Balzac “İnsanlık Komedyası” isimli devasa yapıtının “Felsefi İncelemeler” bölümünde yer alan Kırmızı Han’ı arkadaşını haksız bir idam cezası nedeniyle kaybeden eski bir ordu cerrahından duymuş ve kaleme almaya karar vermiştir. Dönemin çokça tartışılan idam konusuna da parmak basan eser, okuru büyük bir ahlaki çatışmayla baş başa bırakır.Eserin yine aynı bölümünde yer alan ikinci öykü “Facino Cane” ise işlediği cinayet yüzünden idam cezasına çarptırılan ve bir tünel kazarak zindandan kaçmaya çalışırken bulduğu hazineyle yepyeni bir hayata başlayan bir adamın hikâyesini anlatır.
İçindekiler
KIRMIZI HAN ………………………………………………………… 11
FACINO CANE ………………………………………………………. 53
KIRMIZI HAN
Sayın Marki de Custine’e …
Hangi seneydi bilmiyorum, Almanya’da çok geniş bir iş çevresi olan Parisli bir banker, o yıllarda tüccarların mektuplaşma yoluyla farklı yerlerden edindikleri ve uzun süre bilinmezlikte kalan şu arkadaşlardan birinin onuruna yemek veriyordu. Bu iriyarı, kuvvetli Alman Nürnberg’de adı bilmem ne olan oldukça önemli bir şirketin başındaydı. Tam bir Nürnbergli olduğunu ortaya koyan geniş bir yüze, artık iyice seyrelmiş sarı saçların çerçevelediği açık, geniş, kare bir alına sahip bu Alman, belli ki tam bir zevk ve düşünce adamıydı; özellikle de tam bir pipo meraklısıydı. Yedi istila gördükten sonra bile hâlâ bozulmayan huzur verici gelenekleriyle, onurlu insanlarıyla son derece verimli bir toprağın, asil ve arı Germen çocuklarından biriydi. Yabancı’nın gösterişsiz bir gülümsemesi vardı, özenli bir dinleyiciydi ve dikkat çekici derecede iyi bir içiciydi ve Champagne yöresinin şaraplarını Johannisberg’in saman sarısı şarapları kadar beğeniyor gibiydi. Yazarların anlatılara dahil ettikleri tüm Almanlar gibi onun da adı Hermann’dı. Yarım yamalak hiçbir şey yapamayan her insan gibi Hermann da bankerin ziyafet masasına güzelce kurulmuş, Avrupa’ya nam salmış Alman iştahıyla yemeklere yumulmuş, Büyük Perhiz mutfağıyla gayet bilinçli bir biçimde ilişkisini kesmişti. Ev sahibi, misafirini onurlandırmak için kapitalist ya da tüccar birkaç yakın arkadaşını ve tatlı dilleri, samimi davranışlarıyla Alman konukseverliğiyle tam bir uyum içinde olan sevecen, hoş pek çok kadın davet etmişti. Gerçekten de, eğer siz de şahit olabilseydiniz, ki ben bu zevke nail oldum, hayatın zevkine varabilmek için ticaretle uğraşırken çıkardıkları tırnaklarını içeri çekmiş bu eğlenceli insan topluluğu karşısında banka senetlerinden nefret etmekte ya da iflaslara lanet okumakta bir hayli zorlanırdınız. İnsan sürekli kötü olamaz. Korsanların içindeyken bile insan, onların uğursuz gemilerinde kendini bir salıncakta gibi hissettiği birkaç huzurlu saat geçirebilir.
“Umarım, ayrılmadan önce Mösyö Hermann, bizi bir hayli korkutacak bir Alman masalı anlatır.”
Tatlı ikramı sırasında edilen bu sözlerin sahibi, daha önce Hoffmann’ın masallarını ve Walter Scott’ın romanlarını okuduğundan şüphe duymadığımız solgun benizli, sarışın bir genç kızdı. Baş döndürücü güzelliğe sahip bu genç kız bankerin biricik kızıydı; gymnasium’a kadar eğitim görmüş ve burada sahnelenen oyunlara da tutkuyla bağlanmıştı. Bu sırada konuklar, sindirme kapasitemize olan inancımızın biraz fazlaya kaçması nedeniyle enfes yemeklerin bizi sürüklediği rehavetin ve sessizliğin getirdiği mutlu bir esenlik içindeydiler. Hemen her konuk sırtını sandalyesine dayamış, bir elini masanın kenarına iliştirmiş, diğer eliyle de dalgın dalgın önündeki yemek bıçağının altın yaldızlı sapıyla oynuyordu. Böyle bir bitiş ânına giren her yemekte kimileri bir armudun çekirdekleriyle oynar, diğerleri işaretparmağı ile başparmakları arasında bir parça ekmeği yuvarlayıp durur, âşıklar meyve parçalarıyla biçimsiz harfler oluşturur, cimriler meyve çekirdeklerini sayar ve bunları bir dramaturgun ikincil rollerini sahnenin en gerisine sıraladığı gibi tabağında sıraya koyar. Son derece yetkin bir yazar olmakla beraber Brillat-Savarin’in1 kitabında hiç kaale almadığı işte bu küçük gastronomik mutluluklardır. Yemeğin bu hoş anında artık uşaklar ortalıkta yoktur. Tatlı, çatışma sonrası bir donanma gibi dağılmış, yağmalanmış, didiklemiştir. Yemekler ev sahibesinin hizaya sokmaktaki tüm çabasına karşın masanın bilumum yerlerine dağılmıştır. Kimi konuklar da yemek odasının gri duvar pervazlarına simetrik bir biçimde asılmış tablolardaki İsviçre manzaralarının tadını çıkarmaktadır. Hiçbiri sıkılmış görünmemektedir. Güzel bir akşam yemeğinin ardından hüzünlere gark olan biri görülmemiştir zaten. İnsanlar bir hayalcinin hülyalarıyla geviş getiren hayvanların tatmini arasında bu ne olduğu belirsiz huzur ânında kalmayı sever, belki de bu âna gastronominin somut hüznü demek lazımdır. Genç kızın sözleri üzerine, konuklar kendiliğinden sevgili Alman dostumuza dönmüşlerdi bile; hepsi de, ilgili olsun olmasın, güzel bir balad dinleyecek olmaktan çok memnun görünüyordu. Bu kutsal arada, bir anlatıcının sesi uyuşmuş hislerimize her zaman hoş gelir ve esrikliğin getirdiği mutluluğu teşvik eder. Hayatın sunduğu manzaraların arayışında biri olarak, bir gülümsemeyle esenlenen, mumların ışığıyla aydınlanan ve sıcak konukseverlikle al al olan bu yüzleri seyretmekten büyük keyif alırım; bu yüzlerdeki farklı ifadeler şamdanların, porselen meyve çanaklarının, meyvelerin ve kristallerin arasından çarpıcı etkiler yaratır.
Bu görüntülerle hayallere dalmışken birden tam karşımda oturan bir konuk özellikle dikkatimi çekti. Ortalama boyda, şişmanca, neşeli biriydi; borsa tellalını andıran hal ve hareketlere sahipti ve çok sıradan bir zekâya sahip gibi duruyordu öyle ki o âna kadar onu fark etmemiştim bile; zira dikkatimi çektiği sırada yüzünün ifadesi değişmiş, kuşkusuz kötü bir günün etkisiyle asılmıştı, yüzü sanki büyük bir korkuyla, alı al moru mor renk değişimlerinden geçiyordu. Neredeyse can çekişen, son nefesini vermek üzere olan birinin yüzüydü adeta. Dioramadaki insanlar gibi hareketsiz duruyordu, şaşı gözleri kristal bir şişe kapağının parıltılar saçan yüzüne sabitlenmişti, ama sanki bu parıltılara değil de daha çok geleceğe ya da geçmişe dair fantastik bazı düşüncelere dalıp gitmiş gibiydi. Bu eşsiz sureti uzun bir süre inceledikten sonra kafama sorular doluştu: “Acı mı çekiyor? Çok mu içti acaba? Kamu fonları düşmüştü de iflas mı etti? Yoksa alacaklılarını kandırmayı mı düşünüyor?”
“Baksanıza!” dedim hemen yanımda oturan hanıma yabancının yüzünü işaret ederek. “İflasın eşiğine gelmiş bir adamın yüzüne benzemiyor mu?”
“Ah!” diye karşılık verdi komşum, “genelde daha neşelidir.” Sonra kafasını ciddi bir edayla sallayarak ekledi: “Bu iflas eder mi hiç, ederse aynı gün kırmızı kar yağar! Bir milyon değerinde toprağı var onun! Eskiden krallık ordularına tedarikçilik yapardı, oldukça ilginç, iyi bir adamdır. İkinci evliliğinin bir çıkar evliliği olduğu söylenir ancak eşini de çok mutlu etmiştir. Uzunca bir süre kabul etmek istemediği güzel de bir kızı vardır; ancak bir düelloda öldürülen oğlunu yitirince, kızını nüfusuna almak zorunda kaldı zira başka çocuğu olmadı. Zavallı kız birden Paris’in en zengin mirasçılarından biri oluverdi. Tek oğlunun ölümü bu zavallı adamı zaman zaman kendini yeniden gösteren büyük bir kedere gark etti.”
Tam bu anda tedarikçiyle göz göze geldik, bakışı öyle karanlık öyle hüzünlüydü ki içim titredi! Aslında bu tek bakış tüm yaşamı özetliyordu. Ancak ifadesi birden değişti ve neşeli bir hal takındı; kristal şişe kapağını aldı ve gayriihtiyari hemen tabağının önünde duran su dolu bir sürahinin ağzına geçiriverdi ve gülümseyerek Mösyö Hermann’a döndü. Gastronomik hazlarla esrimiş olan Mösyö Hermann’ın ise kafası öyle dingin ve boştu ki hiçbir düşünce onu meşgul ediyor gibi değildi. Bir an ensesi kalın bir finansçıyı, in anima vili 1 bir deneye girişip kehanetlerde bulunmaktan utanç duydum. Boş bir çabayla kafatası üzerine gözlemler yaptığım sırada bizim Alman burnuna bir tutam enfiye çekmiş hikâyesini anlatmaya başlıyordu. Hikâyeyi Hermann’ın anlattığı gibi sık aralıklarla ve konunun dışında anlattığı başka başka laflarla kelimesi kelimesine tekrar etmem oldukça zor. Sonuç olarak hikâyeyi kendimce, kitaplarının başına “Almancadan çeviridir” ibaresini koymayı unutan yazarların saflığıyla yazıya geçirdim, tabii Nürnberglinin hatalarına dokunmadan ve içinde şiirsel ve ilginç olan ne varsa öne çıkararak.
Düşünce ve Eylem
Fransız cumhuriyetçi takviminin yedinci yılının ilk ayının sonuna doğru, daha doğrusu şu an kullandığımız takvime göre 20 Ekim 1799’da, iki genç adam sabahın erken saatinde Bonn’dan ayrılmış ve akşamüzeri Coblentz’e birkaç kilometre mesafede, Ren’in sol yakasına kurulu küçük bir şehir olan Andernach’a varmışlardı. Bu sıralarda General Augereau’nun kumandasındaki Fransız ordusu nehrin sağ yakasını işgal eden Avusturyalılara karşı manevra yapmaktaydı. Cumhuriyet tümeninin karar….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKırmızı Han
- Sayfa Sayısı72
- YazarHonore de Balzac
- ISBN9789750749018
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Perili Evin Gizemi ~ Henriette Wich
Perili Evin Gizemi
Henriette Wich
Kim var orada? Gerçekle hayalin kesişme noktasında 100 küsur yıllık bir sırrı gün yüzüne çıkaran Perili Evin Gizemi, iki kardeşi zamana karşı yarıştıran “sihirli” bir serüven....
- Kağnı ~ Sabahattin Ali
Kağnı
Sabahattin Ali
Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur....
- Yeni Dünya ~ Sabahattin Ali
Yeni Dünya
Sabahattin Ali
Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel varmak,...