Stendhal’in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel’in yazar ile birçok yönden örtüştüğü ileri sürülür. Orta sınıftan bir genç olan Julien, papaz okuluna devam ederken çocuklarına ders verdiği belediye başkanının karısı ile dedikodulara yol açan bir ilişki kurar. Paris’e gider. Orada da kendine kapılarını açan aristokrat bir ailenin kızı ile yaşadığı aşk, onu hayatın girdaplarına sürükleyecektir. Gururlu, kibirli, asi, ödünsüz bu genç adam, kendi bireysel değerleri soylu sınıfın değer yargılarına çarptıkça geri püskürtülür. Hastalıklı gibi görünen psikolojisi, belki de toplumsal yarılmışlıklara bir isyandır. Hayatı, yanından ayırmadığı iki bavuluna sıkıştırmış, ömrünün son yıllarını küçük bir İtalyan kentinde konsolosluk görevinden aldığı üç beş kuruşla sürdürmek zorunda kalmış Henri Beyle (Stendhal), aynen Julien Sorel gibi ödünsüz, aksi, ömür boyu aşkı aramış, kendini kabul ettirmek istemiş ve hep yalnız kalmış, istediği, düşündüğü gibi değil, yaşayabildiği gibi yaşamıştı.
Kırmızı ve Siyah: Yaşamak deli bir yürekten fazlasını ister.
***
ÖNSÖZ
Henri Beyle (Stendhal) başarı denen şeyden ömür boyu hiç nasibini alamamıştı; ne aşkta, ne para konusunda ne de edebiyat alanında. Stendhal genç yaşta taşradan Paris’e geldiklerinde beklentiler ve umutlarla dolu bir delikanlıydı. Annesi İtalyan kanı taşıyordu, babası burjuvaydı. Babasının kimliğinde tipik “Fransız” olan her şeyi nefretle karşılıyordu: Doymak bilmeyen para hırsını ve kiliseye bağlılığını. Annesi ise onun gözünde Akdeniz’in sıcaklığını, duygusallığını, İtalyan rönesansını, ihtişamlı olanı, büyük olanı temsil ediyordu. Bu ikilem, kimliğini oluşturacak özdeşleştirme modeli olan baba ile anne arasındaki zıtlığın yarattığı uçlaşma, onun hayatını yüzlerce parçaya bölecek etmenlerden belki de en önemlisiydi. Ve Stendhal’in her yazdığında kendisinden, kendi bireysel öyküsünden, duygularından, düşüncelerinden, kimliğinden bir şey bulmamız, bu dağılıp dağılıp giden hayatı bütünleştirme çabası olarak anlaşılamaz mı? Onun edebiyatına getirilen eleştiri, “hayal gücünden yoksunluk”, “yaratıcılıktan nasibini almamış olma” şeklinde tarif edilebilir. Kendi dünyasını dön dolaş okurun karşısına koyma “bambaşka dünyalar, karakterler yaratamama” zaafına işarettir bu.
Henri Beyle ilk bakışta göze çarpacak biri değildi; hatta son bakışta bile. Göze çarptığı yerde de görmemezlikten gelirdi onu insanlar; ne güzelliği vardı dikkati çekecek, ne ünü ne de öyle soylu, aristokrat bir aileden gelen adı. Oysa o sevilmek istiyordu; çevresini büyülemek, varlığıyla şaşırtmak, kıskanılmak, hayran olunmak için can atıyordu. Sohbetlerde, tartışmalarda gediğine konacak taş hep geç gelirdi aklına; kritik durumlarda taşı gediğine koyduğunu sandığı yerde ise artık ya kendini olağanüstü abartırdı ya da çevresindekileri yerin dibine batırmadan edemezdi. Bu ikinci tavrı benimsedikçe Paris’i ve Fransızları küçümsemeye, onları hor görmeye başladı; ama kendini dayatmanın, ‘ben varım’ demenin bütün yollarına ve araçlarına başvurmaktan da hiç geri kalmadı. “Bela”, “lanet herifin teki”ni oynadı, oynadıkça da ayakları altındaki zemin çöktü. Napoléon’un1 peşine takılıp orduyla birlikte (ama elbette savaşa doğrudan katılmadan) İtalya, Avusturya, Almanya ve Rusya’ya gitti: Bu dış dünya, bu yabancı ortam, kendi dünyasında yabancı olan adamın kendini artık hep arzuladığı ve olmak istediği gibi göstermesini sağladı. Kısa süreliğine de olsa bu “seferler”e katılma imkânı içsel bir özgürlük kazandırdı ona. Ancak Henri Beyle, hayatının sonuna kadar oradan oraya sürüklenip duracak, evini sırtında taşıyan salyangoz misali, ihtiyaçlarını sıkıştırdığı iki bavuluyla, istediği hayatın bu olmadığını bile bile öteki “asıl” hayatının peşinden gidecekti. Ama o belki de, Lukacs’ın2 Dostoyevski3 kahramanlarının ortak bir özelliğine değinirken yaptığı o örneksiz benzetmedeki gibi, “hep bir istasyonda kendisini götürecek treni bekledi.” Ama trenler gelip gider, bu insanlar o trenlere binmezler. Asıl hayatları elbette istasyondaki bekleme haline indirgenmiştir, ama onlar gene de günün birinde o asıl, kendilerine ait olan, sahici hayata başlayacak olan izlenimi verirler. Hükümetince, İtalya’daki, aslında bir fare yuvası olan küçük kilise devletçiği Civita Vecchia’ya konsolos olarak atanması da bu “bekleyiş” durumunu değiştirmez onun. Ama zaten fazla da beklemesi gerekmeyecektir; İzindeyken, 1842 yılında, Paris’te sokağa yığılıp kalacak, kısa süre sonra da hayata gözlerini yumacaktır. Yoksulluk sınırında, memur olarak hükümetin kendisine ayırdığı üç beş kuruşla, “treni bekleyip durma” mecburiyeti de bitmiştir böylece.
Hayata Direnme Gücü Olarak “Gençlik”
Kitaplarını okuyan yoktur. Çok çok sonra Balzac’ın4 dile getirdiği hayranlığı acı bir tebessümle karşılayacaktır; elbette büyük yazarın onun eserinin derinliklerine inemeyişinden kaynaklanan yanlış anlamaları da fark ederek. Hayatına giren on kadından altısını belli süreliğinde elinde tutmuş, bunlardan üçü onu aldatmıştır. Sözcüğün gerçek anlamında tahayyüllerdeki bir âşıktır o; kendi tahayyülündeki. Bu, uzun boylu sayılmayacak tıknaz adam sonunda göbekli biri olup çıktı. Kafasının ön kısmındaki kelliği bir peruk örtüyordu. Bir aşk serüveninden kalma hastalık epey dert açmıştı başına. Dostu yoktu; yapayalnızdı. O yüz parça, her birine bir ad taktığı hayatının zenginliği içinde, paramparça ve kendi derisi içinde ebedi yalnızlığa mahkûm, kendi kendine konuşuyor, kendisi için yazıyordu: “Kimdim ben? Kimim ben? … Aklı fazla duygudan yoksun biri sayılıyorum ve hep mutsuz aşklarla uğraşmış olduğumu görüyorum. … Çok az başarılı oldum. Kendi kendime hayal kurmayı başka her şeye tercih ettim. … Peki ayrıca karamsar bir karakterim mi var benim? … Hiçbir zaman insanların bana karşı haksız davrandıklarını düşünmedim. Hiçbir zaman toplumun bana karşı en ufak bir borcu olduğunu aklımın ucuna bile getirmedim… Toplum görebildiği hizmetleri değerlendirir.”
Hiç de öyle büyük coşkularla dolu olmayan, daha çok alaycı bir tonla söylenmiş bu sözler, samimiyet ve dürüstlük bakımından bilinen örneklerin çok çok ötesindedirler. Bu dürüstlük, içtenlik, fanatik bir ilkeciliğe işaret etmez herhalde; şunu kesinlikle yaptım, şunu yapmadım ve yapmayacağım iddiası bulamayız bu ve benzeri tespitlerin gerisinde; hayatı ayakta tutmanın, bir şekilde götürebilmenin zorunluluğu olmalıdır onu bu tür hesaplaşmalara iten etmen en başta; çok güçlü bir zekânın ve hayat deneyiminin damıtıldığı ilkelerdir bunlar; sorularla, cevaplarla, tahminlerle, iç hesaplaşmalarla yürünen bir hayat yolunun döşeyicileridirler. Ve bu hayatın maddi başarıya, paraya yönelebilecek bütün açık pencerelerini, mutluluk olarak anladığı şeyi en yüce hedef haline getiren Henri Beyle kendi elleriyle kapatmıştır denebilir. Beyle, istediği gibi yaşayamadı, yaşayabildiği gibi yaşadı, bu hayatı da olabilecek en mutlu hayatı gibi algıladı; bütün enerjisini ona özgü, hayali (ama onun için var olan) bu mutluluğa ve de yazar olarak kendine taktığı adla, Stendhal’e adadı. Yazdığı her şey, ister mektup, ister roman, ister deneme, eleştiri, ister gezi notları, isterse de konsolosluk günlerinin anıları olsun, onun kendi hayatıydı; özyaşamsaldı.
Öldüğünde altmışında bir delikanlıydı Stendhal. 56 yaşındayken, “İki kere 28 yaşındayım,” demişti. Duyguları, düşünceleri, karakteri erken olgunlaşan Henri Beyle yaşlanmadan öldü. Yıllarla birlikte gençlik günlerinin birikimleri teorik derinlikler kazandılar; ama Stendhal, yaklaşık iki yüz yıl önce, ülkesinden bir düşünürün, Montaigne’in5 yaptığı gibi, olgunluk, yaşlılık çağının deneyim dağarcığından oluşturduğu eleştiri ve değerlendirme tezgâhından geçirmedi bu geçmiş yaşantılarını; ikide birde hatırlanan gençliğe, o gerilerde kalmış geçmişe ağırbaşlı, bilgece bir vedaya yanaşmadı. Mezar taşına şunların yazılmasını istemişti: “Arrigo Beyle, Milanais (Milanolu Arrigo Beyle). Yaşadı, Yazdı, Sevdi.”
Stendhal romanları, kendi kendisiyle özdeşliğini hep korumuş bir adamın dramatikleştirilmiş, yoğunlaştırılmış gençlik anılarıdır.
Mezar taşının üzerindeki İtalyalı, Milanolu vurgusu düşündürücüdür. Öldükten sonra bile İtalya’ya olan bağını belirtmek istemiş olan Stendhal’in hayatında, baştan sona, İtalya adeta kılavuz ipi gibi bir uçtan bir uca gerilmiştir. 7 romanı ve 20 uzun öyküsünde bu ülkenin etkisiaçıktır. Kendisi hımbıl, tıknazca, muhafazakâr görünümlü bu adam için İtalya insan gücünün ve güzelliğinin, insanın mükemmelliğinin temsil edildiği yerdi.
Julien Sorel, Stendhal Olabilir mi?
1827 yılında henüz romantik özelliği ağır basan Armance romanı yayımlandı. Paris’teki Rus Armance’a âşık olan zayıf, solgun Octave’da Henri Beyle’den çok şey vardı. 1930 Eylülü’nde Kırmızı ve Siyah okurla tanıştı. Olayların çatısı, Stendhal anlatılarının çoğunda olduğu gibi, yazılı bir örneğe, bir cinayet belgesine dayanmaktaydı. Özel öğretmen olarak ders veren genç bir eğitmen, öğrencisinin annesi ile bir gönül ilişkisine girmiş, bir süre sonra işine son veren kadını vurarak öldürmüş ve idama mahkûm olmuştu. Toplumun içinde kendini göstermek, başarılı olmak, ilerlemek için yanıp tutuşan Stendhal için bu genç adamın gözüpekliği, hırsı belki de konuya ilgi duymasını sağlayan asıl etmendi. Stendhal bu belgelerden yola çıkarak Verriéres’de bir kereste fabrikasının sahibinin oğlu, önemli biri olma hırsı ile yanıp tutuşan, hafızası herkesi şaşırtacak kadar güçlü, Napoléon hayranı ve içten içe soylulardan nefret eden Julien Sorel’in öyküsünü bir roman kurgusu içine taşıdı. Bölgenin belediye başkanı Mösyö Rênal, Sorel’i çocuklarına özel ders vermesi için tutar. Daha ilk gördüğü andan itibaren ondan çok etkilenen Madam de Rênal, Julien Sorel’e çılgınca âşık olur. Julien Sorel bir yandan yükselmek için papaz olmak istemekte, ama bir yandan da evli bir kadınla birlikte olmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Dedikodular ayyuka çıkınca Julien Paris’te bir papaz okuluna gönderilir. Paris’te bir vesileyle dönemin önde gelen soylularından ve iktidarın perde arkası ortaklarından Mösyö de La Mole ile tanıştırılır. Mösyö de La Mole bu yetenekli genci yanına kâtip olarak alır, bir de soyluluk unvanı verir ona. Evin genç kızı Mathilde, bu tuhaf, alabildiğine sıradışı ve sosyal statüsü kendisine göre daha düşük olan, ama boyun eğmez gence âşık olur. (İleride A. Strindberg bu motifi Bayan Julie’de kullanacaktır.) Ancak genç kız, Julien Sorel ile birlikte olduktan sonra, ondan nefret etmeye, ona öfke duymaya başlayacaktır. Bundan sonrası açmazların içinde bir debelenme olarak gelişir Julien Sorel için.
Sosyal Sınıfların Sınırındaki Birey
Julien Sorel, kendisinden önceki roman “kişilerinin”, özellikle Fransız “bireysel romanı” üst başlığı altında toplanabilen anlatıların bireylerine hiç benzemez. İç dünyasındaki parçalanmışlığı, yıkımı, dışa (okurun) gözleri önüne hiçbir zaman sergilemez o, acizlikten, çaresizlikten söz etmez; bir iç itiraf olarak bile çıkmaz karşımıza böyle bir teslimiyet hali. Stendhal romanında birey, kişi olarak tavizsiz, büyük, güçlü, yazarın o İtalyan kültürünün temsil ettiğini düşündüğü gibi hayat karşısında tutkulu, dirençlidir. Öte yandan aristokratik bir asalet hali de bulunabilir belki bu kişilikte. (Ancak Thackeray’in6 Berry Lyndon adlı, Kubrick’in7 sinemaya aktarmasıyla en azından sinema klasikleri arasına girmiş romanında da bir taşra çiftçisinin oğlu olan Berry, Avrupa iç savaşlarının (Otuz Yıl Savaşları) seline kapılıp bir üst sınıfa kadar tırmanır; ama hep onu kendi sınıfına geriye fırlatan bir kapalılık vardır bu aristokrat yapının içinde; bir ret, bir sınıfını hatırlatma refleksi. Sanırım Julien Sorel ile Berry Lyndon arasında kurulabilecek ilişki ilginç olacaktır; hele daha baştan Sorel ile Stendhal arasındaki iç örtüşmelere dikkati çekmiş olduğumuz için, bu “tırmanma” motifi, bütün bir romanı farklı okumamızı sağlayabilir. Stendhal, Julien Sorel gibi, “tırmanmanın” eşiğinde kıvranan biri miydi? Napoléon’a yakın bir aile ile ilişkisi biliniyor. Baba tarafından (aynen Berry Lyndon gibi) alt sosyal statüdedir, burjuvadır Stendhal.
Stendhal’in “toplumsal varlığını”, onun mutluluğu kendine özgü biçimde yaşayışını, yitik aşklarını, öfkesini ve dışta kalmışlığını bir Julien Sorel üzerinden bir tür “kahramanlık destanı” olarak da okuyabilirsek, Julien Sorel, aykırı bir “burjuva” kahramanı, aristokrat sınıfın baş belası olarak da anlaşılabilir herhalde. Anne-baba arasındaki sosyal-kültürel bölünmüşlük, sınıflar arası bölünmüşlüğe mi karşılık gelir Julien Sorel’in kişiliğinde?
Julien Sorel’in geri düzleminde, ruhban okulu serüvenine rağmen, onu yönlendiren, ona güç veren dinsel bir ilke yer almaz; dinsel düzenin çağrısındaki ölçülülük, alçakgönüllülük onun kişiliğinde etkili olan özellikler değildirler; öyle ki yaşayışı ve tercihleri, böyle bir okul serüveninin deneyim ve ilkelerine cepheden saldırı gibidir de; o, aynen Berry Lyndon gibi, kibirli, hedefe kilitlenmiş bir mekanizmadır bir bakıma, kendini dayatır (tırmanmak ister!), varlığının farkında olunmasını ister, sevilmek ve takdir edilmek ister. Gene de herhangi bir düzende kendine bir yer bulamayan biridir Julien Sorel; inatçı, kafasının dikine giden bir bozguncudur.
Kereste fabrikasından, taşradan gelen, papaz okulunda Tanrı’ya giden yolun yol göstericiliğine soyunmak üzereyken küçük adımlarla da olsa sınıf atlar gibi olan Sorel’in trajedisi, bizce, bu bireysel romanı, ister istemez bir tarih romanı haline getiriyor, aynen Berry Lyndon’da olduğu gibi. Orada bireyin tarihsel dinamiklerin çarkında nasıl edilgenleştiğini görürüz, burada da Julien Sorel’in başkaldırısının beyhudeliğini. Buarada Stendhal yorumlarına yönelik bir itirazımızı da dile getirelim. Stendhal anlatıları, “bireysel roman”, “psikolojik roman” gibi kategorilere çekilip yorumlanıyor. Ancak Stendhal’i gerçekçi yapan, tıpkı Balzac’ta olduğu gibi, köylü-orta sınıf-küçük/büyük burjuva ve aristokrasi (bürokrasinin üst kanadı da buna ait) olmak üzere gittikçe belirginleşen sosyal yapıda (1830 Fransası’nı düşünün) sınıfsal sınırların gitgide kalınlaştığını algılamış olmasıdır. Fransız İhtilali’nin tasfiye ettiği aristokrasinin geri dönüşü ve tabandan gelen tepkilerin büyümesi, ayaklanmalar, yeni cumhuriyette aristokrasi ile öteki sosyal katmanlar arasındaki güç ve iktidar kavgasının sürüp gitmesi, İngiltere’de sanayi devriminin en azından miladının ilan edilmesi… Bütün bunların ve benzeri çelişkilerin yarattığı dinamiğin göbeğinde bir “aidiyet” arayışı. Bu aidiyet arayışının Lamiel’de olduğu gibi, bir güç, kudret kultuna,8 Nietzsche9 vari bir “irade kultuna” dönüşmesi aldatıcı olmamalı.
Henri Beyle çağ ötesi biri miydi? Stendhal takma adıyla yazdığı otobiyografileri, gençlik anıları ya okunamamış ya da okunduklarında yanlış anlaşılmışlardır. Dönemin eleştirisi Stendhal kişilerinin inandırıcılıktan uzak oluşlarından, imkânsız kimseler olmasından, kahramanlarının karakterlerindeki çelişkilerden dem vurup durmuştur. Stendhal’e yakın olan kimseler de, Julien Sorel’de, Stendhal’in imalarına inanıp onun kendi portresini arayıp bulmanın beyhudeliğine işaret ederler. Metnin Almanca çevirisine geniş, ama kendi içine fazlasıyla kapalı bir sonsöz yazmış olan Franz Blei, Balzac örneğine değinerek psikoloji ile roman kişileri arasındaki bir tür teknik ilişkiye değindikten sonra Stendhal’in bu bağlamdaki patolojisine10 dikkati çekiyor. Ona göre, dönemin eleştirisinin de belirttiği gibi, yazarın önünde sabit karakter (psikolojik) özellikleri, ruhsal durum kategorileri vardı: Aşk, nefret, tutku, kıskançlık, hırs vb… Balzac örneğinde olduğu gibi, yazar bu özelliklerin birkaçını duruma göre kişilerine paylaştırıp ya da onlar ile temas ettirip onların bu sabit, değiştirilemez “kavramlara” ne tepkiler göstereceğine bakıyordu. Stendhal’in kahramanları, kişileri ise öyle hazır psikolojik kavramlar ile temas etmezler; aşk, sevgi, nefret gibi psikolojik durumlar, onların ilişkilerinden türer. Dolayısıyla onun psikolojisi (aşk, sevgi, nefret, vb.) patalojiktir, hastalıklı yanı ağır basan ruhsal hallerdir bunlar; oysa (Balzac örneğinde olduğu gibi), çağdaşlarının psikolojisi “şematiktir” yani hazır, tartışılmaz ruh hali kavramlarının belli roman figürleri ile temas ettirilmesi sonucunda ortaya çıkan durumun adıdır psikoloji. Franz Blei, Stendhal’in bu özelliğini ancak Dostoyevski’nin ve sonraki dönemin çok iyi kavradığını ve uyguladığını hatırlatıyor. Stendhal’in kendisi de şöyle demiştir zaten: “1890’dan önce okunabilmeyi ummuyorum. Yazar olarak duyacağım sevinçleri bu döneme erteledim.”
Veysel Atayman
Mayıs 2005, İstanbul
KIRMIZI VE SİYAH
BİRİNCİ KİTAP
Gerçek, şu acı gerçek.
Danton11
I
KÜÇÜK BİR ŞEHİR
Binini bir araya koyun
Daha iyi olur,
Ama kafeste huzur kalmaz.
Hobbes12
Verrières’in, Franche-Comté bölgesinin en güzel şehirlerinden biri olduğu söylense yeridir. Sivri çatıları kırmızı kiremitlerle örtülü bembeyaz evleri, küçük bir tepenin yamacına serpilmiştir. Gür kestane ağacı kümeleri, bu tepenin en ufak kıvrımlarını bile belirgin hale getirir. Doubs Irmağı, şehri çevreleyen surların birkaç yüz ayak13 aşağısından akar. Vaktiyle İspanyollar tarafından inşa edilen bu surlar şimdi yıkılmış, harabeye dönmüştür.
Verrières’in kuzey tarafı Jura sıradağlarının bir kolu olan yüksek bir dağ tarafından korunur. Ekim ayıyla birlikte ilk soğuklar basar basmaz, Verra’nın14 dalga dalga dorukları karlarla kaplanır. Dağdan kopup gelen bir sel, Doubs Irmağı’na dökülmeden önce Verrières’den geçer ve birçok kereste fabrikasının çalışmasını sağlar. Kerestecilik, oldukça basit bir sanayidir, ama şehrin, şehirliden çok köylü denebilecek sakinlerinin önemli bir kısmı için hatırı sayılır bir geçim kaynağıdır. Gene de bu şehri asıl zenginliğe kavuşturanın kereste fabrikaları olduğu söylenemez. Napoléon’un15 tahttan inmesinden bu yana, Verrières’deki evlerin hemen hepsinin yüzlerinin yenilenmesine neden olan bu genel refahın asıl nedeni, Mulhouse işi denilen, renkli bezlerin üretildiği fabrikadır.16
İnsan şehre girer girmez, korkunç görünümlü ve gürültücü bir makinenin çıkardığı sesle adeta serseme döner. Yirmi ağır çekiç, sel suyuyla harekete geçen bir çarkla kalkıp, döşemeleri titreten bir gürültüyle yere iner. Bu çekiçlerin her biri, her gün bilmem kaç bin çivi üretir. Hemen çiviye dönüşecek küçük demir parçalarını çekiçlerin altına yerleştirenler, gencecik, güzel kızlardır. Görünüşte bir hayli zahmetli olan bu iş, Fransa’yı İsviçre’den ayıran dağlara ilk kez ayak basan bir yolcuyu en çok şaşırtan işlerden biridir. Eğer yolcu, gürültüsüyle caddeden geçenleri adeta sağır eden bu güzel fabrikanın kime ait olduğunu soracak olursa, ona ağır, tekdüze bir ses tonuyla, “Kime ait olacak! Belediye başkanına tabii,” diye cevap verirler.
Yolcu, Doubs kıyısından tepenin doruğuna kadar çıkan bu caddede bir an durursa, neredeyse yüzde yüz bir olasılıkla, karşısında işi başından aşkınmış gibi görünen, nüfuzlu biri olduğu halinden belli, iri yarı bir adam görecektir.
Onu gören herkes hemen şapkasını çıkarır. Saçlarına kır düşmüştür, üzerinde kurşuni bir giysi vardır. Bir sürü nişanı olan bir şövalyedir, alnı geniş, burnu kartal gagası gibidir. Bir bütün olarak bakıldığında biçimli bir yüzü olduğu söylenebilir. Hatta ilk bakışta bu yüzde bir köy belediye başkanının ağırbaşlılığının ve kırk sekiz elli yaşındaki insanlarda görülen olgun bir yakışıklılığın birleştiği görülebilir. Ama çok geçmeden bu Parisli yolcu, adamın o dar kafalı ve yaratıcılıktan uzak haliyle karışık kibiri ve ukalalığı karşısında oldukça rahatsız olur. En sonunda da, bu adamın bütün yeteneğinin birisinin kendisine olan borcunu son meteliğine kadar ödetmek ve kendisi borçlu olduğu zaman, bu borcu mümkün olduğu kadar geç ödemekle sınırlı olduğunu anlar.
Verrières belediye başkanı Mösyö de Rênal işte böyle bir adamdır. Ağır adımlarla caddeden geçtikten sonra, belediye binasına girer ve yolcunun gözünden kaybolur. Ama yolcu gezintisine devam ederse, yüz adım yukarıda, görünümü hoş bir ev ve bu evin yanındaki demir parmaklığın arasından harikulade bahçeyi görür. Ötede, Bourgogne tepelerinden oluşan ufuk çizgisi göze çarpar. Bu çizgi, görenin gözleri bayram etsin diye özellikle yaratılmıştır sanki. Bu manzara yolcuya, küçük para çıkarlarının artık kendisini boğmaya başlayan pis kokulu havasını unutturur.
Yolcu, bu evin Mösyö de Rênal’e ait olduğunu öğrenir. Verrières belediye başkanı, yontulmuş taşlardan yapılmış ve inşaatı henüz bitmiş bu güzel binayı büyük çivi fabrikasından kazandığı paralara borçludur. Mösyö Rênal’in eski bir İspanyol ailesinden olduğu söylenir. Ailenin bu yöreye, XIV. Louis’nin buraları fethetmesinden çok önce gelip yerleştiği iddia edilir.
1815 yılından bu yana, bir sanayici olmak, Mösyö de Rênal’e utanç verir. Çünkü 1815’te belediye başkanı olmuştur. Doubs Irmağı’na kadar kat kat inen bu harikulade bahçenin değişik kısımlarını destekleyen set biçimi duvarlar da Mösyö de Rênal’in demir ticaretindeki engin bilgisinin ödülüdür.
Almanya’da, Leipzig, Frankfurt, Nuremberg ve diğer sanayi şehirlerinin çevresinde bulunan o güzelim bahçeleri Fransa’da bulabileceğinizi hiç ummayın. Franche-Comté’de, insanlar ne kadar çok duvar yaptırırsa, evinin çevresinde ne kadar taşı üst üste yığarsa, komşularının gözünde o kadar çok itibar kazanır. Mösyö de Rênal’in duvarlardan geçilmeyen bahçesi insanlarda hâlâ büyük bir hayranlık uyandırır. Çünkü bu duvarların çevrelediği küçük arazilerin bazılarını değerlerinin üstünde altın verip satın almıştır. Örneğin Verrières’e ayak basar basmaz, Doubs kıyısındaki tuhaf konumuyla hemen gözünüze çarpan ve çatısının üzerindeki bir tahtaya kocaman harflerle ‘Sorel’ adının yazılı olduğunu gördüğünüz şu kereste fabrikası, altı yıl önce, şimdi Mösyö de Rênal’in bahçesinin dördüncü set duvarının inşa edilmekte olduğu alanda bulunuyordu.
Verrières belediye başkanı gururunu hiçe sayarak, inatçı ve sert tabiatlı bir köylü olan ihtiyar Sorel’in kapısını defalarca çaldı, fabrikasını başka yere taşıması için kucağına çil çil altınlar döktü. Fabrikanın işlemesini sağlayan kamuya ait ırmağa gelince, Mösyö de Rênal, Paris’teki itibarını kullanarak bu ırmağın yönünün değiştirilmesini sağladı. Bu lütuf kendisine 182… seçimlerinden sonra bahşedildi.17
Sorel’e, bir dönüm toprağın karşılığında, Doubs kıyısının beş yüz adım aşağısında dört dönüm toprak verdi. Çam tahtası ticareti için burası çok daha elverişliydi, ama Sorel Baba, (zengin olduğundan beri herkes onu böyle çağırıyordu) komşusunun pençesine düştüğü sabırsızlık ve mal sahibi olma tutkusu sayesinde ondan ayrıca 6000 frank koparmayı başardı.
Doğrusu yörenin sağduyulu insanları, bu anlaşmayı epeyce eleştirdiler. Bir keresinde, dört yıl önce bir pazar günü, Mösyö de Rênal belediye başkanı kı
————
1 Napoléon Bonaparte (1769-1821): Napoléon I olarak da bilinir. Fransız komutan, I. Konsül (1799-1804) ve imparator (1804-1814-15).
2 György Lukacs (1885-1971): Macar Marksist düşünür ve edebiyat eleştirmeni.
3 Fyodor Dostoyevski (1821-1881): Rus romancı ve öykü yazarı. İnsanın iç dünyasının en gizli, erişilmesi güç yanlarını yansıtan yapıtlarıyla 20. yüzyıl roman anlayışı üzerinde derin ve evrensel bir etki bırakmıştır.
4 Honoré de Balzac (1799-1850): Birbirinden ünlü roman ve öyküleriyle tanınan Fransız yazar. Mantık ilişkisi içinde birbirine bağlı olaylar, tutarlı ve gerçekçi diyaloglarla, belirli kurallara uyan klasik roman türünün yerleşmesinde önemli payı olmuştur.
5 Michel Montaigne (1533-1592): Denemeler adlı yapıtıyla bu türün öncüsü olmuş Fransız yazar ve saray adamı.
6 William Makepeace Thackeray (1811-1863): İngiliz romancı. Gurur Dünyası ve Henry Esmond gibi romanlarıyla ünlüdür.
7 Stanley Kubrick (1928-1999): ABD’li sinema yönetmeni ve tiyatro yazarı.
8 Tapınma; Tanrı’ya tanrısal sayılan varlıklara, özellikle Tanrı’ya yakın bazı yaratıklara yönelik saygı, yüceltme.
9 Friedrich Wilhelm Nietzsche: (1844-1900): Batı’nın ve Hıristiyanlığın geleneksel din, ahlak ve felsefe anlayışlarını temelden eleştiren Alman filozof, ilkçağ uzmanı, kültür eleştirmeni ve şair.
10 Hastalıkbilim.
11 Georges Danton (1759-1794): Fransız Devrimi liderlerinden. Monarşinin yıkılması ve Birinci Cumhuriyet’in kurulmasında büyük bir rol oynamıştır. Kamu Güvenliği Komitesi’nin ilk başkanıdır. Ne var ki Terör Dönemi’nde giderek sertleşen bir muhalefet yürütmesi nedeniyle giyotinle idam edilmiştir.
12 Thomas Hobbes (1588-1649): Ünlü İngiliz filozof ve siyaset kuramcısı.
13 Kadem. Aşağı yukarı 30,48 santimlik bir Anglosakson ölçü birimi.
14 Haritalarda bu adda bir dağ bulunmasa da kasabanın adına (Verrières) atıfta bulunularak bu dağ silsilesine Verra denmektedir.
15 Tam adı Napoléon Bonaparte (1769-1821): Avrupa tarihine yön veren Fransız komutan, birinci konsül ve imparator. Avrupa krallıklarına karşı yayılma savaşları yürütmüş; bu savaşlar önceleri başarıya ulaşsa da sonradan büyük bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. Napoléon’un askerlik, eğitim, idare ve hukuk alanında yaptığı birçok önemli reform Fransız kurumları üzerinde günümüze kadar süregelen derin izler bırakmıştır.
16 Fransa’nın Grenoble bölgesinden, dokuma sanayii ve bezleriyle ünlü bir şehir.
17 1824, yani belediye başkanının hizmetinde olduğu Villèle’in yapılan seçimler sonucu yerini sağlamlaştırdığı tarih. Joseph Villèle (1773-1854), Kral XVIII. Louis ve X. Charles dönemlerinde başbakanlık yapmıştır.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKırmızı ve Siyah
- Sayfa Sayısı740
- YazarHenri Beyle Stendhal
- ÇevirmenSonat Kaya
- ISBN9786055588120
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölü Evinden Anılar ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ölü Evinden Anılar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Sibirya’nın ücra köylerinde, bozkırlar, dağlar, geçilmez ormanlar arasında, tek tük kasabalarla burun buruna gelinir. En fazla iki bin nüfuslu, ahşap evlerden oluşan bu kasabalar...
- Boris Godunov ~ Aleksandr Puşkin
Boris Godunov
Aleksandr Puşkin
VOROTİNSKİ Şehrin güvenliğini sağlamayı ikimize yüklediler, Ama sanırım tek kişi bile bulamayız gözetecek: Moskova bomboş. Bütün halk Patriğin ardından manastıra gitti. Sen ne dersin bu işe; ne zaman bitecek bu bela?
- Ruhlar Akademisi 1 – Gizli Hayatlar ~ Gabriella Poole
Ruhlar Akademisi 1 – Gizli Hayatlar
Gabriella Poole
RUHLAR AKADEMİSİ‘NİN SİZİ ALIP GÖTÜRMESİNE İZİN VERİN! Akademi bir okuldan çok daha fazlasıdır. Hayatınızı değiştirir. Sonsuza kadar! Darke Akademisinin Gerçek Mezunları Hayatı Dolu Dolu...