“Önceleri, bildiklerini-günün birinde resim yapacağını düşünmeden görüp öğrendiklerini-çizmişti.
İşin, eksizisiz bir at, bir boğa çizmek olduğunu düşünmüş, kaç kez, duvardan çıkıveren, yanına gelen hayvanlarla koşmuştu düşünde. Sonra bakmanın yetmediğini öğrenmiş, kovalayanlara kovalananların (ister insan, ister hayvan olsun) bağırmasına, böğürmesine kulak vermek, bu seslere, bu ölülere eliyle, gözü kulağıyla dokunmak, koşanlarla birlikte terlemek, yara alanlarla birlikte kanamak gerektiğini anlamış, bu sesleri, bu terleri kanları eklemişti yaptığı resimlere.
Daha sonra bunların da yetmediğini öğrenmişti..”
***
“Çapavulun Çattığı Çaparız, Erol Akyavaş’ın Bir Resmi Üzerine Metin”, 1966, s. 61-69
Sabahın bozluğunun pembeye dönüştüğü saatte yedi diri üç ölü sıkışmış bir çukurluğa. Soldaki yüksekçe sırt, yosunlu kayalığıyla, düşmanı ayırıyor bu dirilerle ölülerden. Düşman yok ortada. Çekilmiş belki, belki uykuda. Belki de hiç gelmedi buralara. Bu çukurluğa çekilenler, ölü-diri buraya sıkışanlar, daha uzaklardan kaçıp geldiler. Gerçi yerde, savutları duruyor bu adamların. Lobut biçiminde, mızrak boyunda, gürz işini göreceğe benzer, üçü tümüyle, ikisiyse yarı yarıya, ondan bile az gözüken beş savut. Kimlerin elinden düşmüş, atılmış olduğu belli değil. Hepsi bir askerin ayaklarının dibinde ya da ayaklarına yakın bir yerde duruyor. Mezarların önünde. Mezarlar da var çünkü. Yanyana, defteri dürülmüş ölülerin ikişer ikişer, büyük bir düzen içinde, defteri dürülmüşlüğün sonsuz sonrasız düzeni içinde yanyana yattığı mezarlar. Altı ölülü üç mezar. Ölüler kalkanlarıyla örtülü. Ölümün içinde aynı boyda, aynı boyda kalkanlarıyla biribirinden neredeyse ayırdedilemeyecek bu ölüler, kalkanlarının dizlerinden boğazlarına dek uzanan örtücülüğü altında Romalıları andırıyor. Ancak, bu savaşçılar, kılıklarıyla, savutlarıyla, Roma’nın (değil buralara uzanmak, daha “urbs” olarak bile) ortaya çıkmadığı, Anadolu’da Büyük Ana’nın çığlığının bile belki daha işitilmediği bir çağda yaşıyor, ölü yatıyor olsalar gerek.
Mezarlardan soldaki ile ortadaki yanyana. Ölüler konuşmağa kalksa biribirilerini işitebilecekler neredeyse mezardan mezara. Sağdaki ise öbürlerinden az ötede. İçindekiler ayrı duracak ölçüde önemli —ya da önemsiz— ölüler olduğundan mı, yoksa soldakilerle ortadakiler, yaşayışlarında pek yakın arkadaş oldukları, ölümlerinde bile kendilerini ayırmağa arkadaşlarının gönülleri razı gelmediği için mi? Öyle olsa, niye dördü de aynı mezara yatırılmamış? Belki de ölülerin ancak ikişer ikişer gömülebileceğini yasalar saptamıştır. Mezarların baş ucunda, ikisi savutsuz, ikisi savutlu dört asker duruyor. Ölülerin başında bekliyorlar gibi. Belki de bir töreyi yerine getiriyorlar… Belki de bir töreni. Belki de hayvanlar —ama ortalıkta hayvan da görünmüyor— gelip parçalamasın diye beklemişlerdir bütün gece ölülerin başında. Birazdan, gün ışır ışımaz kazmağa başlayıp içine ölüleri yatırdıkları bu mezarları örtüp uzaklaşacaklar. Ama nasıl düşünülürse düşünülsün, mezarların şu anda, sabahın bozgun rengi bozluğunun pembeliğe dönüştüğü şu saatte hâlâ açık durmasına aklın yatacağı bir açıklama yakıştırmak güç. Hem yerde üç ölü yattığına göre daha
adam çapavula katılmayıp ne yapacaktı. Düzen bu düzendi. Evde besleyeceği canlar vardı. Karınları doymak bilmeyen dört buçuk can. Bir de kendisi, beş buçuk can. Çapavul kaldırılırken kendisini de çağırmışlardı. Evdekilerin hepsi gözlerinin içine bakmıştı. Kış yaklaştığı için. Kar ortalığı örtünce, arada bir avlayabileceği hayvanlar, eşip eşip çıkarabileceği donmuş kökler yetmeyecekti. Kokan, kokusu günlerce adamın ağzından, genzinden, burnundan, kanından, terinden çıkmayan, öbür hayvanların yanına yanaşmadığı sırtlan etini bile yemek zorunda kalacaklardı. Oysa yağma
adam o zamanlar daha çocuktu. Bir gün dere kıyısında ağzına su alıp çalkalıyordu. Ağzının, kafasının içindeki bu su gürültüsüne bayılıyordu. Sonra ağzını çalkalarken yüzüne su çarpmağa başlamıştı bir yandan da. Kafasının içinde dışında sular çağıldıyordu. Sonra ağzındaki suyu tükürmüş, yalnız yüzüne su çalmağa devam etmişti. Korkunç bir sessizlik duymuştu kafasının içinde o zaman. Korkuyu kendi kendine yaratmış olduğunu anlamıştı. Korkuyu kendi kendine yaratabileceğini anlamıştı. O korkunç sessizlik, canavardan yana ormandan bile kalabalıktı kafasının içinde
oysa yağma, ormandan uzak, ekili tarlalara yakın bu taşlık ülkede yaşayan beş buçuk cana, kışın bir ayını korkudan uzak geçirtecek ölçüde buğday getirirdi deniyordu. Ondan önce bir ayını da hayvanları kesip yemekle geçireceklerdi. Ama adam yağmaya gitmeği yediremiyordu artık kendine. Oysa gitsin diye gözünün içine bakıyorlardı şimdi bunlar
Daha üç mezar, ya da bir mezar kazılması gerek. Ya da iki mezar. Birine iki ölü kalkanlarıyla —ama bu kalkanlar da gözükmüyor ortalıkta. Neden?— örtülerek yerleştirilecek, ikincisine ise, bir mezarda ancak iki kişiyi yatırdıklarına göre, bir ölü daha bulmaları gerekecek. Ortada ölü yok. Ama olacak. Sağda, çukurluğun bitip toprağın yeniden yükselmeğe başladığı yerde duran adam
adam gitmişti. Çapavula katılacaktı. Katıldığı için kendisine bir pay verilmesini bekleyecekti yağmadan. Kendi de yağmaya katılmak zorundaydı. Ama
Adam pekâlâ öldürülebilir. Zaten öyle, öbürlerinden uzakta durması, törene katılmamış gibi bir hali olmasa da öbürlerinden ayrı bir kişi gibi görünmesi, öldürülebileceğini getiriyor akla; öldürüleceğini, öldürülmesi gerektiğini…
Batıdaki yosunlu kayalıkla doğuda hafifçe yükselen sırtın arasında toprak oldukça sert, taşlık, çakıllık görünüyor. Kuzeydoğuda ise yuvarlakça bir yer var: Toprağı yumuşak gibi. Belki iki gün önce saatlerce yağmış yağmurun yarattığı bir su birikintisi, belki bu birikintinin yerinde kalmış bir çamur katmanı. Vıcık, yağlı bir çamur. Ya da, bu taşlık toprakların orasında burasında rastlanan, bu toprakta nasılsa barınabilmiş, göreni şaşırtan bir diken yığıntısı, yaprakları kuruyup gitmiş bir bodur bitki kümesi.
Düşman batıya doğru, nereden gelmişse oraya doğru çekilmiş. Ayaklarının dibinde savutların durduğu asker öbürlerinden biraz ayrı duruyor, hâlâ kayalığın alt eteğinde ama kayaların artık yitip çukurlukta eridiği yerde; oradan çukurluğa inmemiş bütün bütün. Bir tehlike yaklaşırsa haber verebilmek için mi? Akla yakın değil, çünkü kayalığın öte yanından gelecek düşmanı vaktinde göremez durduğu yerden. Ama bir çeşit nöbet tuttuğu söylenebilse gerek. Belki de bütün gece kayalığın tepesinde nöbet beklemiştir de gün ışıyınca inmiştir aşağı. Yolda, inerken, yolda rastladığı, kayalığın orasında burasında kalmış birkaç savutu da aşağı indirmiş, —atmış bile— olabilir. Savutların ayaklarının dibinde ya da ona yakın bir yerde durması böyle açıklanabilir. Bu adam, birazdan, arkadaşlarına katılacak, durduğu yerin on beş adım gerisinde, arkasında iki, önünde bir ölü duran arkadaşına yardım ederek ölüleri, kazılacak mezarın başına getirecek. Ama adamı
ama hem katılmak hem katılmamak güçtür yağmaya. Katılmazsa, kendi boyunun insanlarına haksızlık etmeyecek miydi pay almağa kalkmakla? Katılmak istemediğine göre de, evinde bekleyenleri biraz daha, —ama umutları kesilmiş durumda— biraz daha bekletmeği göze alarak, kendi boyunun yaptığı —yaptığını düşündüğü, yaptığını adamın düşündüğü— haksızlığın bir çeşit kefaretini ödeyerek, topraklarına girdikleri düşman boyun adamlarına kendini yakalatmak
Ama adamı kim öldürecek içlerinden?
öldürüleceğini, yağmadan çekinmesinin kendilerini hiç etkileyemeyeceğinin, etkilemeyeceğinin pekâlâ farkında, öldürüleceğini, ele geçmiş bir düşmandan bütün boyun öcünün alınacağının pekâlâ farkında, öldürüleceğini bile bile kendini yakalatmak
Bu konuda bir oranlamaya girişmek, şu ya da bu, bu işi yapar, demek güç. Hiçbiri bu işi düşünüyora, bu konuda herhangi bir karara varıyora, varmışa, benzemiyor. Önlerinde duran işlerin ikincisi, hatta üçüncüsü bu. Uykusuz geçmiş bir gecenin, çarpışmalarla, acılarla, yitirmelerle geçmiş bir günün ardından gelmiş buz gibi, korku dolu, uykusuz geçmiş bir gecenin sabahında mezar kazdıktan, ölüleri taşıdıktan sonra üçüncü olarak yapılacak işi, düşman askerini öldürme işini
kendini yakalatmak tek çıkar yol değil miydi? Evdekilerin başına yeni bir erkek gelirdi nasıl olsa. Üstelik, hırsızlık, haksızlık etmeyen, etmediği gibi, hak yemeği aklına getirmeyen, boyun düzenine boyun eğen bir başkasının yerine geçerek onu kurtarmış, düpedüz, ölümden kurtarmış olmaz mıydı? Gerçekten öyle olmaz mıydı? Bir çaparız çıkardı, çok çok, yoluna
Düşman askerini öldürme işini akıllarına şimdiden getirip uğraşmak niye? Her şeyin sırası var. Çünkü düşman askeri kaçmak istermiş gibi durmuyor. Ele geçmesi kolay bile oldu denebilir. Denir, düpedüz. Kaçmıyor, mezarların kazılmasına yardım ediyor, ölülerin gömülmesine yardım ediyor, yabancı, üstelik düşman olduğu halde ölüler için yapılan törene, büyük bir saygıyla katılıyor, neredeyse, törenin bütün hareketlerine, sözlerine, töresine katıldığı söylenebilecek. Dilini de biraz biraz anlıyor bu ülke adamlarının. Zaten komşular. Onlar göçebe oldukları için dil öğrenmek zorundalar biraz da. Buranın insanı ise, yabanın dilini öğrenip ne yapsın?
Her şeyin sırası var. Çünkü düşman askerini de öldürüp mezara yatırdıktan sonra, böylelikle mezarlarda iki kişiden ne azının ne çoğunun yatabileceği yolundaki atalardan kalma törenin gereği yerine getirildikten sonra, ölülerin bir tek arkadaşla bir araya getirilmesi, arkadaşsız bırakılmaması, ama çatışma yaratacak bir üçlüğe, bir artıklığa da sokulmaması yolundaki törenin gereği yerine getirildikten sonra, düşman askeri mezara yatırıldıktan sonra —ama, düşman olduğu için, düşman olduğunun belirtilmesi gerektiği için başaşağı gömüldükten sonra— bu çukurluktan çıkmalarına, —herhalde— kayalığın kuzeybatısında duran evlerine dönmelerine sıra gelecek. Evlerini ise tamtakır bulacaklarını biliyorlar.
(Çapavul, bütün boyun tarlalarda çalıştığı, evde yalnız yaşlılarla çocukların kaldığı saatte —aşılması pek güç sandıkları için evlerini dibine kurmuş oldukları bir kayalığın ardından yaban kedileri gibi saldırdığı için kimseciklere de görünmeden— baskın verdiğinden, ellerinde savutları koşup çarpışmağa başladıkları zaman buğdaylarının, peynirlerinin, keçilerinin, baltalarının çoğu, taşıyıcıların elinde kayalığın öbür yanına aşırılmıştı bile.)
Yalnız, kimleri sağ kimleri ölü bulacaklarını bilmiyorlar.
(Düşman, onları uzağa çekmesini başarmıştı; çarpışma, taşıyıcıların işlerini rahat görmeleri için daha ötelere, daha ötelere götürülmüştü.)
Bu çukurluğa ulaşıp canlarını kurtaranlar, buldukları ölüleri gömenler, aldıkları yaralardan ölen arkadaşlarını birazdan gömecek, ele geçirebildikleri, tutsak ettikleri adamı da birazdan öldürüp kendi ölülerinin yanına —ama başaşağı— gömecek olan askerler, umutsuz. İşlerini bitirip dönmeğe can atmadıkları muhakkak. Öyle olduğu için de, düşmanı öldürmekte acele etmeyecekler. Etmeyince de işin işkenceye dökülmesi olası. İşkence, geciktirilen bir ölüm olduğuna göre adam uzun uzun düşünecek vakti de bulabilecek demektir. Belki acıların pek ötesine uzanmayacak bu düşünceler
belki
belki kendi boyu içinde, komşu oldukları bu boyun toprağı işleyişinden örnek alınabileceğini söyleyerek herkesin alay ettiği bir kişi olmakla, kendi çadırının önünde toprağı eşeleyip eline rasgele geçirdiği birtakım tohumları rasgele ekip herkesin güldüğü bir kişi haline gelmekle, yanlış bir iş yaptığını düşünebilecek, düşünmeğe vakit bulabilecek
belki, çekilemeyeceği, saldırıya uğradığı yerdeki kurulu evini, ekili tarlasını bırakıp başka bir ülkeye göç edemeyeceği için her şeye katlanan, savunmadan başka bir yola pek gidemeyen bu insanlar karşısında, kendi boyunun insanları gibi, ok hızıyla atılarak avını sokan, sonra gene ok hızıyla çekilip bekleyen, daha başka bir fırsatı kollayan yılanları andıran, bu yüzden de her zaman güçlü durumda olan, olduğu için de övünen insanları gibi kendi boyunun, övüneceği yerde, kazanan yan olmanın, kazanan yanda olmanın verdiği sevinci duyacak yerde, hep kazanan yanın adamı olmaktan usanç duyduğu için, böylesine kazanmanın gerçekte övünülecek bir şey olmadığını düşündüğü, durmadan yenilenlerin de biraz haklı olabileceğini, —biraz da değil— gerçekte, onların haklı olduğunu, korkmadan, aklından geçirebildiği için şimdi pişmanlık duymağa vakit bulabilecek belki de
belki de
Belki de…
Belki de bambaşka bir çatı çatılmıştır gerçeklikte. Şöyle düşünelim:
Sağda, mezarların ötesinde tek başına, öbürlerinden ayrıymış gibi duran adam çapavul takımının tutsaklanmış bir askeri değil, tersine, saldırıya uğrayanların başkanı. Mezarların arkasında ikisi savutlu ikisi savutsuz bekleyen dört asker, gerçeklikte tören, töre düşünmüyorlar. Başkanlarını bekliyorlar. Mezarların öte yanında yatan üç ölü kendi ölüleri, birazdan mezarlarını kazacaklar; iki diri ise çapavul takımından iki tutsak. Tek adam güçlü. Karşısındakiler ise, her zaman güçlü olmaktan, güçlüden yana olmaktan övünç duyan boyun, tutsak edilmiş iki askeri
bu durumda başkan onları yargılayabilir. Onları öldürtebilir. Onlara işkence ettirir, ağızlarından almak istediği lâfı alır. — Tutalım ki, kışın en soğuk günlerinde başkanla boy ileri-gelenlerinin nerede bulunabileceklerini, en iyi nasıl bastırılabileceklerini öğrenmek isteyecektir. — Daha daha, bu lâfı aldıktan sonra —tutsaklara her şey söyletilir, ya da, söyletilebilir, daha olmazsa, söyletilmiş gibi davranılır— lâfı aldıktan sonra ahlak dersi bile verebilir, işkence karşısında da olsa tutsakların konuşmamaları, bildiklerini açığa vurmamaları gerektiğini söyleyerek onları bu yaptıklarından ötürü ayıplayabilir, kınayabilir. Ya da, işkence bile etmeden önce, kahramanca çarpışacaklarına, ya da öleceklerine, tutsaklanmağa razı oldukları için onları alçaklıkla suçlayıp askerlerinin döğüşkenliği karşısında bu kez yenildiklerine göre bir daha saldırmağa kalkmalarının iyi olmayacağını, bir daha saldırmağa yeltenmemelerinin kendileri için daha hayırlı olabileceğini söyleyerek onları küçükseyebilir. Daha daha, onları salıverir, kendi yurtlarına dönmelerine izin verir; ama düşmanın elinden kurtulup döndükleri, boyun onurunu kırdıkları, yerlerde sürüdükleri için, öldürüleceklerini “herhalde kendilerinin de bildiğini” ekleyebilir bu davranışına. Güçlü olmanın her zaman güzel olmak anlamına gelmediğini kendi çirkinliğiyle tanıtlayabilir.
Çaparız burada da çıkıyor.
ya da
Burada da.
İşin doğrusu, —işin tuhafı— şu: İkişer ölünün yattığı üç mezar, bu mezarların arkasında duran ikisi savutlu ikisi savutsuz bir dizi asker, mezarların sağında tek başına, öbürlerinden ayrıymış gibi duran adam (asker mi demeli?), mezarların solundaki ölü, onun sol arkasındaki diriyle sol önündeki diri —ayakları altında yatan üç savutun bütünüyle, ikisinin ise yarı yarıya gömük durduğu diri—, sol yukarı uçta yanyana —denebilir— yatan iki ölü, hepsi, çukurluğun içindeki yedi diri üç ölü üç mezarın hepsi, gölgede duruyor. Aydınlık olan yerler, çukurluğun çevresi. Ama gün doğmuyor, gün batıyor. Öyle olsa gerek. Madem resmin sağını, haritaymış gibi, doğu, solunu batı kabul ettik… Yola çıkarken, resmin harita doğrultusuna göre ters durduğunu, sağının batı, solunun doğu olduğunu kabul edebilirdim, etmiş olabilirdim.
Ama madem öyle değil de böyle kabul ettim, o halde gün doğmuyor, batıyor. Sabahın bozluğunun pembeye dönüştüğü saatten değil, akşamın pembeliğinin bozgun rengi bir boza dönüştüğü saatten söz açmalıyım. Işık soldaki kayalığı aydınlatıyor hâlâ. Gün batıyla güneye doğru vuruyor. Çukurluğun içindeki yedi diri, hava kararmadan önce ölülerini toplayıp gömmek istiyorlar; üç mezarın üstünü örtememişler daha; bunları örtecekler, sonra bir dördüncüsünü, belki de bir beşincisini kazacaklar. Sağdaki adam arkadaşlarına, yeni kazacakları mezarları öbür mezarların sağında açmalarını salık veriyor. Toprak orada daha yumuşak. Soldakiler ise, toprağın daha çakıllık olduğu, daha güç kazılacağı yanı yeğliyor gibi. Hiç değilse topluca çalışırken kayalığın ardında daha kolay savunabileceklerini düşünüyorlar kendilerini düşman yeniden bastıracak olursa. Gece karanlığının düşmana da yar olamayacağını akıllarına getirmiyorlar herhalde. Birazdan anlaşırlar ama; kararlarını verirler. Sonra biribirilerine sokulup geçirecekler geceyi. Ateş yakmayacakları muhakkak.
Şimdi, bunu yırtmalı, güneşin battığını kabul ederek yazmağa yeniden başlamalı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKısmet Büfesi
- Sayfa Sayısı144
- YazarBilge Karasu
- ISBN9789753420327
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 05.45 İstanbul ~ Gökçe Bilgin
05.45 İstanbul
Gökçe Bilgin
“Ben bir katilim, o bir tutsak. Benzeyen ve benzemeyen yönlerimiz var. İkimiz de zamanın içine hapsolmuş, zamanın önümüze çıkardığı seçeneklere körlemesine dalıp duruyoruz. Plana,...
- Cenk Hikayeleri ~ Murathan Mungan
Cenk Hikayeleri
Murathan Mungan
Eskiden, çok eskiden, uzun kış gecelerinde, kısık lambaların puslu camlarda titrek ışıltılarla kıpraştığı köy kahvelerine gece masalcıları, dengbejler, aşıklar gelirlermiş… Dışarıda dondurucu bir fırtına...
- Sürüklenme ~ Latife Tekin
Sürüklenme
Latife Tekin
Yüzümüze ölümün gölgesi düştüğünde hayat ısrarla yaşama şansı tanımak istiyor bize, türlü biçimlerde uyarıp tekrar tekrar sınıyor bunun için. Sürüklenme’nin isimsiz anlatıcısı görünüşte sivil...