet Başkâtibi bulunuyormuş. Hukuk o zamandan kalma. Mazul olunca4 derhal İstanbul’a kapağı atar, bavulunu o günlük Sirkeci’deki otellerden birine bıraktı mı derhal Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağını boylar, Paşa onu görür görmez kucaklayıp yüzünden gözünden öper, “Bırakmam!” diye derhal yemini bastırır, Şehri Efendi de iki ay mı, dört ay mı, her ne kadarsa, başka bir yere tayin edilinceye kadar konakta postu sererdi. Onun yerinde başka biri olsa diyar diyar, bucak bucak dolaşmaya ne lüzum görür. Boğazsa mükemmeli, yatacak yer ise âlâsı, ikindi ile akşam arası tavla, arkasından çilingir sofrası ve yârenlik… Şeytana bile tavla öğretecek kadar mahirdi. Tavlanın önüne oturdu mu şıpın işi,5 Acem şahının kızının verdiği kapıları alır, dakikasında karşısındakini yenerdi. Paşa’ya da soluk aldırmayacağı işten değilse de mizaçgirliği icabınca bile bile yenilirdi. Akşam ezanı ya okunmuş ya okunmak üzere, havuzun fıskiyesi şarıl şarıl akmakta. Oyun daha devam ediyordu:
– Bir beş daha Şehriciğim.
– Aler-re’si-ve’l-ayn.6
– İsmail! İsmail! Ulan nerede bu kerata? İsmail be!
– Halakallahülbakar fi suretilbeşer.7
– Vallahi elifi elifine söyledin. Koşan aşçı çırağına: “İsmail’i bul,
şişeleri kuyuya sarkıtmış mı sor.”
Yine şakır şukur tavla sesleri.
– Zar mı tutuyorsun, mühendis misin, yoksa abdestsiz misin be
Şehriciğim?
– Hepyek.
– Bugün bizde zardan yana talih kör Salih, sana da arabasıyla
geliyor a mübarek!
Paşa o gün daireden erken kurtulmuş, on, on buçuk sularında konağa gelmiş, hemen soyunarak selamlığa çıkmıştı. Aşağı yukarı iki saattir tavla başında demekti. Vakt-i kerahetin8 geldiği, Şehri Efendi’nin hâl ve kâlinden9 de belliydi. Cigaraları birbirinden yakarken, durmadan bülbül gibi öterken, göz kapakları ağırlaşmış, bir esnemedir tutturmuş, üzerine ağırlık çökmüştü.
Paşa yine gürledi:
– İsmaiiiil!
İsmail Ağa seğirtti.
– Neredesin be Allah’ın derdi? Bağıra bağıra boğazım kurudu.
– İsmail Ağa bendeleri ihtimal bir emrinizle meşguldü de.
– Bırak Allah’ını seversen. Demin dediğin gibi bu çeşitlere halkla
beraber Allah da bakar, sonra numarayı verir. Şişeler yine kuyuya
sarkıtılmadı değil mi?
– Teşrifinizde hemen sarkıttım efendim.
– Teşrifin falan sırası değil, şimdi soğuk su var mı? İlaç soğudu
mu, sen onu söyle.
– Tepsiyi emrediyor musunuz?
– Ne dersin Şehriciğim, vakit geldi mi?
Şehri Efendi saatini kulağına götürdü, sonra itina ile ibrişim kesesinden çıkardı.
– Ezana 7 dakika var, dedi.
– Kameriyenin altına tepsiyi götür! Dur, beni dinle, lüks müdür,
ne karın ağrısıdır, o arı kovanı gibi cızırdayan baş belasını sakın yakma ha, iki fitilliyi koy
Yaz gelince Yıldız, Nişantaşı tarafındaki büyük konaklar tenhalaşır. Bütün harem tarafını Hıdırellez’den bir gün evvel köşke naklederler. Paşa’nın muhitten deniz aşırı uzaklaşması şiddetle memnu. Burun dibinde, yakında olacak; bir yaver veya hünkâr çavuşu koşturur koşturmaz çağırılacak, bir şey danışılacak, el altında bulundurulacak. Maazallah tehlike mehlike anında anca beraber, kanca beraber.
Dahası da var. Sadakati ne kadar mücerrep, uğur-ı hümayunda10 canını dişine takacağı ne derece muhakkak olursa olsun insan değil mi bu, peygamberlerden bile zelle sâdır olmuş;11 olur olur, şeytana uyacağı tutar; erbab-ı melânet ve mefsedet12 taraflarından kandırılır, elde edilir. Hiç değilse, vâki olduğu gibi, ecnebi sefarethanelerden birine kapağı atar. Kaç tane istersin, numuneler çok. O zaman gel pirincin taşını ayıkla! Bu sebeple bu makule esdika13 ve bendegân köşke olsun, yalıya olsun adımını atamazdı. Birçokları, kaç senelik sayfiyelerinin kapısından içeri ayak basmamışlardı. Ne biçimde olduklarını gözleriyle görmemişler, şekillerini fotoğraflarından öğrenmişlerdi. Yaz mevsimi bir bakıma, bu gibi ekâbirin konak içinde nefes alma mevsimi demekti. Gürültüden, patırtıdan yana kafa daha dinçleşir ve asudeleşir; hanımefendinin dırıltısı, kerimenin vızıltısı, damadın zırıltısı, torunun mırıltısı eksik olur. Baş tacı filan hatunun, hamamcı falanca hanımın, onun kamberi falan hatunun, çengi filanca hanımın, kâhya kadının, bin bir çenesi duyulmaz; konağın içinde hamamda deli var hâli zail, Paşa Efendi ise boyuna şeytana uymaya mail olur. Mamafih başını çok boş bırakmak da âdet değildi. Onun için Kıvırcık Paşa’nın hanımefendisi de her perşembe günü, yanına bir iki gedikli misafir ve kalfa alarak köşkten konağa iner, Paşa cuma selamlığına hazırlanırken başucunda bulunur, murassa nişanların14 elmaslarını siler, madalyaları karbonatla parlatır, kopmuş ilikler varsa onları diktirir; cuma, cumartesi, pazar gecesi, yani üç gece kaldıktan sonra köşke dönerdi.
Bahsettiğimiz konağın da sair konaklar gibi yarısı bomboş, in cin top oynuyor gibiydi. Hanımefendi başta olmak üzere bütün harem tarafı köşkte idi. Merhume büyük hanımın çeyiz halayığı15 Tiryal Kalfa, önünde yaz kış mangal, mangalın üstünde kahve cezvesi, karşısında Sürpik Dudu, durmadan kahve falına baktırır, kırk yıllık Menekşe Bacı ise uyku hastalığı çekiyor gibi oturduğu, dayandığı, uzandığı yerde boyuna uyurdu. Biraz kendine gelip gözlerini açar açmaz o da mangalın önüne geçer, ayrı bir cezve sürer, kumpas kurulmaya başlar, kısmetten, ev bark sahibi olmaktan açılır, boyuna koca lakırdısı edilirdi. Harem ne kadar sessiz sedasız ise selamlık da aksine. Haremağası Bilal Ağa ile iki arabacı, iki uşaktan başka kimse köşke götürülmez, yerli yerinde dururdu. Paşa bermutat tavlada son oyunu kazanmıştı; daha doğrusu Şehri Efendi işi tatlıya bağlamak için her zamanki gibi yenilmişti. Paşa “İşte bu meret böyle oynanır!” diyerek tavlanın kapağını şarkadak kapadı ve geceliği yelken gibi savura savura ter içinde hareme daldı. İçkiye oturmadan evvel mutlaka bir aralık içeriyi boylar, yatak odasına kadar çıkıp Tiryal Kalfa’yı veya Sürpik’i çağırır, arkasına tülbent soktururdu. Bu itiyat, sertabib-i şehriyarî16 Doktor Mavroyani Paşa’nın tembihinden kalma imiş, 20 seneden beri kulağında küpe olmuş, terleyince, arkası kızışınca tülbendi bir gün ihmal etmemiş. Bununla müzmin bronşitin önünü almış. Vaktiyle başta aziziye fes,17 gerdan açık, sırtta beli büzmeli setre, göğüste sırma kordon, kollarda sağ kolağası işareti, kıvrım kıvrım bıyıklı, tığ gibi delikanlı iken bir aralık serasker yaverliği etmiş imiş.
O zaman hovardalıkta ismi anılınca bir tane, nam ve şanı bütün Galata’nın, Beyoğlu’nun ağzında. Yakışıklı, fiyakalı, tosun; sırası gelince de şakası yok, elinin tersini yapıştırdı mı sillenin indiği yerden alev çıkıyor. Serasker Paşa, kapı dönüşü, arabasına kurulmuş, sağa sola -sinek kovan tarzında- temennalar savura savura köprüden Galata yakasına dönerken arkadan atla takip eden Yaver Bey, Karaköy’ü biraz geçince kolları sıvarmış. Güzergâh, bütün meyhane. Meyhaneciler geçeceği vakti, saati biliyorlar. O esnalarda miço da kapının önünde gözcü.
Tam uzaktan Serasker’in arabası görünür görünmez tezgâhtar elinde rakı dolu kadehle vaziyet alır, Yaver Bey meyhanenin tam önüne gelir gelmez stoper edip bir yudumda rakıyı yuvarlar, hayvana mahmuzu vurmasıyla kadehi sokağa havalaması bir olurmuş. 20 adım ilerideki meyhanenin önünde aynı tevakkuf;18 30-40 adım daha ötekinde aynı hâl. Galata bu; Karaköy’den Tophane’ye doğru, yalnız bir kolda, ben diyeyim 25, siz deyiniz 30 meyhane. Bir taraftan at üstü, bir taraftan güneşin alnı, birbiri ardınca üst üste dubleler. Kan ter içinde konakta soluğu alır almaz ağzının içi kavrulmuş, midesi ateş gibi, hararetten dili bir karış, kilerciye başvurur, Paşa Efendi’nin tepsisi için kar kuyusundan taze taze çıkarılmış kardan bir avuç ağzına atarmış. İşte o kıdemli bronşitin menşei! Arkaya tülbent sokturmakla haremdeki iş bitmiyor. Tülbentten sonra hela boylanacak…
Her unutulan şeyin orada hatırlanması kör olası şeytanın cilvelerinden değil mi ya. Paşa da daima bu cilveye uğrayanlardandı. Mütenevvi umur ve husus,19 bin türlü iş mevcut. Biri kafada kalmıyor ki. Hava gereği gibi kararmış, karşıda Üsküdar’ın lambaları yanmıştı. Şehri Efendi çilingir sofrasının kurulduğu kameriyede iskemlesine oturmuş, rakı şişelerini burnuna yaklaştırıp kokluyor, mezelerin yerlerini değiştiriyor, tabağı bozmadan ağzına bir Kalamata zeytini, bir ançüez20 atarak çimleniyor, yutkunup duruyordu. Sokaktan, “Koyun sütüyle kaymak!” diye yoğurtçu sesleri duyuluyordu. Paşa, bir elinde kurşun kalem, ötekiyle panjurun kenarına tutunarak pencereden başını uzattı, aşağıya bağırdı: – İsmaiiiil! Şu geçen heriften yoğurt al, sarımsak karıştır, cacığa benzer bir şey yap. Arkasından yine seslendi: – İsmaiiiil! Ulan nerdesin! Şimdi hıyarı mıyarı hak getire… Yeşil biberli bir patlıcan salatası yaptırt, üstüne Selanik usulü sarımsaklı yoğurt döksünler. İki dakika geçmeden bir daha haykırdı: – İsmaiiiil! Şehri Efendi orada mı? Şehri Efendi hiç orada olmaz mı? Tabi orada idi. Yâ sabır çekiyor, dokuz doğuruyordu. İsmini duyar duymaz yerinden fırladı, sesin geldiği hela penceresinin altına koştu:
– Bendenizi mi istediniz paşam?
– Şehriciğim sana müjdem var.
– Buyurun velinimet!
– Vallahi Şehriciğim bizde kafa kalmamış, tu! Na kafa! Tavla oynarken deminden beri aklımda; bu adama bir şey söyleyecektim diyorum, ne olduğunu bulup bir türlü dilimin ucuna getiremiyorum… Gitme bir dakika dur! O anda hatırına gelen bir iki kelimeyi yine duvara işaret etti. Üç, dört rakam yazdı, bozdu. – Orada mısın? Ne diyordum, havadisim var; lam cim bilmem, müjdemi isterim. – Haddim değilse de el-emrü fevka’l-edeb.21 – Geçen gün Arap’la -yani Kâtib-i Sânî İzzet Paşa- görüştüğümü sana söylemiştim değil mi? Yoksa o da mı dalgınlığıma geldi? Neredesin yahu? – Allah velinimet-i şevket-meab efendimize bağışlasın! – Dur dur, burada olmayacak… Geliyorum! diyerek aralığa çıktı. Ellerini yıkayacaktı. Sabunluktaki gliserinli sabunu görünce kapının önünde havlu tutan Menekşe Bacı’ya hiddetlendi. – Şu cıvık cıvık, leş gibi şeyi elime alınca safram dönüyor, içim altüst oluyor. Bildiğimiz sabun yok mu? Hacı Cemali midir ne halttır? Küçük odanın kapısı aralıktı. Tiryal Kalfa ile Sürpik, yine karşı karşıya, burun buruna idiler. Kahve falına bakıyorlardı. Paşa sofadan geçerken yumruklarını sıkarak, yüzünü ekşiterek içini çekti, dişlerini gıcırdatarak mırıldanıyordu: – Şu tereslerden illallah!.. Kahrolsunlar! Sağa bak kaknem, sola bak kaknem! Gözümüz gönlümüz karardı be! Teres kelimesi gençliğinden beri dilinin persengi idi. Biraz hiddetlenince doğruya eğriye, beğendiğine beğenmediğine, kadına erkeğe, hasılı her şeye teres derdi. Ne ise uzatmayalım, Paşa mabeyin kapısından selamlık tarafına geçti. Taş merdivenden inerek kameriyeyi boyladı. Konak ve köşk bahçelerinde etrafı çevrilmiş, üstü örtülü, oturulacak yerlere kameriye deyip dururlar. Bu acaba nenin kameriyesidir? Kameriye dedin mi kameri görecek, mehtabı seyredecek değil mi? Dikkat ettinizse bilirsiniz; hangi köşkte varsa muhakkak en kuytu, en basık, en hava almaz yerdedir. Etrafı taflanlar, yaseminlerle örtülmüş, üstünde koskoca bir sundurma veya güvercinlik.
Lodosta göbek taşında olduğu gibi sıcaktan nefes alınmaz, poyrazda içinde yaprak kımıldamaz. Bitişiğindeki havuzdan rutubet mi rutubet; ziyasızlıktan loş mu loş! Çifte fitilli lamba olmasa içinde göz gözü görmez. Paşa ile Şehri Efendi, kameriyede, çilingir sofrasının önünde, karşılıklı, sandalyelere kuruldular. Paşa cigara tabakasını açtı, bir cigara çıkarıp Şehri Efendi’ye fırlattı. Şehri Efendi de yerle beraber temenna ederek eğilip aldı ve tazimen yana dönüp yaktıktan sonra avcunun içinde tuta tuta içmeye koyuldu. Şimdi tuhafa gidecek şeylerden biri de eski terbiyenin bazı ömür taraflarıdır. Ne naneler vardı. Aradaki samimiyet, laubalilik, yüz göz olma ne derece olursa olsun mutat erkâna riayetten kıl kadar ayrılmazdı. Her Tanrı’nın günü saatlerce şakur şukur tavla oynanıyor; her akşam çene çeneye yatsılara kadar çakıştırılıyor; can ciğer, kuzu sarması olmuş, yakası açılmadık lakırdı kalmamış, tepesini basıp fesi yıkarak, püskülü sola sallandırarak, iç çekerek lafa girişilmiş. Gençlik demleri, eski maceralar, yer melâikelerine dair söz sohbet, esirci Kamile hanımın elinin altındaki odalıklar… Konağa müteallik dağ-ı derunlarda araya karışmamak mümkün mü? Başta hanımefendi olmak üzere kerimeden, mahdumdan, damattan, gelinden, etraftaki ektilerden çekilen çileler… Daha hususiyete varılarak yukarıdaki, yani saraydaki kapı yoldaşların türlü türlü dedikodusu… Bütün iç çamaşırlar çıkarılıp çarşaf gibi bir bir ortaya serildiği hâlde yine madunda, her iltifatta göğüs ilikleyerek yerle beraber kandilli temenna,her giriş çıkışta ayağa kalkma, her söze köleniz, çakeriniz; her hitaba zat-ı ulyaları, velinimet-i akdesleri.27 Yürüyüşte kayıt, oturuşta kayıt, cigara içişte kayıt, içki yuvarlayışta kayıt, kayıt oğlu kayıt.
Paşa kameriyede koltuğuna yerleşirken masanın üzerine göz gezdirince köpürdü: – İsmail denilen terese söz anlatamayacağım gidecek. Yoğurt alın diye desturun hela penceresinden köşklü28 gibi nara attım. Hani ya yoğurtlu patlıcan salatası? Yoğurt gelecekse burada bu sardalyanın ne işi var? İkisini karıştırınca midem allak bullak oluyor diye diye dilimde tüy bitti. Paşa, rakı şişesini ağzına götürdü: – Hergele mergele ama domuz heriftir be! diye yüzü gülüyordu. Bak Şehriciğim şundan bir yudum ağzına al, halis kayık düzü. Rakı bulmaya gelince köpoğlu kurt mu kurt! Siftahı çek, at bakalım bir tane! Şehri Efendi temennayı sallayarak ve “Afiyet-i âlilerine!”yi basarak ilk kadehi sineye çekti. Kameriyenin dışında muhavereye kulak misafiri olan İsmail Ağa, yoğurtlu patlıcan salatasını getirmişti. Paşa memnundu: – Ulan İsmail! Yalnız arkandan değil, yüzüne de söylüyorum. Hergeleliğine uyar olmadığı gibi kurnazlığına da diyecek yoktur. Domuz herifsindir vesselam! İsmail Ağa, bermucib-i erkân29 göğsünü ilikleyip gözlerini önüne indirerek, biraz da boynunu bükerek yerden temennayı dayadı. – Amma şımarma, marsıvanlığın30 da tutarsa tamam tutar. İsmail Ağa yine temennayı savurdu. El pençe divan durmuş, dinliyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıKıvırcık Paşa
- Sayfa Sayısı220
- YazarSermet Muhtar Alus
- ISBN9786254086274
- Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Okul Harçlığımı Kazanırken ~ Yahya Türkeli
Okul Harçlığımı Kazanırken
Yahya Türkeli
Kitapta, ailelerine destek olmak ve okul harçlığını kazanmak isteyen çocuklar; kendini kanıtlamaya çalışırken; karşılaştıkları güçlük ve tehlikeler göz önüne serilirken, diğer yandan önlerine çıkan...
- Patasana ~ Ahmet Ümit
Patasana
Ahmet Ümit
Patasana, özlemimi bir ölçüde gideriyor. Bu tür bir romanın da edebiyat olabileceğini kanıtlıyor. Sadece keyifle değil, merakla da okunuyor. Yeni ilgi alanları yaratıyor...
- Bil Ki Hayat Virâne ~ İlyas Barut
Bil Ki Hayat Virâne
İlyas Barut
“Yaptım abi,” dedi, “yapmaz olur muyum? Bir akşamüstü mendirekte kayalara oturmuştuk. Çift kâğıdı sardım. Kafalarımız hemen güzelleşti. Deniz de nasıl biliyor musun? Çarşaf. Güneş...