20. yüzyılın ortalarında insanlık, II. Dünya Savaşı denen altı yıl sürmüş bir kâbustan kurtulmuştu. Ancak gökyüzünde karanlık bulutlar dolaşmaya devam ediyordu. Bu kez dünya farklı bir kavramla tanıştı: Soğuk Savaş. “Baltıklardan Adriyatik”e uzanan “Demir Perde” ile ayrılan dünya, kırk beş yıl boyunca topyekûn yok olma tehdidinin altında yaşadı.
Bu kırk beş yılda insanlık; Sovyet gulaglarında milyonlarla ifade edilen sayıda canını yitirdi, Amerikan McCarthyciliği döneminde cadı avına maruz kaldı, 38. Paralel’le ayrılan Kore’de kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir davada kanını akıttı, Berlin’de bir duvarın arkasına hapsoldu, Küba’da tırmanan krizle nükleer yok oluşun eşiğinden döndü, Vietnam’da girdiği bataklıktan yıllarca çıkamadı, iki kutup arasına sıkıştırılmaya karşı isyanını çiçek çocuklarla, Beatles’la, Rock and Roll’la haykırdı, uzaya çıktı, Ay’a ayak bastı, Polonya’da, Macaristan’da, Çekoslovakya’da yeşeren “bahar” ümitlerinin solduğunu gördü. Ve nihayet bir duvarın yıkılışı bu devrin sonunu getirdi.
İlkin Başar Özal Kısa Soğuk Savaş Tarihi’nde 1945-1990 yılları arasını adeta bir kameranın vizöründen aktarır gibi canlı bir anlatımla sunuyor. Dönemler arası bağlantılar kurarak geçmiş’le gün’ü bir araya getiriyor.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ NİYETİNE / 11
SUNUŞ VE BİLGİLENDİRME / 13
GİRİŞ / 15
BÖLÜM 1
ESKİ DOSTLARIN PAYLAŞIMI / 37
BÖLÜM 2
BİR DOKTRİN, BİR PLAN, BİR ABLUKA / 79
BÖLÜM 3
38. PARALEL / 117
BÖLÜM 4
KIPKIRMIZI BİR DEVRİN SONU / 139
1. TEHLİKE HER YERDE / 141
2. STALİNSİZ DÜNYA / 156
BÖLÜM 5
YARIŞ; BOMBA, FÜZE, UZAY / 171
BÖLÜM 6
BİR ŞEHİR, BİR DUVAR, İKİ DÜNYA / 193
BÖLÜM 7
ADA / 211
BÖLÜM 8
17. PARALEL / 235
BÖLÜM 9
GALİBİ OLMAYAN SAVAŞ VE KARŞITLIK / 261
BÖLÜM 10
YOLDAŞLAR ARASINDA / 297
KREMLİN VE PRAG / 299
KREMLİN VE PEKİN / 310
BÖLÜM 11
YUMUŞAMA / 327
BÖLÜM 12
ÜÇÜNCÜ DÜNYA / 349
ORTADOĞU / 351
AFRİKA / 363
LATİN AMERİKA / 373
BÖLÜM 13
CARTER VE BREJNEV / 395
BÖLÜM 14
DETANT ÖLDÜ! / 415
BÖLÜM 15
GÖRÜNMEYEN CEPHE / 443
BÖLÜM 16
REAGAN VE GORBAÇOV 463
BÖLÜM 17
BEKLEN(MEY)EN SON 483
SON SÖZ NİYETİNE 511
KAYNAKÇA 513
ÖNSÖZ NİYETİNE
“Stalin ile uzlaşabilirim. Dürüst ama çok zeki.”
Başkan Harry Truman
17 Temmuz 1945
“Dışişleri Bakanlığı’nda Komünist Parti’nin ve bir casus çetesinin üyeleri olarak adlandırılan tüm erkeklerin adını söylemeye
zaman ayıramasam da, elimde 205 kişilik bir liste var.”
Senatör Joseph McCarthy
9 Şubat 1950
“Amerikan halkına barış uğruna en iyi nasıl hizmet edebileceğimi ancak bu şekilde öğrenebilirdim. Kore’ye gideceğim.”
Cumhuriyetçi Başkan Adayı
Dwight D. Eisenhower,
25 Ekim 1952
“Bizden hoşlanmıyorsanız, davetlerimizi kabul etmeyin ve bizi
de sizi görmeye davet etmeyin. Beğenseniz de beğenmeseniz de
tarih bizden yana. Sizi gömeceğiz.”
Sovyet Lideri Nikita Kruşçev
18 Kasım 1956
“Kimse duvar örmek istemiyor!”
Doğu Almanya Başbakanı
Walter Ubricht
15 Haziran 1961
(Berlin Duvarı’nın inşası başlamadan iki ay kadar önce)
“İnanıyorum ki bir sonraki yüzyılda, gelecek nesiller, şu anda
böylesine tarihi bir hata yapmak üzere olan bu Kongre’ye dehşet
ve büyük hayal kırıklığı ile bakacaklar.”
Senatör Wayne Morse
7 Ağustos 1964
Tonkin Körfezi Kararı’nın yaklaşan oylaması sırasında
“Sovyetler Birliği; Lenin döneminde dinsel bir uyanışta gibiydi,
Stalin döneminde bir hapishane gibiydi, Kruşçev idaresinde bir
sirk gibiydi ve Brejnev yönetiminde ABD Postanesi gibi.”
Ulusal Güvenlik Danışmanı
Zbigniew Brzezinski
7 Kasım 1977
Bay Gorbaçov’dan hoşlanıyorum. Birlikte iş yapabiliriz. ”
İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher
17 Aralık 1984
“Bay. Gorbaçov, bu duvarı yıkın!”
Başkan Ronald Reagan,
12 Haziran 1987
“Dünya savaşı tehdidi artık yok.”
Sovyet lider Mikhail Gorbaçov
Aralık 1991
SUNUŞ VE BİLGİLENDİRME
Soğuk Savaş sona erdi ve tarih oldu. Uluslararası sistem hakkındaki geleneksel görüş şuydu: Çok kutuplu sistem, iki kutuplu bir sistemden daha az kararlı olacaktır. Bununla birlikte, iki kutuplu yapının egemen olduğu Soğuk Savaş, ‘uzun süreli barış’ biçiminde bir istikrar düzeyi de getirmişti. Soğuk Savaş sırasında gelişmiş toplumlar arasında sanayileşmiş savaşlar olmadı, ancak bu, hiçbir şekilde öngörülebilir bir sonuç değildi. Geriye dönüp bakıldığında, Soğuk Savaş dönemi, iki kutuplu bir yapının çok kutuplu bir yapıya tercih edildiğini göstermektedir; ancak dönem boyunca uluslararası sistemin istikrarı birçok başka faktöre, özellikle de nükleer caydırıcılığa dayanmaktaydı. Bu durum hem Doğu hem de Batı bloklarını kendi güvenlik ve çıkarlarına odaklanmaya teşvik etti. Soğuk Savaş, Hitler Almanya’sının teslim olmasının ardından ABD ve Sovyetler Birliği arasında başlayan uzun bir mücadeleydi. 1941’de Nazilerin SSCB’ye yönelik saldırısı, Sovyet rejimini Batı demokrasilerinin müttefiki haline getirmişti. Ancak savaş sonrası dünyada, giderek farklılaşan bakış açıları, bir zamanlar müttefik olanlar arasında sorunlar yarattı. ABD ve SSCB, dünyayı iki karşıt kampa bölerek yavaş yavaş kendi nüfuz bölgelerini oluşturdular. Soğuk Savaş her ne kadar birçok ülkeyi, özellikle de Avrupa kıtasını, etkileyen küresel bir çatışma ve sürtüşme süreci olarak görünse de aslında hep ABD ile SSCB arasında bir mücadele olarak geçti; bu iki süper güç olay yerinde görünmeseler bile bir şekilde oradaydılar. Elinizdeki bu kitap ABD ve SSCB üzerinde yoğunlaşarak Soğuk Savaş sürecini; olaylar ve insanlar üzerinden anlatma eğilimindedir. Her bölüm aslında kendi içinde bir bütündür, ancak diğer olaylarla bağlantılı olarak ele alındığından bir yandan da kitabın genelinin bir parçasıdır. Kitap; hatıralar, raporlar, tutanaklar üzerinden insan hikâyelerine odaklanmaktadır. Bu kitap genel anlatımın dışında, içerisinde; ABD Başkanı Reagan ile Dışişleri Bakanı arasında küçük kâğıda yazılan bir notun el değiştirmesini, bir toplantı sırasında Macar Başbakanı ile Sovyet lideri Gorbaçov arasındaki kaş-göz işaretleşmelerini ya da sıcak çatışmalardaki askerlerin düşünceleri ile evlerinde onları bekleyenlerin hikâyelerini de bulacağınız bir kaynaktır; ama kesinlikle bir ders kitabı niteliğinde değildir. Bir itirafta bulunmam gerekirse, kitabın yazımı çok meşakkatli geçti. Yaklaşık elli yıllık olay silsilesini kurgulayarak aktarmak kolay olmadı. Bu zorlu süreçte beni destekleyenlere teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Öncelikle eşim Nilüfer ile oğlum Barış önceki üç kitabımın yazımı sırasında gösterdiklerinden çok daha fazla sabır gösterdiler, hatta beni hep ayakta tuttular. Dostum Agah Karlıağa ise söylemleri ve eleştirileri ile yazım aşamasında yönlendirici oldu. Öğrencilerim; Okan Çoban, Herman Dıldıl ile Ilgın Yaren Demirkesen ve meslektaşım Hasan Ali Çakmak kaynaklara erişmemde yardımcı oldular. Barış Akgün dostum da mühendislere özgü bakış açısıyla daima yanımdaydı. Yalnız bir kişi var ki elinizdeki kitabı “kitap” yaptı desem yeridir: Editörüm Neval Akbıyık. Bilgisinden, ilgisinden, yol göstericiliğinden, eleştirilerinden, uyarılarından, önceki üç kitabımda olduğu gibi bu dördüncüsünde de çok yararlandım. Okuyucularıma da bu kitaptaki bilgileri benimle paylaşacakları için minnettarım. Ancak iki konuya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, bazı kitapların “e-book” nüshalarına eriştiğimden bazen basılı kitap ile dijital versiyonların sayfa numaraları arasında uyumsuzluk söz konusu olabilir, dipnotlar araştırılırken bu durumun göze alınmasını rica ediyorum. İkincisi ise Soğuk Savaş ile ilgili her şeyin bir kitapta yer almasının imkânsız olduğunun unutulmamasıdır. Eğer içinizden biri bir gün 1945–1991 arasındaki “her şeyi” yazmayı amaçlarsa, lütfen iki kere düşünsün. Ben düşündüm, verdiğim karar şu anda elinizde okunmayı bekliyor.
GİRİŞ
1983 yılında dünya iki Hollywood yapımıyla dehşete düştü. Bir tarafta Sovyet-Afgan Savaşı, bir tarafta İran-Irak Savaşı, diğer tarafta Batılı güçler tarafından boykot edilmiş 1980 Moskova Olimpiyatları ve Doğu Bloku tarafından boykot edilmesi muhtemel 1984 Los Angeles Olimpiyatları dururken insanlık nükleer füzelerin gölgesi altında tedirgindi. Ve bu iki film bir anda gerçekleri, politikacıların, askerlerin ve sokaktaki insanların yüzüne vurdu. Filmlerden biri Savaş Oyunları (War Games) adını taşıyordu. Füzelerin ateşleme sistemlerinin insanlar yerine bilgisayara bırakıldığı bir ortamda genç bir Amerikalı, bu bilgisayara, programındaki bir arka kapı vasıtasıyla ulaşıyor ve kim/ne olduğunu bilmeden nükleer savaş oyunu oynamaya başlıyordu. Gerçeğin oyunla karıştığı ortamda, III. Dünya Savaşı, son anda durduruluyordu. İnsanlar nükleer savaşı başlatma ya da misilleme gibi kritik kararların alınmasında bilgisayarların ne kadar güvenilir olduğu konusunu tartışmaya başladılar. Diğer film, Sonraki Gün (The Day After) ise her ne kadar yıkıcı bir nükleer katliamın Kansas’ın küçük bir kasabasının sakinleri üzerindeki etkilerini gösteriyor olsa da aslında bütün dünyanın yaşayacağı durumu gözler önüne seriyordu. Bu filmi izleyenler gerçekten çok etkilendiler. Hatta inanılmaz bir sorgulama başladı: “Nükleer bir savaşta ölmek mi, yoksa bu savaştan sağ kurtulmak mı daha dehşet verici?” Bu iki filmin etkisi, aslında Soğuk Savaş’ı sorgulayan insanların, dünyanın iki süper gücüne, ABD ve SSCB’ye eşzamanlı baskı uygulaması oldu. Dünya genelinde yapılan eleştiri ve düzenlenen protestolar aslında hep aynı soruya temas etmekteydi: “Bu noktaya nasıl geldiğinizi hatırlıyor musunuz?” Doğu ile Batı arasındaki çıkmaz, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli gelişmesiydi ve sonraki yarım yüzyıla hâkim oldu. Görünüşe göre “Soğuk Savaş” terimi, ilk kez 1893’te Alman Marksist Edward Bernstein tarafından ortaya atılmıştı; Bernstein bu terimi I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da “ateş edilmeyen” ancak “kanamanın” olduğu silahlanma yarışını tanımlamak için kullandı. Doğu-Batı çatışması bağlamındaki ilk kullanımı ise İngiliz yazar George Orwell’in 19 Ekim 1945 tarihli bir makalesinde görülmektedir. En basit tanımıyla Soğuk Savaş, Almanya ve Japonya yenilgilerinin ardında bıraktığı güç boşluğunu doldurmaya çalışan iki süper güç konumundaki Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasında gelişen rekabetti. Her iki taraftaki liderler, hegemonyalarını, diğerinin “saldırgan” eylemleri nedeniyle genişletmek zorunda kaldıklarına inanıyorlardı. İki taraf arasındaki yanlış anlaşılmalar, blöf, gurur, kişisel ve jeopolitik hırslar ve bunlara ilaveten basit düşmanlık, Soğuk Savaş’taki mücadelenin sınırlarını genişletti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Washington ve Moskova’nın her ikisi de farklı dünya görüşlerine sahipti. ABD, hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistem arayışına girdi. Amerikalı liderler, tipik olarak, savaş sırasında, savaş sonrası dünyayı şekillendirmeye çok az dikkat ettiler. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki ABD Başkanı Franklin Roosevelt, ülkesi savaşırken savaş sonrası siyasi sorunlarla pek ilgilenmedi; çatışma boyunca meşgul olduğu konu, savaşı olabildiğince çabuk ve Amerikan halkı açısından en az can kaybıyla kazanmaktı. Yüzyıl başındaki Başkanlardan Woodrow Wilson’ın “güç dengesi” ve “etki alanları” kavramlarının hem modası geçmiş hem de ahlaksız olduğu şeklindeki görüşünü benimsemişti. Roosevelt’in bu tutumu, Josef Stalin’i ve Winston Churchill’i hayal kırıklığına uğrattı. Savaşın sonunda, Almanya ve Japonya’nın mağlup edilmesi aslında komünist yayılmaya karşı duran geleneksel engelleri yok etmişti. Avrupa’da Sovyet genişlemesini engelleyebilecek tek bir güçlü kıta devleti kalmamıştı. Uzak Doğu’da yalnızca Çin vardı, ama o da Japonya ile uzun süren savaş nedeniyle ciddi şekilde zayıflamıştı ve tam ölçekli bir iç savaş sürecindeydi. Amerikalılar, silahlı saldırı durduğunda savaşın sona erdiğini varsaydılar. Bu nedenle, yurtdışındaki durumun istikrar kazanmasını beklemeden silahlı kuvvetlerini hızla terhis ettiler. Ancak Churchill, SSCB’yi Avrupa’da engelleyecek tek şeyin ABD’nin nükleer silah tekeli olduğunu ifade ediyordu. Aslında 1945’te Sovyetler Birliği, umutsuz bir hayatta kalma mücadelesinden yeni çıkmış durumdaydı; 25 milyon insan evsizdi, ülkenin toplam mülk değerinin dörtte biri kaybedilmişti, 30 milyona yakın insan hayatını kaybetmişti. Bu durumda belirsiz bir gelecekle yüz yüze kalan Moskova ülke güvenliği konusunda takıntılı hale geldi. Bu, Kremlin’in savaş sonrası yıllardaki en büyük endişesiydi. Ancak tüm yıkıma rağmen Ruslar savaştan, uluslararası güç dağılımı açısından tarihlerindeki en güçlü konumla çıktılar. Önlerinde, uzun zamandır gözledikleri hedeflerini gerçekleştirebilecekleri bir yol açılmış görünüyordu. Stalin, Batı’yı dışarıda tutmak için bir tampon bölge oluşturma amacına yöneldi. Rusya, 19. yüzyılının başından beri, Polonya üzerinden üç kez saldırıya uğramıştı, artık buna bir son vermeliydi. Üstelik Batılı fikirlerin yayılmasını da önlemeliydi. İdeolojik motivasyon da cabasıydı; Sovyetler Birliği uluslararası alanda komünizmi yayma hedefine sıkı sıkıya bağlı, kapitalizmle mücadeleye de kararlıydı. Dolayısıyla, Stalin’in savaşın sonunda kendilerine sunulan fırsatlardan tam anlamıyla yararlanmaya teşebbüs etmemiş olması düşünülemezdi. Batılı liderler Kremlin’in 19. yüzyıl diplomasisine geri döndüğünü düşünüyorlardı ancak güvenlik kaygısının ve yabancı düşmanlığına ilişkin endişelerin bu politikayı ne ölçüde yönlendirdiğini anlamadılar. ABD’de olduğu gibi, Sovyet dış politikası da domestik ihtiyaçlarla yakından bağlantılıydı. Kızıl Ordu Batı’daki yaşam kalitesini görmüştü. Askerler, kendi sistemleriyle onlarınkini kıyasladıklarından savaşın sona ermesiyle daha iyi bir yaşam kalitesi bekliyorlardı. Soğuk Savaş, ülke içinde otoritenin yerleşmesine yardımcı oldu. Roosevelt, farklı nedenlerden ötürü Stalin ile birlikte, Avrupa sömürgeciliğine karşı güçlü bir antipati besleyerek Avrupa sömürge imparatorluklarının parçalanmasını teşvik etti. Roosevelt’in tutumu idealist ve ahlaki açıdan doğru olsa da İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi müttefikleri bu tutum nedeniyle zayıfladığından ABD, komünist olmayan dünyanın savunma yükünü üstlenmek zorunda kaldı. Roosevelt, Sovyetler Birliği ile bir detant geliştirebileceğini varsayıyordu ama Sovyetlerin çok partili sistemler ve serbest seçimlerle ilgili Yalta Anlaşmaları ruhunu ihlal ettiği Roosevelt için bile açıkça ortadaydı. Roosevelt’in halefi Truman, Churchill’in protestolarına rağmen, ABD kuvvetlerinin Sovyetlere tahsis edilen hatların ötesine çekilmesinde ısrar etti. Amerikan kamuoyu, Sovyetler Birliği ile küresel bir mücadeleye girmek değil, ekonomik refahın tadını çıkarmak istiyordu. Rus iradesi, Anglo-Sakson güçlerinin Sovyetler Birliği’ne karşı birleştiği inancıyla da beslendi. ABD’nin atom bombası üzerindeki tekeli, Sovyet sanayi bölgelerine vurucu uzaklıkta bombardıman üsleri kurması, Akdeniz’de deniz tatbikatları yapması Kremlin’in endişelerini arttırdı. Sonunda SSCB, Eylül 1949’da kendi bomba denemesini gerçekleştirdi. Nükleer silah yarışı başlamıştı. Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki Sovyet faaliyetlerine yönelik Amerikan ve İngiliz tutumları net biçimde Moskova’yı kızdırdı. ABD Batı tarzı bir demokrasi istiyordu. Sovyetler Birliği ve Batı, Yalta Anlaşmalarında saklı olan türde bir uzlaşmayı yalnızca Finlandiya’da sağlayabildi. Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde, komünist olmayan partilerin Batı tarafından teşvik edilmesi Moskova’ya bir tehdit olarak göründü. Rusya’nın Doğu Avrupa devletlerinin demokratik süreçlerine müdahale etmesi ve BM Güvenlik Konseyi’ndeki vetosunu giderek daha fazla kullanması gibi hamleleri ABD tarafında öfkeye yol açtı. BM’deki Batı baskısı, 1946’da Sovyetlerin kuzey İran’dan çekilmesini sağlamaya yardımcı oldu. Aslında Batı, Moskova’nın sandığı kadar birlik içinde değildi. İngiltere’deki solcu İşçi Partisi, Amerikan kapitalizmini eleştiriyor, Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, Anglo-Sakson güçlerine ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir denge sağlamak adına Avrupa’da üçüncü bir güç inşa etmek için yoğun çaba sarf ediyordu. Bu nedenle, Batı’yı birliğe ancak Moskova’nın sürükleyebileceği sonucuna varıldı. Gerçekten de Stalin için, NATO’nun gerçek kurucusu dense yeridir. İngilizler, komünizme karşı ilk savunmanın yükünü taşıdılar; ancak, başta mali sorunlar olmak üzere çeşitli nedenlerle İngiltere, sonunda dünya polisi rolünü terk etmek zorunda kaldı. Churchill, Mart 1946’da Fulton’da yaptığı konuşmada Avrupa’ya demir bir perde indiğini söyleyerek Sovyetler Birliği ile ilgili alarmı çaldı. Tehlikenin görmezden gelinerek veya bir yatıştırma politikası izlenerek aşılmayacağını düşünen Churchill, bu zorluğun üstesinden gelmek için İngiltere ile ABD arasında “özel bir ilişki” çağrısında bulundu. Amerikalılar buna hevesli değillerdi. Ama Churchill’in sözleri kehanet oldu. Almanya, Soğuk Savaş’ın ana cephesiydi. 1947’nin başlarında, Paris’te diğer mağlup devletlerle barış antlaşmaları imzalandığında, Avusturya ve Almanya için yapılan görüşmeler çıkmaza girdi. 1947 baharında, Doğu ve Batı, Alman sorununda tam bir kırılma noktasına yaklaşıyordu. Moskova, İran’a yönelik taleplerinin yanı sıra, Türkiye’ye de Kars ve Ardahan’ı ilhak etmek ve Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan Boğazların savunmasında SSCB’ye pay verilmesi için baskı yaptı. Komünist gerillaların kraliyet hükümetine karşı savaş halinde olduğu Yunanistan’da da sorunlar vardı. Yunan seçimlerinde yaşanan sağcı zafer sonrası 1946’nın sonunda çatışmalar alevlendi. Yunan komünistleri, komşu komünistlerden maddi destek alarak ülkenin kuzeyinde kontrolü ele geçirdiler. Şubat 1947’de İngiliz hükümeti ABD’ye Yunan hükümetini desteklemeye artık gücünün yetmeyeceğini bildirdi. 12 Mart 1947’de Başkan Truman’ın, Kongre’nin ortak oturumunda konuşma yaparak duyurduğu Truman Doktrini çok önemli bir adımdı; doğrudan Marshall Planı’na ve NATO’ya giden yolu açtı: ABD “dünyanın polisi olma” yükünü üstlendi. ABD Kongresi Yunanistan ve Türkiye için 400 milyon dolar ayırdı. ABD’nin komünist yayılmaya karşı bir çizgi çekme girişimi, Yugoslav lider Josip Broz Tito’nun Moskova’dan kopmasıyla birlikte başarılı oldu. 1947 baharına gelindiğinde ABD, 16 milyar dolar acil yardım dağıtmıştı, ancak İngiltere, Fransa ve İtalya hâlâ ciddi sıkıntı içindeydi. Özellikle Fransa ve İtalya’da grevler yaygındı. Fransa’da komünistler, devasa Genel Çalışma Konfederasyonu’nu (CGT) kontrol ettiler ve ülkeyi durma noktasına getirmek ve hatta belki de iktidarı ele geçirmekle tehdit ettiler. ABD büyük komünist partilere sahip İtalya ve Fransa’nın kaybedilmesi durumunda Avrupa’nın Sovyet etkisi altına girebileceğini düşündü. Marshall Planı işte böylesine endişe verici bir senaryoyu önlemek için doğdu. Plan, ilgili ülkelerin ortak çaba göstermesini ve ekonomik istikrarın yeniden tesis edilmesini amaçlıyordu. Sovyetler Birliği, Batı’ya kaymalarından korktuğu uydu ülkelerinin bu plandan yararlanmasına izin vermedi. ABD Kongresi, 1948 Nisan’ında Dış Yardım Yasasını onayladı. 16 Nisan 1948’de komünist olmayan on altı Avrupa devleti, Marshall Planı yardımına hazırlık amacıyla Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nı (OEEC) kuran bir sözleşme imzaladı. Marshall Planı Batı Avrupa’nın toparlanmasını mümkün kıldı. Batı Avrupa ekonomilerinin büyüme sürecini başlattı. Aslında hem Truman Doktrini hem de Marshall Planı, komünist yayılmaya karşı çevreleme politikasının erken tezahürleriydi. Marshall Planı’na komünist tepki, Doğu Avrupa için onu reddetmenin ötesine geçti. Sovyetler, Kominform ve Komintern ile cevap verdiler. Moskova, Ocak 1949’da Comecon olarak da bilinen Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi’ni kurarak OEEC’ye paralel bir organizasyon tasarladı. Kremlin, Molotof Planı olarak bilinen kendi ekonomik yardım programını da duyurdu. Diğer taraftan Almanya üzerindeki çıkmazı çözmek için Dışişleri Bakanları Konseyi toplandı. 1947 sonlarındaki bu girişim sonrasında çözüme ulaşılmak şöyle dursun hatlar sertleşti ve Sovyetler, uydu devletlerindeki kontrollerini sıkılaştırdı. Muhalefetin tasfiyesi Şubat 1948’de Çekoslovakya’da komünist darbeye dönüştü. 1948’in başlarında üç Batılı güç, kendi bölgelerini birleştirerek bir Alman hükümeti kurulmasını tartışmaya başladılar. Ancak Berlin’in Batı bölgeleri, Sovyet bölgesinin derinliklerinde bir adaydı. Kremlin, önce yavaş yavaş şehre yüzey erişimini kesti. Buna karşılık Batı hükümetleri kendi bölgeleri için yeni bir para birimini tedavüle soktular. Bu adım, Rus ablukasını getirdi. Truman, önüne sunulanlar içerisinde, Sovyetler Birliği ile bir çatışmaya yol açma olasılığı en düşük olan şehre hava yoluyla ikmal yapılması seçeneğini tercih etti. Batı Berlin’e, yaklaşık bir yıl boyunca, 280 bine yakın uçuşla 2.5 milyon tona yakın malzeme taşındı. Sovyetler, çok sayıda tehdide rağmen, hava ikmal köprüsüne meydan okumadılar. Batı tarafından Doğu Almanya’ya yöneltilen karşı abluka da Sovyet Bölgesi’ni temel mallardan mahrum etti. Sonunda, 12 Mayıs 1949’da, Berlin’e kara trafiği yeniden başladı. SSCB baskısı, Batı Avrupalıları kendi aralarında daha kuvvetli bir birlik olması gerekliliğine inandırdı: Süreç içinde ortaya Avrupa Konseyi, Avrupa Ortak Pazarı, Brüksel Paktı ve NATO çıkacaktı. Batılı müttefikleri ile ABD arasında yapılan görüşmeler sonrası 4 Nisan 1949’da ortaya çıkan Kuzey Atlantik Paktı Örgütü, yani NATO aslında “Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak için” kurulmuştu Böylelikle Soğuk Savaş’ın açılış evresi, her iki tarafın da kıtanın kendi yarısına yerleşmesiyle çıkmaza girdi. 1949’da iki şey daha oldu: SSCB, ilk atom bombasını patlattı ve komünistler Çin’de galip geldi. 25 Haziran 1950’de Kore’de başlayan savaşla, Soğuk Savaş yeni ve çok daha tehlikeli bir aşamaya girdi. Doğu ile Batı arasındaki mücadele Kore Savaşı’nın (1950- 1953) başlamasıyla birlikte Haziran 1950’de belirleyici bir hal aldı. Bu, Soğuk Savaş’ın ilk sıcak savaşıydı. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) güçleri Kore Cumhuriyeti’ni (Güney Kore) işgal etti. Kuzey Kore lideri Kim Il Sung, işgal için Stalin’den onay almıştı. Ancak Stalin, Kim’in Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) lideri Mao Zedong’un “kutsamasını” da alması konusunda ısrar etti. Stalin, sağladığı önemli miktarda malzeme ve askeri yardım ile Kuzey Kore’yi destekledi. 1945’te Japonların teslim olmasıyla, Kore yarımadası paylaşılmıştı: Sovyetler, 38. Paralelin kuzeyini, ABD kuvvetleri de güneyini işgal etmişti. Buralarda kendi ideolojilerine uygun iki devlet kurulmasını sağladılar. Sovyetler Kuzey Kore’ye her türlü desteği sağlarken, Güney Kore lideri Rhee’nin Kore’yi yeniden birleştirme girişiminde bulunarak düşmanlıkları hortlatacağından korkan ABD, Güney Kore’ye yalnızca savunma silahları sağlamıştı. Sonuç olarak; Kuzey’de savaş uçakları, bombardıman uçakları, tanklar ve ağır toplar vardı ama Güney’de bunlardan hiçbiri yoktu. Amerikan askeri istihbaratı, ABD atom bombasına sahip olduğu için Kuzey Kore’nin Güney’i asla işgal etmeyeceğini varsaydığından Kuzey Kore’de giderek büyüyen devasa askeri yığınağa yeterli önemi vermemişti. Kim Il Sung saldırıya geçti, neredeyse Güney’i ele geçiriyordu. BM tarafından başta ABD olmak üzere birçok ülkenin katılımıyla oluşturulan Koalisyon gücü önce Kuzey Kore kuvvetlerini geri püskürttü, sonra da Kuzey Kore’yi işgal etti. BM güçleri Yalu Nehri’ne doğru ilerlerken, Çinliler savaşa girdi ve Koalisyon güçlerini 38. Paralelin güneyine itti. Bir süre sonra savaşın dengesi değişti, bu kez Çinliler tekrar kuzeye sürüldü. Batılı güçler, Kore’yi yeniden birleştirmenin, daha geniş bir çatışma maliyetine veya riskine değmeyeceği sonucuna vardılar. Kore Savaşı, ABD’de “yanlış yerde, yanlış düşmanla yapılan yanlış savaş” olarak kabul gördü. 1953’te bir ateşkes imzalandı ama o günden bugüne Kore, dünyanın parlamaya hazır noktalarından biri olarak kaldı. Kore Savaşı, birçok şeye yol açtı: Birincisi ABD’deki askeri-sanayi kompleksinin kurumsallaşması oldu. İkincisi ise 1946’dan beri Hindiçin’de komünist liderliğindeki Viet Minh ile savaşan Fransızlara ABD’nin doğrudan askeri yardım sağlamasıydı. Diğer yandan Kore Savaşı, ABD’de antikomünist paranoyayı da
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bölgeler-Ülkeler Savaşlar Tarih
- Kitap AdıKısa Soğuk Savaş Tarihi
- Sayfa Sayısı512
- Yazarİlkin Başar Özal
- ISBN9786050833195
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2021