Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kırık Hayatlar
Kırık Hayatlar

Kırık Hayatlar

Halit Ziya Uşaklıgil

Bu eserimde sadece hayat olacaktı. Memleketin hakiki hayatından bir tablo ki onda gözleri oyalayacak, hayali okşayacak süslerden hiçbir iz bulunmasın. 1901’de Servet-i Fünûn dergisinde…

Bu eserimde sadece hayat olacaktı. Memleketin hakiki hayatından bir tablo ki onda gözleri oyalayacak, hayali okşayacak süslerden hiçbir iz bulunmasın.

1901’de Servet-i Fünûn dergisinde tefrikasına başlanan, ancak sansür memurlarınca sağından solundan makaslanarak paramparça edilen Kırık Hayatlar, adıyla aynı kaderi paylaşmaktan yirmi yıl sonra kurtularak yeniden kaleme alınmıştır. Halit Ziya, olgunluk dönemi eseri olarak nitelediği romanında bireyden topluma ve hemen her sınıfta yaşanan trajediye ayna tutar. Roman boyunca idealist doktor Ömer Behiç, tıpkı Dr. Jekyll’ın Mr. Hyde’la yaşadığı gibi, karakterine taban tabana zıt dostu Bekir Servet’le, insaniyet, erdem, namus ve aile gibi konularda içsel bir savaş yaşarken adliye koridorlarında, hastane köşelerindeki halk da sefalet içindeki kırık hayatlarını onarmaya çalışır.

Bir Hikâyenin Hikâyesi

1

Yirmi beş yıllık bir mesafeden sonra geriye dönüp maziye bakınca o zaman Servet-i Fünûn muhitinde meydana gelen edebi hareketi daha açık seçik çizgilerle çemberlenmiş görüyorum. Bu harekette her şeyden önce fark edilen özellik şuydu ki o başlı başına bir düzen çerçevesinde, onu oluşturanların adeta siyasi bir görüş tarzı belirlemek için evvelden düşünülüp kurulan, kararlaştırılmış esaslar üzerine inşa edilen bir danışma ve anlaşması neticesinde meydana gelmiş bir hadise değildi; hatta onda tam manasıyla bir uyuşma bile yoktu. Ancak bir tesadüf eseriydi. Şurada burada, kendi âlemlerinde, kendi alınlarına yazılmış kaderi takip ederek ilk tecrübe aşamalarından geçmiş olan kalem erbabından birkaçı, hatta daha evvelden pek iyi tanışmayarak, pek sıkı görüşmeyerek, nasılsa esivermiş bir rüzgârın üfürmesiyle aynı matbaanın çatısı altında toplanmışlar, aynı derginin sayfalarına sanat aşkından başka bir şey hissetmeksizin yazılarını getirmişlerdi.

Aralarında uyuşma yoktu, fakat buna karşılık fikir birliği vardı; birbiriyle temas ettikçe sanat anlayışları arasındaki uyumu fark eden ve belki birbirine yakın yaşamakla birbirinden aşılanan bu adamlarda aynı konularda, aynı duyguları hissetmekten, aynı ufuklarda, aynı uçuş tarzına yaradılıştan kabiliyet taşımaktan ileri gelen bir birlik ki, derhal aralarında yardımlaşma ve dayanışma duygularını az çok zedeleyebilecek mahiyette ne varsa onları tamamıyla bir tarafa bırakmaya tabiatıyla lüzum gören bir sevgi ve samimiyet doğurmuştu.

Ne muhit ne sınıf ne mevki ne yaş farkları bunların arasında esen sıcak arkadaşlık havasına soğuk soluğunu üfürmeye fırsat bulabildi. Etraf ne kadar mümkünse of kadar muhalif unsurla, zor şartla doluyken, her adımda bir tehlikenin ihtimali kendilerini beklerken, bütün o bezginlik ve uyuşukluk verecek sebeplere karşı tek kuvveti alabilecekleri manevi kaynak işte ancak aralarında mevcut olması lazım gelen sevgiydi. Onun için, tabiatıyla, uzun uzun düşünüp taşınmaya lüzum bile hissetmeden, yalnız birbirine sokulmuş olmak ihtiyacının sevkiyle bu kalem erbabı ne kadar sevişmek için ruhlarında kudret varsa o kadar sevişmişlerdi.

Ve her türlü yoksunlukların, tatsızlıkların, hak edilmemiş hücumlara, hakaretlere maruz kalmaktan doğan hüsranların, her vesileyle inkâr edilen, küçümsenen sanatlarına dair üzüntülerin, yorgunlukların tek tazmin edilme vesilesi işte bu sevişmekten ibaretti. Bununla mesut, bununla hoşnuttular; bununla her şeyin üstesinden geldiler.

Yalnız bir şeye mağlup oldular, yalnız bir yargı yumruğu vardı ki başlarının üstünde tehdit halinde dururken bir gün nihayet bu topluluğun ortasına düştü ve onları çökerterek dağıttı.

Bu topluluk tabiatıyla o zamanki idarenin kuruntularını kışkırtmaktan geri kalmıyordu, o bundan geri kalsaydı bile etrafında kaynayan hasedin ikaz sesi, kuruntu uyandırmak için icap eden bozgunculuk vazifesini fazlasıyla yerine getiriyordu.

Her gün bu topluluk, kuruntuları ne derece kışkırttığının bir delilini görürdü ve her gün ona ilişkin korunma yollarının tatbikinde daha çok şiddet gerektiren bir ihtiyaca kurban olurdu. Bıkmadı, usanmadı. Hayatını boğmak için gittikçe daha sıkışan zincir, gırtlağında her gün biraz daha dar aralık bırakmakla beraber o böylece nefes alıp verebileceğini, yaşamakta ısrar edebileceğini sandı; nihayet bir gün birdenbire zincir tamamıyla sıkıştı, “Artık nefesini kes!” dedi. İşte ancak o zaman kalemleri kırmak, birer köşeye çekilmek ve senelerce, gittikçe yıpranan, gittikçe kendi kabiliyetini unutan bu gençler için sanatı eskimiş bir eşya gibi bir dolabın karanlıklarında ve tozlarında unutmak gerekti.

Bu sıradaydı ki kafilenin en sonunda başlanmış bir hikâye ile ben kaldım. Bu hikâye, Kırık Hayatlar’dı. İstiyordum ki bu eserimde ondan önceki yazılarıma ait şiir ve hülya vasıtalarından başka bir yol takip edeyim. Bunda sadece hayat olacaktı. Memleketin hakiki hayatından bir tablo ki onda gözleri oyalayacak, hayali okşayacak süslerden hiçbir iz bulunmasın. Balzac’ın, Stendhal’in, Bourget’nin başvurdukları tarzda bir hikâye ki bu üstatların adlarını hatırlatırken onlara yetişmek küstahlığına kalkışmamakla beraber kendi halince, kendi değerince o türün mütevazı bir örneği olsun.

Hikâye hakkında o derece insafsız olmayan zaman, bu hikâyenin bu mahiyeti üzerine hemen çengellerini çıkardı ve onu didiklemeye, delik deşik etmeye başladı. İlk önce kopan, çengellere takılarak giden parçalara rağmen yine devamı mümkün zannettim; fakat artık o karar vermişti. Ne olursa olsun kafilenin son kalemini de kırmak ve bu muhitte uyanmış hareketin son titreşimini de söndürmek için azmi vardı.

Nihayet bir gün…

Bundan sonrasını o tarihte yazılarak bir tarafa atılmış olan ve bugün tekrar meydana çıkan şu kâğıtlarda görmek mümkündür:

19 Aralık 1901 / Cuma sabahı

Bugün yazıhanemin başına çok üzücü bir mecburiyetle oturuyorum: Nihayet yazı yazmaktan feragat etmek gerekiyor. Yazı yazmak! Hayatımın yarısından çoğunu avutup oyalayan bir eğlence; bütün bezginliklerine, yorgunluklarına, boşa çıkan ümitlerine rağmen bilinmez nasıl belirsiz bir teselliyle işte ta çocukluktan bugüne kadar beni aldatan bir eğlence. Evet, nihayet bu eğlenceden de feragat etmek, artık hayatını bitirip de vârislerini düşünen aile babaları gibi yazıhanemin başında vasiyetname yazmak gerekiyor. Çünkü artık başka bir şey yazmaya imkân yoktur:

İki gün evvel matbaanın mini mini dizgicisi, henüz on dört yaşlarında güzel bir çocuk, elinde dört sütunluk matbaa müsveddesiyle yanıma geldi. Bunlar sansürün denetiminden2 geçerek zavallı sanat evladının kırmızı kanlarıyla bulanmış bir kalemle, zalim, gaddar, vahşi bir kalemle kanlar içinde bırakıldıktan sonra suratima atılan müsveddelerdi. Bunları nasıl bir elle aldığımı, nasıl gözlerle seyrettiğimi anlamak için çeşitli çalışmalardan sonra meydana gelmiş bir eserin bir dakika içinde bir tekmeyle paramparça edildiğine, hiçbir şey yapmaksızın, elden hiçbir şey gelmeksizin, miskin bir şahit olan bir sanat sahibi olmak icap eder.

Neler çıkarılmış, neler çizilmiş, nasıl masum fikirlerin girtlakları sıkılarak boğulmuş! Sonra bunu yapan kalem o kadar fikirsiz, o kadar mantıksız ki birçoklarının niçin bu kalemin zulmünden kurtulamadıklarını tahmin etmek bile mümkün olamadı.

Bir eser tasavvur edilsin ki, en fazla hayatla kıpır kıpır görünen parçaları, en fazla bir şeye benzeyen fikirleri, mantık değil, hatta yazım ve dil bilgisi kurallarına dikkat edilmeden kaldırılsın; sonra bu ötesinde berisinde kesiklerle yaralanmış eser ilgisiz bir arkadaşın savsak düzeltmesinden geçerek mantık tutarsızlıklarının, dil bozukluklarının, dizgi yanlışlarının bütün ayıplarıyla ortaya atılsın. Oh! İşte nihayet bunu kabul edemeyeceğim.

Ben o kırmızı kalemin hükmüne mağlup olanlar içinde, zannederim sonuncu kaldım. Bütün meslek arkadaşlarım birer birer çekildiler. Ortada yalnız ben vardım. İtiraf ederim ki onun haksızlıklarına en az ben hedef oluyordum. Küçük hikâyelerimde, Mai ve Siyah’ta, Aşk-ı Memnu’da böyle kurban edilmiş şeyler pek azdı. Buna büyük bir sebep var; bunlar evvela bütün bütün şiir ve hayale dayalı şeyler gibiydi. Hayatın acılıklarına yaklaştıkça bunları bütün süslerdim; fakat nihayet süslenemeyecek acılıklar, kırık hayatlar yazmak istedim ve o zaman kırmızı kalemle mücadele etmek icap etti. İşte altı aydır bu mücadele arasında çökkün ve perişanım, altı ay onda yorulmaz bir zulüm, bende yorulmaz bir inat, mücadele ettik. Bu mücadele arasında zavallı eser, Kırık Hayatlar, parça parça, un ufak oldu, fakat anlıyorum daha ilerisine gitmek mümkün değil. Bugüne kadar eserin en dokunulmayacak yerleri yayımlanıyordu, bugünden sonra başlayacak kısmını aynı mücadeleyle kurtarmak mümkün değil ya da eserden, sanattan feragat ederek bir karalama yazıcısı olmaya katlanmalı. Şimdiye kadar bunlardan biri olmadığıma -belki ayıplanacak bir duyguylao kadar memnunum ki bugünden sonra da edebi hürriyetimi değiştirmeye lüzum görmüyorum.

Bundan sonra yayımlamak için yazılamayacak şeylerin intikamını yayımlamamak için yazmakla almak mümkün olabilecek mi acaba? Günü gününe, vakit buldukça, hayatın zalim uğraş ve mesai saatlerinden çalabildikçe gelip şu yazıhanenin başında hayattan, etrafımda kaynayan -bir çamur kabarışıyla, heyhat! iğrenç hayattan hissettiklerimi göstermek, hissedildikleri gibi süssüz, yapmacıksız, sanki gecelik elbiseleriyle zavallı hastalıklı hayat evladımı perişan kâğıt parçalarının üstüne atmak ne büyük bir teselli olurdu.

Böylelikle Kırık Hayatlar kalmış, fakat bunlardan belki daha acı, daha başka türlü bir acılıkla acı bir başka kırık hayat çıkmış olurdu.

2

Hiç zannetmek istemiyorum ki İstibdat Devri3 diye anılan senelerde bir yandan Teftiş ve Muayene Encümeni’nin,4 bir yandan matbuat idaresinin yazılanları inceleme konusunda günden güne artarak nihayet kuruntuya düşmenin deliliğe pek benzer bir şeklini alan vesvesesi, asıl saltanat makamından ilham almış olsun. Bu, daha çok etrafın büyük bir gayretle, sanki birbirine karşı sadakat örneği verme eğiliminin bir müsabaka ortamında gittikçe artan bir şiddete kapılmış olmasına yorulmalıdır.

Az çok siyaset hatalarına düşmüş olmasına, bazı ruhsal sebeplerle yaradılışının kuruntulara fazlaca düşkünlüğü saltanatı zamanında birtakım idari bozukluklar doğurmuş olmasına karşılık pek yüksek bir zekâya sahip olduğu tarihin şahitliğiyle sabit olan Abdülhamit’in kendisinin bu derece küçük şeyleri doğru bulmamış olacağını düşünmek daha insaflıca olur kanısındayım.

Onun için bugün o zamanın bu konuya ait olaylarını hatırlarken vicdanımın azarlayan seslenişini idare çarkının asıl hareket kaynağına değil, onun dönüş tarzına yöneliyor görüyorum.

Aşağıda görülecek örneklerle zannederim tamamıyla belli olacaktır ki bu gibi şeyleri çizmek usulünü kabul eden kalemlerde tek bir hareket noktası yine kendi kişiliklerinin dokusunda saatten saate dişleri daha derinlere inen kuruntu kurtlarından ibarettir.

İşin zorunlulukları gereği olması lazım gelen bu meselede o zaman hep böyle düşünürdük, o zamandan bugüne kadar da bu düşünüş tarzını çürütecek bir delil ortaya çıkmadı. Hatta bizleri, böyle düşünmekte isabet olunduğuna daha çok ikna edecek olaylar bile görüldü: Sansür memurları tarafından yayımlanması uygun görülmeyen makaleler oldu ki sahipleri, daha yüksek makamlarda bulunduklarından, gidip başkaları tarafından yasaklanan yazılarına padişah buyruğuyla müsaade aldılar. Bu tarzda olayları hemen her gün tekrar tekrar sansür memurlarının burun kıvıran hayretine uzatan bir marifet ocağı vardı ki meşhur Baba Tahir’in Malumat Matbaası’ydı.

Merak edenlerden bir araştırmacı çıksa da sansür memurları tarafından çizilen şeyleri, eğer hâlâ mevcutsa, matbaalardan toplayarak bunlardan seçmelerle bir örnek kitap meydana getirse ve buna karşılık mesela Malumat Matbaası’nın yayınlarından seçilecek örneklerle karşılaştırsa pek dikkate değer bir eser meydana getirmiş olurdu.

Ne kadar üzülmelidir ki söz konusu olan Kırık Hayatlar’dan kendi hesabıma çıkarılan şeyleri o zaman matbaa belgelerinden kopya ederek saklamış değilim. Yalnız bu üzüntüyü biraz yatıştıracak elde bir kâğıt kalabilmiş ki o da hikâyenin son tefrikalarına ait çizilmiş parçaların bir küçük suretidir.

Bunları uzun yıllardan sonra gözden geçirmek ve acaba şu kelime, bu cümle neden sakıncalı sayılarak çıkarılmış diye düşünmek oldukça cazip bir eğlence olur. Bu eğlenceden hikâyenin bugünkü okurlarına bir pay ayırmak istedim. İtiraf ederim ki görülecek şeylerden birtakımının niçin çizilmiş olduğuna ben de tamamıyla akıl erdiremedim.

Çıkarılan kelimeler ve cümleler parantez içine alınanlardır:

hep zihninin içinde (gizli gizli yaşayan) dakikalar…

… Dul! (Bu kelimenin manasını öğrenecekti. Bu kelimenin manası rüyasız, ışıksız, karanlık bir geceydi. Nasıl geçtiği fark edilemeyen bir ümit ve saadet dönemiyle nasıl geleceği bilinemeyen kuru bir geleceğin arasında uzun bir bekleyiş.)

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Edebiyatımız Ne Halde ? ~ Halit Ziya UşaklıgilEdebiyatımız Ne Halde ?

    Edebiyatımız Ne Halde ?

    Halit Ziya Uşaklıgil

    Mai ve Siyah’ın sizdeki tesiri ne yoldadır? “Her sahib-i sanatın âsârından biri hakkında bir zaaf-ı mahsusu vardır. Bende de bu zaaf Mai ve Siyah...

  2. Sefile ~ Halit Ziya UşaklıgilSefile

    Sefile

    Halit Ziya Uşaklıgil

    Halit Ziya Uşaklıgil’in 1887’de, henüz yirmili yaşlarında genç bir yazarken kaleme aldığı ilk romanı Sefile, küçük yaşta kimsesiz kalarak dilencilikten fuhuş denilen girdabın en...

  3. Mai ve Siyah ~ Halit Ziya UşaklıgilMai ve Siyah

    Mai ve Siyah

    Halit Ziya Uşaklıgil

    Halit Ziya, ustalık döneminin ilk romanı kabul edilen Mai ve Siyah’ta, dönemin basın dünyasını matbaacısından yayın yönetmenine, yazarından eleştirmenine özgün karakterlerle betimlerken, hikâyesini sızılı...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kime Göre, Neye Göre? ~ Toprak IşıkKime Göre, Neye Göre?

    Kime Göre, Neye Göre?

    Toprak Işık

    Toprak Işık’ın Kime Göre, Neye Göre?’sini okuduktan sonra, görelilik teoremi de hikâyeymiş diyeceksiniz! İlk gençlik dönemi arifesindeki Beril, sıkıntılı ruh hali yetmezmiş gibi bir de...

  2. Ruhi Mücerret ~ Murat MenteşRuhi Mücerret

    Ruhi Mücerret

    Murat Menteş

    İstiklal Harbi’nin son gazisi, 100 yaşındaki millî kahraman RUHİ MÜCERRET, bir dünya starına nasıl dönüşüyor? Zaten ecelin menzilindeyken, esrarengiz psikopat MASUM CİCİ’yi haklayabilecek mi?...

  3. Rumeli Ve Muhteşem İstanbul ~ Münevver AyaşlıRumeli Ve Muhteşem İstanbul

    Rumeli Ve Muhteşem İstanbul

    Münevver Ayaşlı

    Münevver Ayaşlı, devraldığı Osmanlı kültürü ve estetiğiyle birlikte, sadece Rumeli ve İstanbul hatıralarını değil; tarih, kültür ve felsefesini de paylaşıyor.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur