Küçük bir tatil.
İki rakip.
Akıllarının ucuna bile gelmeyen bir aşk.
Nora Stephens’ın hayatı kitaplardan ibarettir. Zira yaptığı iş de kitaplarla ilgilidir. Daha doğrusu yazarlarıyla…
Ne var ki o, her kitapta tarif edilen tipik kadın karakterlerden değildir. Kontrol edemediği her şeyden nefret eder. Onun için her şey muntazam ve mükemmel olmalıdır; hem işinde hem de hayatında. Umursadığı iki şey vardır sadece: o da amansız bir yazar temsilcisi olarak muazzam anlaşmalar yaptığı müşterileri ve biricik küçük kız kardeşi Libby.
İşte bu yüzden Libby ona tatile çıkmayı önerdiğinde onu kıramaz ve iki kız kardeş en sevdikleri kitabın geçtiği kasaba olan Sunshine Falls’a doğru yola çıkarlar. Nora bu tatilde her şeyi değiştirmeye kararlıdır; çayırlarda piknik yapacak, yakışıklı bir kasaba doktoruyla tanışacak ve onunla doludizgin bir aşk yaşayacaktır. Fakat hayat küçük oyunlarına
devam eder ve bunun yerine onu hiç de hazzetmediği meşhur editör Charlie Lastra’yla karşılaştırır.
Ve bu iki kitap kurdu hem kendilerini hem de birbirlerini keşfederekbir dizi tesadüfün onları bir araya getirdiği hikâyelerinde şu âna kadar bildikleri her şeyi en baştan yazacaklardır.
Tatilde Tanıştığımız İnsanlar ve Kış Yaza Kavuşunca’nın sevilen yazarı Emily Henry’den bir solukta okuyacağınız muhteşem bir roman daha…
ÖNSÖZ
Kitaplar hayatınız olduğunda -veya benim durumumda olduğu gibi işiniz olduğunda bir hikâyenin nereye gittiğini tahmin etmekte oldukça başarılı olursunuz. Mecazlar, alışıldık motifler, aynı olaya bağlı çözülmesi gereken ortak düğümler; hepsi, beyninizin içinde tıpkı bir kataloğun gruplara ayrılması gibi düzene girmeye başlar.
Mesela katil her zaman kocadır.
Sınıfın ineği olan kız bir gün dönüşüm geçirir ve gözlüklerini çıkardığında tam bir afete dönüşür.
Adam kızı elde eder… ya da diğer kız adamı elde eder.
Birisi karmaşık bir bilimsel kavramı açıklar ve bir başkası, “Acaba anlayabileceğimiz bir dilde anlatır mısınız, lütfen?” der.
Ayrıntılar kitaptan kitaba değişebilir ancak gün ışığının ortaya çıkardığı yeni bir şey yoktur.
Mesela küçük bir kasabada geçen bir aşk hikâyesini ele alalım.
Hani New York ya da Los Angeles’tan gelen ve herkesi küçümseyip sürekli kendi başarılarıyla övünen yakışıklı bir genç adamın, ruhsuz ve sıkıcı bir şirkete yer açmak için mütevazı bir ailenin sahip olduğu Noel ağacı çiftliğini iflas ettirmek üzere Amerika’nın Smalltown kasabasına gönderildiği türden…
Ancak şehir hayatına alışkın söz konusu Şehir İnsanı’nın bu kasabadaki işleri planlandığı gibi gitmez. Çünkü tabii ki Noel ağacı çiftliği-belki bir fırın ya da kahramanın yok etmesi için gönderildiği yer her neresiyse ne komiktir ki son derece çekici ve kur yapmaya uygun biri tarafından işletiliyordur.
Şehre dönen kahramanımızın esasında bir ilişkisi vardır zaten. Ancak bu kişi onu yapmak zorunda kaldığı kötü şeylere ve büyük bir terfi karşılığında bazı hayatları mahvetmesine teşvik eden acımasız biridir; genç adam kendisini aradığında, üzerinde oturduğu kondisyon bisikletinin selesinden onu dinlemeyip sözünü keserek vicdansız tavsiyelerde bulunan biri…
Onun içten içe kötü biri olduğunu söyleyebilirsiniz çünkü saçları doğal olmayan bir sarıdır ve Temel İçgüdü’de ki Sharon Stone gibi geriye doğru taranmıştır, ayrıca Noel süslerinden de nefret etmektedir.
Öte yandan kahramanımız, sevimli fırıncı/terzi/Noel ağacı çiftliği sahibiyle daha fazla zaman geçirdikçe işler onun in değişmeye başlar. Hayatın gerçek manasını öğrenir!
Iyi bir kadının sevgisiyle yepyeni bir insana dönüşmüş olarak evine doner. Gelir gelmez de buzlar kraliçesi olan kız arkadaşından kendisiyle yürüyüşe çıkmasını ister. Kız ona hayretle bakar ve şuna benzer bir şey söyler, bu topuklularla mı?
Eğlenceli olacak, der kıza. Yürürken ondan yıldızlara bakmasını isteyebileceğini söyler.
Kız aniden irkilir, ama şu an yukarı bakamayacağımı biIiyorsun! Daha yeni botoks yaptırdım!
Ve o an genç adam eski hayatına geri dönemeyeceğini anlar. Bu hayat artık ona göre değildir! Bu yüzden o buz gibi soğuk, artik onu tatmin etmeyen ilişkisini bitirir ve hemen yeni sevgilisine evlenme teklif eder. (Sahi, flört etmeye ne gerek var?)
Bu noktada kendinizi kitaba deli gibi bağırırken bulursunuz, onu tanımıyorsun bile! Göbek adını bile bilmiyorsun aptal herif! O sırada odanın karşısından kız kardeşin -Libbysana sus işareti yapıp gözlerini kendi kütüphanesinden aldığı yıpranmış kitabından ayırmadan kafana patlamış mısır fırlatıverir.
İşte öğle yemeği toplantısına geç kalmamın sebebi.
Çünkü bu benim hayatım. Günlerim böyle mecazların esiri ve ben de ayrıntıları üst üste bindirerek yarattığım bir prototip tarafından yönetiliyorum.
Ben şehir insanıyım. Ama bir şekilde seksi çiftçiyle tanışan değil. Diğeri.
Kondisyon bisikletinin tepesinde oturmuş, metinleri okurken bilgisayarında ekran koruyucusu olarak sakin bir sahil manzarası akan hırslı, manikürünü eksik etmeyen yayınevi temsilcisi olan diğeri.
Ben terk edilenim.
Bu hikâyeyi daha önce okudum ve yaşadım, öğleden sonra Midtown’da yaya trafiğinde telefonum kulağıma yapışık bir hâlde ilerlemeye çalışırken şu an bunun tekrar yaşandığını bilecek kadar çok yaşadım.
Hâlâ ağzından baklayı çıkarmamış olsa da ensemdeki tüyler çoktan havaya kalkmıştı ve konuşması, tıpkı çizgi filmlerdeki uçurumdan düşme sahneleri gibi midemi hop ettiriyordu.
Grant’in Teksas’ta yalnızca iki hafta kalması gerekiyordu, bu da şirketi ile San Antonio dışında satın almaya çalıştıkları butik otel arasındaki anlaşmayı tamamlamaya yetecek kadar uzun bir süreydi. Daha önce iki iş gezisi sonrası ayrılığı yaşamış biri olarak, bu habere sanki donanmaya katılıyormuş da bir daha geri dönmeyecekmiş gibi bir tepki vermiştim.
Libby aşırı tepki gösterdiğimi söyleyerek beni rahatlatmaya çalışsa da Grant her gece yaptığımız telefon görüşmelerini arka arkaya üç kez kaçırdığında ya da diğer ikisini kısa kestiğinde hiç de sürpriz olmayan bir şekilde bu ilişkinin sonuna geldiğimizi anlamıştım.
Ve sonra, üç gün önce, dönüş uçuşundan saatler öncesinde olanlar oldu.
Şöyle ki San Antonio’da planlanandan daha uzun süre kalması için zorlayıcı bir neden araya girdi. Apandisiti patlamıştı.
Aslında o anda bir uçuş ayarlayabilir ve onunla hastanede buluşabilirdim. Ancak büyük bir satışın ortasındaydım ve sabit Wi-Fi erişimi olan telefonuma yapışık olmam gerekiyordu. Müşterim bana güveniyordu. Bu ona göre hayatını değiştirebilecek bir şanstı. Ayrıca Grant apandisit ameliyatının artık son derece sıradan ve basit bir operasyon olduğunu söylemiş, hatta tam olarak “abartılacak bir şey değil” demişti.
Bu yüzden ben de gitmedim ama bunu yaparken içten içe Grant’i küçük kasabaların aşk romanı tanrılarının eline bıraktığımı biliyordum.
Ve bundan üç gün sonra sımsıkı tuttuğumdan dolayı rengi beyaza dönüşen parmak boğumlarımın arasına sıkıştırdığım telefonumla ve uğurlu yüksek topuklu ayakkabılarımla öğle yemeğine yetişmek için adeta koşarken ilişkimin çoktan tabuta konmuş olduğunu biliyordum ve üzerine çakılmakta olan çivilerinin yankısı kulağımda Grant’in sesi olarak çınlıyordu.
“Bir daha söyle,” dediğimde bunu soru sorarcasına söylemek istemiştim ama onun yerine ağzımdan emir gibi çıkmıştı.
Grant iç çekip, “Geri gelmeyeceğim, Nora. Geçtiğimiz haftalarda benim için işler değişti,” diyerek güldü. “Değiştim ben.”
Soğuk şehir insanı kalbimin içinde bir gümbürtü kopmuştu. “Kız fırıncı mı?” diye sordum.
Bir süre sessiz kaldı. “Ne?”
“Kız diyorum, fırıncı mi?” Sanki erkek arkadaşın seni telefonda terk ettiğinde sorulacak son derece makul bir soruymuş gibi. “Beni uğruna terk ettiğin kadın.”
Kısa bir sessizlikten sonra teslim oldu. “Otelin sahibi olan çiftin kızları. Oteli satmamaya karar verdiler. Ben de kalıp orayı işletmelerine yardım edeceğim.”
Elimde olmadan güldüm. Kötü haberlere karşı tepkim her zaman böyle olmuştur. Muhtemelen kendi hayatımdaki Kötü Kadın rolünü de bu şekilde kazandım ama başka ne yapabilirdim ki? Kaldırım kenarında gözyaşlarına boğulup yavaş yavaş erise miydim? Ne işe yarardı ki bu?
Restoranın önüne geldiğimde durup nazikçe gözlerimi ovaladım. “Sadece emin olmak için soruyorum; harika işinden, harika dairenden ve benden vazgeçip Teksas’a taşıniyorsun, öyle mi? Bütün bunları da kariyeri otel sahibi bir çiftin kızı olmaktan ibaret olan biriyle birlikte olmak için mi yapıyorsun?”
“Hayatta paradan ve gösterişli bir kariyerden daha önemli şeyler var Nora,” diye âdeta tısladı.
Yine güldüm. “Şu anda gerçekten ciddi olup olmadığını anlamakta zorlanıyorum.”
Grant, milyarder bir otel patronunun oğludur. Dolayısıyla hani şu “ağzında gümüş kaşıkla doğmuş” ifadesinin bile yetersiz kalacağı türden bir yaşama sahip; muhtemelen buna altın varaklı tuvalet kağıdını da ekleyebilirdiniz.
Onun için üniversite bir formaliteydi. Staj bir formaliteydi. Kahretsin, don giymek bile bir formaliteydi! İşe bile tamamen torpil sayesinde alınmıştı.
Az önceki yorumundaki ima da işte bu yüzden komikti, hem mecazi hem de gerçek anlamda.
Bu son kısmı yüksek sesle söylemiş olmalıydım çünkü bana, “Bu da ne demek şimdi?” diye sordu.
Restoranın penceresinden içeriye göz atarken telefonumdaki saate baktım. Geç kalmıştım… Ben asla geç kalmam. Bırakmak istediğim ilk izlenim bu değildi.
“Grant, sen otuz dört yaşında bir vârissin. Bizim gibi. lerse işlerini yalnızca tepside olanı yeme kabiliyetine bağlı olarak elinde tutabiliyor.”
“İşte bundan bahsediyorum,” dedi. “Bu tam da benim baktığım türden bir dünya görüşü. Bazen çok soğuk olabili yorsun, Nora. Chastity’ ve ben artık istiyoruz ki…”
Kızın adını kıkırdayarak tekrar ettiğimde kasıtlı olarak onun sözünü kesmeye çalışmıyordum. Sadece, komik derecede kötü şeyler olduğunda keşke bedenimi terk etsem diyorum. Yani tüm bunlar olup biterken kendimi dışarıdan izlesem ve şöyle düşünsem; Gerçekten mit Evrenin yapmak istediği şey bu mu? Tam da nokta atışı yapılmış gibi, değil mi?
Bu durumdaysa evren erkek arkadaşımı adını kızlık zarını sağlam tutabilme yeteneğinden alan bir kıza yönlendirmeyi seçmişti. Hadi ama bu çok komik, değil mi?
Telefonun diğer ucundan homurdandı. “Bu insanlar, çok iyiler, Nora. Saygıdeğerler bir kere. İşte ben böyle bir insanla olmak istiyorum. Bak Nora, bana üzgün numarası yapma…”
“Numara yapan kim?”
“Sen bana hiç ihtiyaç duymadı…”
“Elbette duymadım!” Ben başka birinin gelip de fişimi çekerek beni kozmik bir kanalizasyona sürüklememesi için kendi ayaklarımın üzerinde durmak, kendime ait bir hayat kurmak için canla başla çalıştım.
“Benim evimde bile kalmadın…”
“Benim yatağım seninkinden açık ara daha rahattı!” Döşeğimi satın almadan önce dokuz buçuk ay araştırma yapmıştım. Tabii ki ilişkilerim içinde aynı özeni gösteriyordum fakat işte, sonuç yine ortadaydı.
“…yani kalbin kırılmış gibi davranma,” diyor Grant. “Gerçi senin kalbinin kırılabileceğinden bile emin değilim.” Yine gülmek zorunda kaldım.
İşte bu konuda yanılıyordu. Çünkü insanın kalbi bir kere gerçekten paramparça olduktan sonra böyle bir telefon görüşmesi pek de bir anlam ifade etmezdi. Belki birazcık canın yanar ya da en fazla söylenirdin. Ama kalp kırıklığı kesinlikle söz konusu değildi.
Grant’in çenesi iyice açılmıştı. “Senin ağladığını bile hiç görmedim.”
Rica ederim, demeyi düşündüm. Acaba annem kaç kere gözyaşlarının arasından gülerek bize son sevgilisinin kendisine çok duygusal olduğunu söylediğini anlatmıştı?
Kadınların olayı budur. Belki de kadın olmanın iyi tarafı bile yoktur. Çünkü ne zaman biraz olsun duygularımızı açık etsek bir anda histerik oluruz. Ama onları içimize atıp da erkek arkadaşımızın ilgisine ihtiyaç duymadığımızı gösterdiğimizde de kalpsiz sürtüğün teki olarak yaftalanırız. “Gitmem lazım,” dedim Grant’e.
“Elbette gitmen lazım,” dedi o da.
Görünüşe göre daha önceki sözlerimi yerine getirmem, yüz dolarlık banknotlardan ve saf elmaslardan oluşan bir yatakta -keşke uyuyan soğuk, şeytani bir robot olduğumun başka bir kanıtıydı.
Ona veda bile etmeden telefonu kapatıp kendimi restoranın tentesinin altına attım. Sakinleşmek için derin bir nefes alırken gözyaşlarımın gelip gelmeyeceğini görmek için bekledim. Gelmediler. Asla böyle bir yerde bana bunu yapmazlar. Onlarla aram iyidir.
Şu anda yapmam gereken bir işim var ve Grant’in aksine bunu kendim için olduğu kadar Nguyen Edebiyat Ajansı’ndakiler için de yapacağım.
Saçlarımı düzelttim, omuzlarımı dikleştirdim ve içeri girdim: klimanın güçlü esintisi kollarımdaki tüyleri diken diken etmişti.
Öğle yemeği için günün geç bir saati olduğundan kalabalık epey azdı. Arka tarafta Charlie Lastra’yı gördüm; baştan aşağı simsiyah giyinmiş hâliyle yayıncılık dünyasının metropol vampiri gibiydi.
Şahsen hiç tanışmamıştık ama Publishers Weekly’de hakkında çıkan yazıya tekrar göz attığımda Wharton House Books’ta yönetici editörlüğe terfi ettiğini okumuş ve onun sert duran kara kaşları, açık kahverengi gözleri ve dolgun dudaklarının altındaki hafif kırışıklığı hafızama işlemiştim. Bir yanağında da kadın olsaydı kesinlikle bir güzellik emaresi olarak kabul edilecek türden küçük, koyu bir ben vardı.
Ne kadar yorgun göründüğünü ve siyah saçlarının arasına karışmış grilikleri hesaba katmadığınızda çocuksu olarak tanımlayabileceğiniz türden yüzüyle otuzlu yaşlarının ortalarını pek geçmiş olmayacağını düşünürdünüz.
Ama şu an kaşlarını çatmıştı ya da somurtuyordu. Dudaklarını iyice sarkıtmış, çatık kaşlarının ortası da iyice kırışmıştı.
An itibariyle saatine bakıyordu.
Bu hiç de iyiye işaret değildi. Ofisten çıkmadan hemen önce patronum Amy, Charlie’nin son derece huysuz biri olduğu konusunda beni uyarmış ama bunu pek umursamamıştım. Ben her zaman dakiktim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıKitap Kurtları
- Sayfa Sayısı440
- YazarEmily Henry
- ISBN9786254144158
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sonbaharın Sonu ~ Mary Lawson
Sonbaharın Sonu
Mary Lawson
2021 BOOKER ÖDÜLÜ ADAYI YILIN KİTAPLARI SEÇKİSİ GLOBE AND MAIL • CBC BOOKS • DAILY TELEGRAPH • OBSERVER Clara’nın ablası kayıp. Annesiyle tartışıp evden çıktı ve bir daha dönmedi. Pencerenin...
- Şeytanın Gözyaşları ~ James Thompson
Şeytanın Gözyaşları
James Thompson
Şüphe uyandırıcı bir tesadüf eseri Dedektif Kari Vaara kendini, işkenceyle öldürülen Iisa Filippov’un cinayetini araştırırken bulur. Rus bir işadamının eşi olan Iisa son derece...
- İsa’nın Ölümü ~ J.M. Coetzee
İsa’nın Ölümü
J.M. Coetzee
Estrella’da yaşayan David on yaşlarında, uzun boylu, yapılı bir genç olma yolundadır; en büyük merakıysa arkadaşlarıyla birlikte futbol oynamaktır. Babası Simón onun maçlarını seyredip...