Edebiyatseverlerin zihninde “derin” bir iz bırakan “Rico ve Oskar” serisinin ödüllü yazarı Andreas Steinhöfel’den, sevginin karşı konulmaz gücü üzerine kaleme alınmış olağanüstü bir kitap!
Büyüdüğünde ünlü bir opera sanatçısı olmayı hayal eden Gianna’nın hayatta iki büyük tutkusu vardır: Avazı çıktığınca (hatta günün birinde şu bardak kıran meşhur ince do’yu bile çıkararak) arya söylemek ve doyasıya korku filmi seyretmek.
Sesi zarar görmesin diye yaz kış boynuna taktığı kırmızı atkısıyla dikkatleri üzerine çeken Gianna’nın duyulmasından en çok korktuğu sırrı ise annesinden ve babasından gizli gizli gece yarısı evden kaçarak ay ışığı altında şarkı söylemesidir.
Operaya ve korku filmlerine doyamayan küçük divamız için hayat, evden kaçış maceralarıyla çok daha eğlencelidir. Tabii; yine bu gecelerden birinde korkunç bir canavarla karşılaşmasını saymazsak eğer!..
Bu canavar tıpkı çok severek izlediği korku filmlerindeki gibi simsiyah, kırmızı parlayan iri gözlere sahip ve kocamandır. Üstüne üstlük Gianna’nın en büyük korkusunun ne olduğunu bilmekte ve onu bununla tehdit etmektedir. Acaba canavar bu gerçeği kimden ve nasıl öğrenmiştir?
Etrafına saçtığı dehşete rağmen cesur dostumuzu bir türlü etkisi altına almayı başaramayan canavar göründüğünden çok daha ürkünç olabilmek için bir şeyler yapmalıdır. Oysa Gianna kalbi taş tutan bu canavarın yüreğini ısıtacak yolun nereden geçtiğini çok iyi bilir.
Steinhöfel’in kalbi taşlaşmaya yüz tutanlara ithaf ettiği Kiralık Canavar, sevginin gücüne inanmanın korkulara boyun eğmekten çok daha anlamlı olduğunu savunarak, ebeveyn-çocuk ilişkileri üzerine sorgulamalarla dolu düşünsel bir yolculuğa davet ediyor okurlarını.
Capitolo primo
Kırmızı atkılı kız
İtalyan operalarını seven dünyadaki tek çocuk büyük olasılıkla Gianna Rienzi değildi. Ancak üç operayı baştan sona, iki operayı da yarısına kadar ezbere söyleyebilen tek çocuk olduğuna şüphe yok. İkinci yarılarını tamamlamak için hâlâ çok çalışıyordu. Gianna, elbette, ünlü bir opera sanatçısı olmak istiyordu. Günün birinde, dünyanın en muhteşem opera binalarından biri olan Milano’daki La Scala’da sahne almaya kararlıydı. O zaman bütün dünya onun güzel sesinin önünde eğilecekti. Gianna sesi konusunda çok endişeleniyordu, çünkü ses –la voce– bir opera sanatçısının sahipolduğu en değerli şeydir. Sesi zarar görmesin diye, yaz günü bile atkı takıyordu. Atkı kırmızıydı ve annesi örgü yapmaya vakit bulabildiği zamanlarda örülmüştü. Dürüst olması gerekirse –ki kendisine karşı daima dürüsttü– sesinin hâlâ mükemmellikten çok uzak olduğunu kabul etmek zorundaydı. Günlüğüne şöyle yazdı: Henüz pek de büyük sayılmam. Ama boy atıp gelişeceğim ve benimle birlikte sesim de gelişecek. Sesim hâlâ çok ince ve yüksek perdelerde zorlanıyorum. Sesim voğlüm bakımından yetersiz.
Sesinin volüm, yani şiddet bakımından yetersizliği Gianna’nın müzik aşkını zayıflatmıyordu. Ne zaman mutfakta bulaşıkları yıkasa avazı çıktığı kadar arya söylüyordu. Gizliden gizliye günün birinde meşhur ince do’ya ulaşıp sesiyle bir bardağı kırabilme umudunu taşıyordu. Gianna’nın arya söylemesi annesinin hoşuna gidiyordu. Gururla, “küçük divamız” derdi kızı için.
Böyle anlarda çoğunlukla gözlerini devirmekle yetinen Gianna’nın babası, “Opera şarkıları korkunç bir zırlamadan farksız,” diye söylenirdi. Bunun üzerine Gianna babasına, “Bunlara şarkı değil, arya denir,” diye çıkışırdı. “Bunu bilmen gerekir!” Gianna’nın annesi Alman, babasıysa İtalyan’dı ve ikisinin her şeyi birbirine tersti. Genelde İtalyanlar müthiş opera severler olarak bilinir. Oysa babası operadan nefret ederdi; bu müzik türüne doyamayan annesiydi. Gianna’nın babasının annesini sevmesinin bir nedeni de bu, yani karısının İtalyan operaları sevmesiydi. Durum çok karmaşıktı. Gianna günlüğüne şöyle yazdı:
Bir insan bir insanı, kendisinin sevmediği bir
şeyi sevdiği için seviyorsa bu çok büyük bir aşktır: Un grande amore!
Opera dinlemek bir şeydir. Dünyanın her yerinde opera dinleyenlere çok kültürlü ve duyarlı kişiler gözüyle bakılır. Opera dinleyen birinden, yaşlı bir kadının karşıdan karşıya geçmesine yardım eder gibi yapıp onu yalnız ve çaresiz bir halde sokağın ortasında bırakması beklenmez. Tıpkı ondan, bir kedinin kuyruğuna boş, gürültü çıkaran konserve kutuları bağlayıp, sonra da onu kovalamak için ton balığı parçalarıyla yanına çağırması beklenmediği gibi. Korku filmi seyretmek ise bambaşka bir şeydir. Dünyanın birçok yerinde korku filmi seyredenlere çok kültürsüz ve duygusuz kişiler gözüyle bakılır. Korku filmi seyreden bir insandan, yaşlı bir kadını trafiğin en yoğun olduğu saatlerde yolun ortasına, bir ilkokul otobüsünün önüne itmesi, hatta eline geçirebildiği kedileri de kadının peşinden fırlatması pekâlâ beklenir. Kuşkusuz Gianna ne birini, ne de ötekini yapıyordu. Ama o, korku filmlerini seviyordu.
Gianna korku filmi izlemeye asla doymuyordu. Kimi akşamlar, annesiyle babası, zemin kattaki lokantalarının duman içindeki mutfağında, leziz İtalyan yemekleri hazırlamak ve tüm o nefis şeyleri masalardaki aç müşterilere dağıtmak için telaş içinde oradan oraya koşturarak çalışırlarken (yani bazen), Gianna gizlice televizyon izlemek amacıyla salona süzülürdü. Çoğu zaman televizyon izlediği sırada, kalın bir yün battaniyeye sarınmış, koltuklardan birine iyice gömülmüş halde koca bir paket galete yerdi. Isırıldığında acayip güzel katur kutur eden bu İtalyan çubuklarına bayılıyordu. Sinema tarihine geçmiş tüm canavarları tanıyordu.
Yani Kont Drakula’yı, Frankenstein’in canavarını ve Kurt Adamı. Yani her türlü ölümsüz yaratığı, dev maymun King Kong’u, ateş saçan şu korkunç böcekleri ve tarif edilemeyecek denli dehşetli katil solucanları. Gianna bu korku salan canavar ve yaratıkların arkasında aslında yalnızca ustaca makyaj yapmış ya da maske takmış sanatçılar, plastik malzemeler ve müthiş teknik numaralar yattığını da biliyordu. Ama bunu bilmesine rağmen, film sırasında galeteleri ardı ardına, avucunda un ufak edecek kadar heyecanlanıyordu. Bu yüzden de filmin sonunda, onu ele verebilecek kırıntıları süpürmek için sandık odasından ağır süpürge makinesini getirmek zorunda kalıyordu.
“Porca miseria!” diye fısıldayan Gianna, süpürge makinesinin uğultusunun aşağıdaki lokantaya kadar ulaşmamasını dilerdi böyle durumlarda. Gianna o güne kadar gizlice televizyon izlerken iki kere yakalanmıştı. Birincisinde, kâğıt hamurundan yapılma, mutasyona uğramış, koca dişli, büyük tavşanlarla ilgili bir film onu ölümüne sıktığı için televizyonun önünde uyuyakalmıştı. İkincisinde, felaket yüksek sesle çığlık atan Drakula’nın kurbanları yüzünden elleriyle kulaklarını kapattığından, annesiyle babasının eve girdiklerini fark etmemişti.
“Yatağa,” diye bağırmıştı babası ona öfkeyle. “Subito! Seni bir daha gece yarısı televizyonun önünde yakalarsam, öyle bir ceza alacaksın ki şaşarsın!” Gianna subito yatağına girmiş, önce kaderine, sonra da Drakula’nın kurbanlarına sitem etmişti. Kanları emilirken, küçük bir kızı kulaklarını kapatmak zorunda bırakacak kadar çığlık atmasalar olmazdı sanki?! Aralık bıraktığı oda kapısından, koridorda duran annesinin, “Onunla daha çok ilgilenmemiz gerekiyor,” dediğini duymuştu.
“Senin onunla daha çok ilgilenmen gerekiyor,” diye karşılık vermişti babası ve bu uzun bir kavganın başlangıcı olmuştu. Ertesi gün Gianna günlüğüne şöyle yazdı:
Annem ev işlerini yapıyor. Alışverişi ve lokanta için çamaşır yıkamayı da o üstleniyor, tıpkı binlerce başka iş üstlendiği gibi.
Adil olan elbette babamın benimle daha fazla ilgilenmesi. Örneğin beni gezmeye bella Italia’ya götürebilir.
İtalya Gianna’nın büyük hasretiydi. İtalya güneş ve gülen insanlarla dolu bir ülkeydi. Bu ülkede limon ağaçları çiçek açıyordu, burası operanın beşiğiydi! Memleket yüreğinin olduğu yerdedir, demişti bir keresinde annesi. Bunun üzerine Gianna gerçek memleketinin ancak bella Italia olabileceğine karar vermişti. Ancak ne zaman annesiyle babasına tatilde birlikte İtalya’ya gitme konusunu açsa, şu yanıtı alıyordu: “Daha fazla paramız ve daha fazla zamanımız olduğunda. Gelecek yıl, belki.”
Belki, Gianna’ya göre verilebilecek yanıtlar içerisinde en kötüsüydü. Belki evet anlamına gelebileceği gibi, hayır anlamına da gelebilirdi ve çoğunlukla anlamı hayırdı. Belki, belki… Annesiyle babası onunla birlikte İtalya’ya gitmeyi kabul etselerdi, Gianna onlara belki en büyük sırrını anlatırdı. Gianna’nın en büyük sırrı, düzenli aralıklarla gece yarısı evden çıkmasıydı. Onu çağıran bella Italia’ya olan derin hasretiydi. Ay o güzel ışığıyla −chiaro di luna− gökyüzünü aydınlatıyor muydu, yoksa ortalık kapkaranlık mıydı, öyle gecelerde Gianna’nın umurunda olmazdı. Karanlıktan korkmuyordu, çünkü hasret ve karanlık bir bütündü. Onlar tıpkı yaşamla nefes gibi, ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıydı. Belki… Belki Gianna annesiyle babasına, gecenin birinde rastladığı canavardan bile bahsedebilirdi. Bu canavar, tonlarca makyajın arkasında bir oyuncunun saklı olduğu şu film canavarlarından biri değildi. Hayır, Gianna’nın karşılaştığı canavar gerçek, sahici, korkunç bir canavardı.
Candan ve kandandı.
Yüreği taştandı.
Ve Gianna’nın en iyi arkadaşına dönüştü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKiralık Canavar
- Sayfa Sayısı104
- YazarAndreas Steinhöfel
- ISBN9789944699853
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaşlı Kurtlar ~ Kingsley Amis
Yaşlı Kurtlar
Kingsley Amis
Kingsley Amis’in komedi ile trajediyi aynı ipte ustaca oynattığı Yaşlı Kurtlar, her an yoldan çıkmaya hazır bir arkadaş grubunu anlatan muazzam bir roman. Kapkara...
- Babalar ve Oğullar ~ Ivan Sergeyeviç Turgenyev
Babalar ve Oğullar
Ivan Sergeyeviç Turgenyev
Turgenyev’in başyapıtı sayılan Babalar ve Oğullar, dünya edebiyatının en önemli klasik eserlerindendir. Turgenyev, geleneksel değerlerin tümünü karşısına alana, kızgın genç adam, nihilist Bazarov karakteri...
- Ölümcül Sırlar ~ Robert Bryndza
Ölümcül Sırlar
Robert Bryndza
Mükemmel cinayet için kusursuz Bir planın olmalı Bir anne, buz gibi bir sabaha uyandığında kızının kanlar içindeki cesedini yolun üzerinde donmuş hâlde bulmuştu. Kurbanın...