
“Âlemi uzaktan seyredince kuleler, konaklar, üzerinde koşan tavla tavla atlar, mayalı develer, yalçın dağlar, acı göller, Şahin Beyler, beylerin uzun elleri, körüklü çizmeleri ve de bağlanmış taşlar ile salınmış köpekleri görünür. Bundan ibaret sanılan devranın derisinin altında asıl sahibin nehirden nabzı atar oysa. Çoğu zaman derinlere kaçar, kendi bile unutur nefsini. Sonra olmadık zamanda ve umulmadık anda öz magmasına rastlar. İçin için kaynar, elini öteki elinin örsünde döver, göbeğini keser ve onu gömdükleri kabuğu zelzelelerle yırtarak yazısını yeniden yazmaya çıkar. Bütün iş çoğunluktadır. Bütün iş buğdayı yatıracak acı rüzgârı beklemek yerine fırtına olup esmeyi hatırlamaktır. Ehil bir el gelir, kazandaki süt taşına uzanır ve atar dışarıya. Süt taşar!”
Deli İbram Divanı’nda Ege insanının doğayla, tarihle, efsanelerle beslenen hayatlarını anlatan Ahmet Büke, Kırmızı Buğday’da hikâyeye bu kez bambaşka bir açıdan yaklaşıyor. Kaderini memleketine bağlamış, ölümden yaşam doğuran insanları anlatan Kırmızı Buğday, Arap Ali, Adnan Bey, Gani Dayı, Teğmen Cemil, Dünya, Maya gibi unutulmaz karakterlerle hem tarihsel hem de toplumsal bir anlatının izini sürüyor.
Ahmet Büke’den yine çok ses getirecek, bu toprakların hikâyesini anlatan bir roman… Kırmızı Buğday…
Gördesli Pehlivanoğlu Ahmet Bey’in,
Kıranşeyhli Müftü Ahmet Efendi’nin,
Hacı Ethem Bey ve Makbule Hanım’ın
aziz hatıralarına…
“Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var”
Karacaoğlan
BİRİNCİ BÖLÜM
Buğdaylar Yattığında
I.
25 Nisan 1915’in ilk saatlerinde deniz nefti karanlıklar içindeydi. Gökyüzünde hızla kaçan bulutlar, ay ışığının koyuluğunda belli belirsiz titreyen yıldızları bir örtüp bir açıyordu. Birkaç gece boyunca akan göktaşı yağmuru da artık kesilmişti. Köprü üstü nöbetini kontrol için gelen vardiya subayı, mevkisinde harita çalışan gemi komutanını, yanındaki beli silahlı emir subayını görünce kalbinin hızla çarpmaya başladığını hissetti. Demek ki beklenen saat nihayet gelmiş, yol boyunca herkesin coşkun şarkılarla kendinden geçtiği o arzulanan yere varılmıştı. Bir gün önce, öğleden sonra yağmur altında Mondros’tan gırtlaklarına kadar mühimmat, harp denkleri, piyade, topçu birlikleriyle vira demir ettikleri andan itibaren bir türlü geçmek bilmeyen seyrin sonuna gelinmişti.
Birleşik Donanma’nın görev grubu haritada işaretlenen buluşma noktası olan 40 derece, 12 dakika kuzey enlemi; 26 derece 10 dakika doğu boylamına ağır ağır ulaşarak durdu ama funda demir emri gelmedi. Neredeyse kıyıdan 5 deniz mili açıktaydılar. Ses ve ışık disiplini çoktan emredilmişti. Arka arkaya gelen tekmillerle koşuşturma başladı. Saat 01.30’u vurduğunda nakliye gemilerindeki ilk dalga çıkarmaya katılacak 1.500 asker uyandırıldı ve büyük bir sessizlik içinde destroyerlere aktarıldı. Askerler burada yüzlerce kez talim ettikleri gibi hızla hazırlanıp donandılar. Tüfek namluları ve parıldayan süngü kılıflarını çaputlara sarıp körlediler. Fazladan dağıtılan mühimmatı kütüklüklerine yüklediler. Ardından hepsine sıcak yemek, metal kupalarda taze kahve verildi. Kumral, alnından sağ kaşına doğru çapraz yara izi taşıyan bir çocuk, yağda pişmiş yumurta, domuz pastırması, sosis ve patates püresi dolu tabağını yanındakine uzattı.
“Deniz tutar şimdi beni. Yumurtayı ister misin?” dedi.
Delikanlının köydeki damızlık boğasına benzeyen iriyarı arkadaşı, “Püreyi de yesem olur mu?” diye sordu. Omuz silkti öteki.
Dev irisi asker tabağını doldururken mırıldanıyordu. “Bu kadar erken kahvaltı hiç vermemişlerdi. Böylesi dolu tabağı nerede görecektik? Çavuş da ilk kez küfretmeden uyandırdı. Sence terhis mi oluyoruz?”
Kumral çocuk eğilip arkadaşının yüzüne baktı.
“Bu yarım akıllıyla aynı takımdayım. Tanrı bana acısın,” diye düşündü. Sonra gülmek geldi içinden. Kahkaha atmaya başladı. Kendini tutamıyordu. Tabağını olduğu gibi arkadaşına uzatıp tüfeğinin üzerine kapandı. Kolunu ısırarak yaşarmış gözleriyle sessizce gülmeye devam etti.
Saat 02.30’u vurduğunda ay henüz batmamıştı. Verilen emirle davrandılar. Takım ve bölük sırasına göre ambarlardan güverteye çıkıldı. Açık hava buz gibi yüzlerine çarpmış, genizlerini yakmıştı. İlk kez bu toprağı ve denizi kokluyorlardı ki onlara hâkim olanların “sitte-i sevr” dedikleri altı gün fırtınalarının artık dindiği günlerdeydiler. Şimdi karadan esmeye başlayan rüzgâr denizi önceki günlere göre uslandırmış, dalgaların arasında ufak tefek kuzucuklar kalmıştı. Böyle zamanlarda kıyıdan taşınan kokularla birlikte derinlerde gezinen kılıçbalıkları ısınmaya başlayan yüzey sularına varırdı. Kılıç, nazlı kıvranmasıyla çıktığında sadece bir elin parmakları kadar olan yelesini su üstünde gösterirdi. Eski günler sürseydi şafakla birlikte, gönderine bağlı zıpkınlarla açılan çaparlarda küreklere asılan avcılar belirecek, ufku tarayıp bu yelelerin peşine düşecek, gün ikindi olunca da kafakuyruk bağıyla tekneye aldıkları nasipleriyle döneceklerdi. Oysa artık uzun sürecek melhame-i kübra yıllarının başlangıç anlarındaydılar. Ne kılıçlar ne denizciler ne de nisan yağmuruyla yatmış ekinlerin kaygısına düşmüş ırgatlar için mırıldanarak akacak bir zaman vardı.
Askerler iskele ve sancaktan asılan örme şeytan merdivenlerinden düzen içinde inip gemilerin filikalarına yüklendiler. Her filikada 30-40 asker vardı. 1.500 kişilik birinci hücum grubunun dümenci onbaşıları kürekçileri kontrol etmek için, “SAY!” komutunu verdi. Gecenin içinden fısıltılar yükseliyordu.
“Pruva, tamam!”
“Pruva sıvırya, tamam!”
“Sıvırya, tamam!”
“Hamla sıvırya, tamam!”
“Hamla, tamam!”
Saat 02.50. Beş çifte kürekçiyi eksiksiz alan onbaşılar takım komutanlarından, “HİSA!” komutunu duyar duymaz bir işaret çaktılar. Böylece tüm kürekçiler küreklerinin palalarını göğe dikip elciklerini iki ayaklarının arasına yerleştirdiler; beklemeye başladılar. Kürekçilerin arasında üç sıra piyade tam teçhizat diz çökmüştü. Birkaç dakika sonra arkadan tiz ama alçakça, kısa, anlık parlayıp sönen kıvılcım gibi bir gemici düdüğü duyuldu. Böylece önde savaş gemileri, arkalarında istimbotlar ve istimbotlara halatlarla bağlı filikalar yavaşça süzülmeye başladı. Her istimbot arka arkaya birbirine bağlı dört filikayı çekiyordu. Az sonra çekili gruplar arasına 150 yarda mesafe koyarak dörder filikadan on iki sıralı bir hücum dalgasına dönüşmüşlerdi. Pruvadan aldıkları rüzgâra rağmen işleyen pervaneler dalgaları yara yara barut ve insan canıyla dolu ağırlıklarını dümen suyunda çekerek görev yerine sürüklüyordu.
Saat 03.00. Ay batınca hücum grubunu çeken savaş gemileri 5 deniz mili hıza çıktılar. Karadan gelen serinlik askerlerin yüzüne çarpıp çizmelerinin ucuna kadar yuvarlanıyordu.
Saat 03.30. Sahile 2,5 deniz milinin altında mesafe kaldığında savaş gemileri yol kesti; bundan sonra karaya doğru seyir görevini istimbotlar almıştı. Şafak 04.05’te atacak, gün 04.30’da ağaracaktı. İlk görevlerini icra etmeleri için ihtiyaç duyacakları karanlık onlarla bir saatten daha kısa süre oyalanacaktı.
Saat 04.15. Takım komutanları arkalarına doğru yavaşça fısıldadılar: “Son 50 metre…”
Filikalar istimbotlardan çözüldü. Artık iş kürekçilere kalmıştı. Onbaşılar fısıltıyla, “AL BERABER!” komutunu verince küreklerin palaları hep birlikte suya battı.
Tüm kürekçiler uzun talimleri boyunca hançerelerini yırtarak yineledikleri komutları şimdi ses disiplini gereğince sessizce içlerinden, bir makinenin dişlisi gibi tekrarlamaya başlamışlardı.
“HOP!”
Kürekler havada.
“HOY!”
Kürekler suda.
“HOP!”
Kürekler havada.
“HOY!”
Kürekler suda…
Böyle topluca, şaşmaz ritimle kürekleyerek kıyıya yaklaşan ilk hücum grubu saf düzenine geçti. Ardından on iki sıra halinde Kabatepe yönünde ilerlemeye başladılar. Filikaların ortasına çökmüş, donmuş mermerler gibi bekleşen piyadeler başları önde, çırpınan dalgalardan gelen tuzlu serpintiyle yanan gözlerini bir yumup bir açıyorlardı. Oysa şimdi neredeyse hepsi tek dal sigara yakmayı deli gibi istiyordu. Son bir sigara daha, bu her şeye değerdi. Alnı yara izli köylü çocuğu arkadaşlarının tersine başını kaldırıp ilerledikleri karanlık istikamete doğru baktı. Av köpeği gibi havayı kokluyordu. Karadan esen yel burnuna kokuyu getirmişti.
“Yatmış ekin,” diye fısıldadı.
Elini usulca ekmek torbasına uzattı. Memleketinden ayrılırken bir avuç buğday kellesini çantasına atmıştı. Son kalan dolu başağı parmaklarıyla buldu. Hızlıca koklayıp yakasına taktı.
Şimdi filikalar rütbelilerin “Z kumsalı” diye haritaya işledikleri o meçhul yarı karanlık içindeki karaya bindirmek üzereydiler.
II.
İnsanoğlu ölmek için dünyaya gelmiş, zamanı kokular yaşar. Onlar asla kaybolmaz ve mağlup edilemezler. Buğday başağının insan ve öküz teriyle yeşerdiği her yerde olduğu gibi dünyanın bu yanında da bahar fırtınaları endişeyle beklenirdi. İhtiyarlar huzursuzca oturdukları yerde eşinir; güneşe, bulutlara bakarak ve toprağın epeydir beliren zamansız sıcaklığını yoklayarak, “Öküz Soğuğu geldi gelecek,” derlerdi. Önce yıldızdan yanan pırıl pırıl bir nisan gecesinin tan vaktinde dağların doruklarına neredeyse parmak kalınlığında kırağı düşerdi. Gün ilerlerken karabulutlar çapul kolu gibi yüksek dağların ardından aşarak iner, düzlüklerde günlerdir ısınan toprağa çarpardı. Böylece dünyayı bungunluk kaplardı. Sonra çok geçmeden çıkan poyraz, elinde iğneli topuzunu sallayan fırtınaya dönerdi. Yine de bütün bu olanlar ölümcül sayılmazdı. Asıl büyük felaket indirme ihtimali olan deli yağmurda gizlenirdi. O zaman sıcak ve soğuğun çarpışmasıyla yağmur damlaları büyür; aniden patlayan rüzgâr sağanakları öküz sinirinden kırbaç gibi yeşil saplı, körpe kelleli, nazlı tuğlu buğday tarlalarının üzerinde şaklardı. Eğer dünya böyle çeyrek saat altüst olursa bedenleri fırtınayla ezilen buğdaylar yatar kalırdı. O körpeliğiyle yeri öpen buğday asla doğrulamazdı. Eski boyuna kalkamayan yaş saplar çürümeye başlar ve buğday sadece ömrü ona bağlı olanların hissedeceği bir kokuyla ölmeye yatardı. Dünyanın her köşesinde emekleri eline verilenler bu kokuyu bilirdi. Oysa bizim cennet ve cehennemimiz olan bu topraklarda yatmış buğday kokusuna tüm bunlar yetmezmiş gibi korkular da karışırdı. Irgat, yarıcı, hizmetkâr ve erbab-ı zürra dedikleri toprak emekçilerinin ellerine yüzlerine bulaşan o kara his. Yokluk ve yoksulluk, açlık ve ardından gelecek hastalıklı ölüm korkusu; sipahi ve ardından âyan korkusu. Sonunda tek kişiye dönüşecek bezirgân tüccar, tefeci, sarraf korkusu. Dayanamayıp toprağından kaçıp gidenin peşine düşen çiftbozan akçesi korkusu. Celallenmesi sönmüş eski bir Celali başbuğunun yatağanıyla kesilmek korkusu. Ve hatta bütün bu korkularla dolu kaderin korkusu…
Hanedan-ı Medar denilen Akhisar’ın kuzeydoğusuna düşen uçsuz bucaksız topraklarda da o yılın nisan ayında Öküz Soğukları yapacağını yapmış, ekinlerin üzerinden geçmişti. Irgatlar sazdan çamur sıvalı evlerinden çıkmış, üstlerinden geçen boranın sersemliğiyle dikiliyorlardı. Arap Ali çıplak ayaklarıyla bir koşu harman yerinin karşısındaki tepeye, çam ağaçlarının arasındaki kınalı kayanın üzerine çıktı. Ellerini siper edip tarlalara baktı.
“Vah ki vah!” diye inledi. “Tekmil yatmış ekinler.” Aşağıda ondan haber bekleyenler başlarını çevirmiş, Arap Ali’yi izliyorlardı. Islak kayaya oturdu. Delikanlı çağında dizlerini dövdü.
Arap Ali’nin öylece çöküp kaldığı toprak hep böyle kederli değildi ama oldu olası zor ve zorbayla doluydu. Şimdi Medar denilen çayın ismini o zamanlar kimse hatırlamasa da çayın bir yakasına kurdukları Tepeköy ile öte düzlüğüne kondukları Yakaköy hep ilk isimleriyle yaşadı. Mülk ezelden ebede Allah’ındı ve elbette Rabbimiz toprağı sultana vermişti kulları için. Şevketli, kerametli, kudretli padişah efendimiz yayan yol tepen askerlerine gözün gördüğü tüm bu toprakların kullanım hakkını bahşetmiş, onlar da yürümeye alışkın oldukları için çayın uzak iki yakasına aynı aşiretin iki oğul beyleri olarak konmuşlardı. Bu piyade ve müsellem köyleri mevat denilen, o zamanlar ölü toprak sayılan meşe ormanının örttüğü araziyi şenlendirmişti. Nesillerce odun kömürü yapıp Akhisar, Saruhanlı ve develerle götürdükleri Manisa’da sattıkları meşelik tükenince geriye işlemek için araziler ve iki köyün de sırtını dayadığı tepelerde meralar ortaya çıktı. Kuşaklar sonra böyle bitek topraklara konmuş bulunan Tepeköy ve Yakaköy halkı ister istemez rençper ve hayvancı olmaya meyletti. Akhisar müderrisi Hakkı Ağa’nın da Aydın vilayetindeki etkisiyle damadı Medar Beyi bu topraklara sipahi olarak verildi. Arazi her köylü aileye bir çift iyi cins öküzün işleyebileceği kadar büyüklükte pay edildi. Ve elbette o günden sonra öşür ve ağnam resmi de hayatlarına girmiş oldu. Yalnız işin garipliği şuydu, Medar Beyi artık bitmek üzere olan sipahiler çağının yaşlı bir askeriydi. Öyle ki kayınbabasından bile büyüktü yaşı. Müderris Hakkı Ağa çocuk çağında kızını gözü kapalı vermiş, karşılığında da damadı Medar Beyi’nin hâkim olduğu topraklarda yetişen iyi cins arpa, yulaf, burçak ve özellikle de buğday için Akhisar çarşıda zahire ticareti işine girmişti. Elbette Hikâyeyi Hanedan-ı Âl-i Osman harplerle doluydu. Ve sefer demek ordunun her daim yeniden toplanması, yollara düşmesi demekti. Birkaç defa Medar Beyi çeşitli bahanelerle seferlere katılmadı. Her defasında özrünü Müderris Hakkı Ağa, vilayet merkezinde usulünce ve bedeli mukabilince halletti. Tabii devletin de bozuk bir saat gibi sağı solu belli olmazdı. Umulmadık zamanda çalışmaya karar verirdi. Medar Beyi’ne dair şikâyet layihaları Saray’a gitmek ve belki de kelleyle birlikte tımar da düşmek üzereyken yeni sefer haberini en yakın menzilhaneden bir Tatar ulak getiriverdi. Bu defa çalıyı dolanmak mümkün değildi. Medar Beyi Tepeköylü ve Yakaköylü kulları toplayıp yola düştü. Gölmarmara ve Bintepeler üzerinden Salihli Ovası’ndaki ordunun toplanma mevkisine giderken gölün kıyısında soluklanmak için duruldu. Medar Beyi, Rum köylülerin derin yağ kazanında kızarttığı, kılçıkları tuz buz olmuş iri sazan balığının üzerine bir okkaya yakın sultani üzümü geviş getirerek yuttu maşallah. Üstüne ağırlık çöktü ve çadırına çekilip uykuya yattı. O sırada kara yağlıklı bir grup süvari Köprübaşı Dağları’ndan Poyraz damlarına inerek, Salihli Ovası’nın berisinden yola sarkarak beyin konduğu yere doğru köpük içindeki atlarını dörtnala koşturuyordu.
Medar Beyi’nin silahşoru ve kâhyası Bağçevan Potka oğlu Mihail’in hizmetkârlara sabahleyin anlattığına göre bey gece kâbuslar içinde kıvranmıştı. “Bana Al Karısı musallat oldu. Çirkin, koca kafalı, saçları çürümüş ekin kokan bir canavar. Kâh gölge, kâh kedi sıfatında göründü. Geldi ağzımı kapadı, nefesimi kesmek istedi. Ama elinde üç delik vardı, oradan soluk alabildim şükür,” diye ağlamış. Ve içmesi için yetiştirilen bir çanak ballı şaraba dudaklarını dokunduramadan aniden nefesi kesilerek ebediyete irtihal eylemiş.
Damadı vazife yolunda öldüğü için şehit sayılan Müderris Hakkı Ağa sefer sonuna kadar toprakların vekâletini üstlendi. Devlet ve hayat boşluk kabul edemezdi. “Birkaç yıl sonra Medar topraklarına mültezim olurum,” diyerek dükkânında şükür namazı kıldı. Bu iş tamam olunca rahat nefes alacağını düşünmüştü fakat hayatta her şeyin bir bedeli vardı. Kimi zaman peşin ödense bile hesaplar kolay kolay kapanmazdı. Şahitlerin yeminli ifadelerine ve bunların uzun ve ağdalı tezkerelerle vilayet mektupçuluğuna
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKırmızı Buğday
- Sayfa Sayısı496
- YazarAhmet Büke
- ISBN9789750765513
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uzayda Bir Mahalle ~ Toprak Işık
Uzayda Bir Mahalle
Toprak Işık
Uzaylıların İnegöl’deki bir mahallede ne işi olabilir? Bilimi edebiyatla buluşturan kitaplarıyla yüz binlerce çocuğa ulaşan Toprak Işık, Uzayda Bir Mahalle ile bu kez fiziğe yöneliyor, okurları bilimin...
- Sergüzeşt ~ Samipaşazade Sezai
Sergüzeşt
Samipaşazade Sezai
“O devirde bir fikir ve kalp coşkusu, bireylerden topluma, toplumdan memleketlere, memleketlerden bütün vatana sirayet ederek düşüncelerin, suskun ve durgun cereyanların kaynaklarını ihlal ediyordu....
- Patasana ~ Ahmet Ümit
Patasana
Ahmet Ümit
Patasana, özlemimi bir ölçüde gideriyor. Bu tür bir romanın da edebiyat olabileceğini kanıtlıyor. Sadece keyifle değil, merakla da okunuyor. Yeni ilgi alanları yaratıyor...