“Çöp toplamak zordur, ama kâğıt hurda toplamak daha da zordur. Çünkü kâğıt kilo tutmaz kolay kolay. Durmadan toplamak gerekir. Üstelik yağmurda çamurda hemen heba olur. Sabır ister. Bir de iyi arkadaş.” Çağdaş edebiyatımızın ödüllü öykücülerinden Ahmet Büke, öykülerini bu kez genç okurlar için kaleme aldı.
Hüzün ile sevincin, yokluk ile umudun, acı ile dayanışmanın iç içe geçtiği Kırlangıç Zamanı’nda, hayatı göğüsleyen, sevdiklerini özleyen, her zaman çalışan ve umut eden insanları, çocukların ve gençlerin dilinden anlattı. Sait Faik Hikâye Armağanı ve Oğuz Atay Öykü Ödülü gibi saygın ödüllere değer görülen yazarın kaleminde, hayatın ve büyümenin zorluklarına dostluğun, komşuluğun, sevginin, anlayışın gücü, umudu ve güler yüzü eşlik ediyor.
İçindekiler
Aslında Nasıl Yazar Oldum? ……………………………………….11
Kırlangıçlar Durmadan Uçuyor …………………………………19
Güzel Gözlü Halime ……………………………………………………23
Zeytin Çiçeklerine İnanın ………………………………………….28
Çırak Savaşları…………………………………………………………….32
Döverim Aslında Şerif Ali’yi ………………………………………38
Bir Gün Kimse Kuyuda Kalmayacak ………………………… 45
Denizcinin Hası Kimdi?……………………………………………. 50
İki Mektup …………………………………………………………………..57
Bir Şeftali …………………………………………………………………….63
Aslında Nasıl
Yazar Oldum?
Yaz gelince, yine dertlerim başlamıştı o yıl. Okullar kapanacak, tatil diye herkes göbek atacaktı bizim sınıfta. Elbette ben de seviyordum derslerin bitmesini. O yılın kitaplarını şöyle deli gibi fırlatıp, sonra daha hepsi havadayken okulun bahçesinden fırlayıp gitmek gibisi var mıydı? Ya okulun hademesi Vefa Amca’nın yanağından makas alıp, “Görüşürüz bebek,” diyerek kaçmak? Her haziran ayının başında bu şakanın yapılmasına rağmen Vefa Amca’nın şaşkınlıktan gözlerinin büyümesi, ardından yangın kovalarının arkasındaki uzun değneğe doğru hamle yapması ve bir saniye içinde koridorun nefes alan her türlü canlıdan arınması falan, bütün bunlar harika şeylerdi. Öyle de, bir de “ama”sı vardı bu işin. Yaz tatillerinde dükkânda babama yardım etmem gerekiyordu. Sabahları artık daha da erken kalkacaktım; hızla kahvaltı, sonra doğru çarşıya. Babamın manifaturacı dükkânının ağır kepengini kaldıracaktım.
Camları açıp içerisini havalandırmalı, sonra çarşının ortasındaki havuza koşup teneke dolu suyla dükkânın önünü sulamalıydım. Biraz kuruduktan sonra uzun saplı çalı süpürgesiyle tek çöp kalmadan süpürmek, ardından tezgâhın tozlarını almak da görevimdi. Bütün bu işler bana baktığı için babam elbette gecikecek, kapı önüne attığım sandalyesine kurulur kurulmaz, “Çırak efe, söyle bakalım bir sade kahve,” diye seslenecekti. Tabii bu sabahların bir bedeli olacak, kahvenin yanında buz gibi sade gazoz da benim için gelecekti tepside. Aslında düşününce pek de isyan edecek bir şey yok gibi geliyor insana. Fakat kazın ayağı öyle değildi işte. Birincisi, yaz aylarında işler düşerdi hep. Sıcaktan insanlar çarşı pazara pek çıkmaz olurdu. Üstelik yazın pek kimse elbiseydi, kumaştı, gömlekti diye düşünmez. Düğünler, sünnetler güze birikirdi hep. Böyle olunca her gün yevmiye defterinin arkasına hesap üzerine hesap yapan babam giderek aksi, sinirli birisi olmaya başlardı. Olmadık şeylere öfkelenirdi. “Neden o gömlek sırası bozuk, evladım!”, “Sabahları iyi süpürülmüyor bu dükkân. Bereketi kaçıyor…” diye söylenir dururdu. Durmadan azar yemeye başlardım bir süre sonra. Bununla kalsa her şey iyi tabii ama değil. Akşamüzerine doğru, babam giderdi. Tam dükkânı kapatmaya ha
zırlanırken, Deli İbram Abi gelirdi. Hiç sekmez! Asla! Saat gibi adam. “Ben geldim delikanlı.” “Görüyorum İbram Abi, hoş geldin.” “Benim haracım hazır mı?” Haraç dediği ne, onu da söyleyeyim: Ya iki –ama mutlaka iki– adet akide şekeri ya da demir 1 lira. Şöyle avuç avuç çikolata ya da horozşekeri versen ya da eline avuç dolusu kâğıt para sıkıştırsan da gitmezdi. Mutlaka o iki akide şekerini alacaktı ya da demir parasını. E, ikisi de olmayınca? “İbram Abi, sahiden bulamadım. Babam unutmaz, bilirsin, bir yerlere koymuştur. Yarına söz, vallahi de billahi de…” Deli İbram Abi hiç dinlemez. Üç kere arka arkaya ister: “Ya şeker ya demir para!” Ellerim boş, iki yanda kalınca arkasını döner ve zorrrt! Evet, çılgın gibi yellenir, sonra yürür giderdi. Bunu yaşamayan bilemezdi. Böyle bir koku olamaz! Böyle bir ceza bulunmaz! Her defasında içim geçer, bayılacak gibi olurdum. Üstelik o koku dükkândan çıkmazdı kolay kolay.
Saatlerce içerisini havalandırmak gerekirdi. Akşam yemeğine de gecikirdim. İşte o yaz, bütün bunlara bir son vermeyi kafama koydum. Çare, Terzi Laz Osman’dı. Laz Osman Amca, çarşının sonunda küçük terzihanesine zor sığan, iriyarı bir adamdı. Hani şu külhâni yukarı kıvrık bıyıklarına adam asılacak gibi olanlardan. Göründüğü gibi değildi ama. Sevecen, yumuşak birisiydi aslında. Tek derdi, fazla yoksuldu. Onun yanına çırak girersem haftalığım kuş kadar olurdu. Üstelik sabahları lüplettiğim buz gibi sade gazozlara da elveda derdim. Olsun! Beni babamın huysuzluğundan, daha da önemlisi, Deli İbram Abi’den kurtaracaktı, çünkü İbram’ın nedensizce korktuğu, yanına yakasına yaklaşmadığı tek esnaf Terzi Laz Osman’dı. Konuyu babama açtığımda, yüzüme bakmadan, ne yaparsan yap, der gibi elini salladı. Ertesi sabah Laz Osman’ın çırağı olmuştum. Ufacık bir dükkândı burası. Ortada büyük bir terzi tezgâhı, bir köşede emektar dikiş makinesi, iki küçük rafta tozlu kumaş topları, duvara asılı metreleri, toplanmış mezuraları, boy boy makasları… Sabah yarım saatte ortalığı toparlayıp temizliyordum. Ustam gelir, kestiği kumaşlara eğilir, parmağında dikiş yüksüğüyle öğlene kadar çalışırdı. Sonra Havuzlu Çarşı’ya, çınarların altındaki masalara domino oynamaya giderdi.
Deli İbram Abi akşamüzeri tek tek dükkânları gezip haracını toplarken, bizim önümüzden geniş bir yay çizerek, uzaktan geçiyordu. Önceleri bu durumu gülümseyerek karşılıyordum. Sonra gittikçe eğlenceye dönmeye başladı benim için. İbram Abi dükkânın hizasına geldiği zaman artık çıkıp şakır şakır göbek atıyordum karşısında. “Abi gelsene ya, şeker var bizde,” diye bağırıyordum. Deli İbram iyice sinir olmuştu bana. Duruyor, öfkeyle yumruklarını sıkıyor, parmağını bana doğru sallıyor ama hamle yapmak istediği anda Laz Osman’ın pehlivan bıyıklarını hatırlatmamla birlikte arkasını dönüp bağıra çağıra kaçıyordu. Sonunda mutluluğu bulmuştum.
Az iş, az laf işitmek, bol eğlence… Tabii bu hesapsızlığım bana pahalıya patlayacaktı da haberim yoktu. Bir gün Terzi Osman’ın yaşlı annesi aniden hastalandı. Apar topar İzmir’e hastaneye giderlerken bana, “Biz en az on gün dönemeyiz, dükkân sana emanet,” dedi. Çarşı küçük yer, hemen duyuldu tabii. Bir akşamüzeri Deli İbram Abi, terzihanenin önünde belirdi. “Terzi Osman gitmiş ha!” dedi. “Yok abi,” dedim, “yarın dönecek!” “Öyle değilmiş o iş. Söylediler bana. Terzi Osman gelmeyecekmiş. Dediler ki, bu çocuk seninle eğleniyordu, şimdi eline düştü.” Bu çarşı milleti böyledir. İnsanları birbirine düşürür, sonra da karşıya geçip gülerler.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKırlangıç Zamanı
- Sayfa Sayısı68
- YazarAhmet Büke
- ISBN9789750740657
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Çocuk / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Park Cinayetleri ~ Armağan Tunaboylu
Park Cinayetleri
Armağan Tunaboylu
Hercule Poirot kadar zeki, Sherlock Holmes kadar dikkatli, Mike Hammer kadar çapkın, James Bond kadar yakışıklı, Philip Marlowe kadar pervasız… Yok canım, nerdee! O,...
- Dört Köşeli Üçgen ~ Salah Birsel
Dört Köşeli Üçgen
Salah Birsel
Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci. Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam. Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satın alma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar
- Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi ~ Ömer F. Oyal
Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi
Ömer F. Oyal
“En iyi ihtimaller bile yorucu sonuçlara ulaşıyor, her olumlu ihtimal yeni ve daha büyük çabalar gerektiriyor, dünyanın yorgunluğu asla bitmiyor.” Ömer F. Oyal son...