Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kierkegaard
Kierkegaard

Kierkegaard

Alastair Hannay

Soren Aabye Kierkegaard’un (1813-1855) eserleri, günümüzde hâlâ ilgi görmesine karşın bir bağlama oturtulmamış, yaşadıklarıyla yazdıkları arasında bir bağlantı kurulmamıştır. Halbuki bu yazı faaliyetinin içine…

Soren Aabye Kierkegaard’un (1813-1855) eserleri, günümüzde hâlâ ilgi görmesine karşın bir bağlama oturtulmamış, yaşadıklarıyla yazdıkları arasında bir bağlantı kurulmamıştır. Halbuki bu yazı faaliyetinin içine yerleştiği genel bir felsefi şema bulunmaktadır. Kierkegaard, hayatını, varoluşun derin anlamına dair karmaşık keşiflere adamış bir yazardır. Bu anlamda bütün yazdıkları, kendi hakkındadır. Öte yandan okurlarını kendi varoluşlarıyla yüzleştirmek isteyen bir düşünür olarak yazdıkları sadece kendisiyle ilgili değildir; dünyada birey olma mücadelesine kafa yormuştur ömrü boyunca.

Pişman olmak ve bunun acısıyla hayatı boyunca bağlanmak için ayrıldığı sevgili nişanlısı Regine’nin kendisinden tiksinmesini sağlamak amacıyla yazdığı Ya/Ya da, onun müstear isimle yazdığı ilk kitaptır. Sonuçta ömrü boyunca hatırasına bağlı kaldığı Regine’yi kendinden soğutmayı başaramamış, bu arada okur nezdinde büyük ilgi gören eser sayesinde tanınan bir yazar olmuştur. O da Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Korku ve Titreme, İroni Kavramı, Kaygı Kavramı, Felsefe Parçaları Ya Da Bir Parça Felsefe gibi yapıtlarla bu ilginin karşılığını vererek dünya felsefe tarihi içinde sağlam bir yer edinmiştir.

Kierkegaard, tutarlı ve zaman içinde gelişen bakış açıları kazandırdığı ondan fazla müstear isimle yazdığı kitaplarda, o karakterleri birbirleriyle ve kendisiyle tartıştırmak gibi inanılmaz bir şey yapacak kadar özgün düşünce zenginliğine sahip bir polemikçidir. “İnsanlığa olan sevgisi nedeniyle” görevinin “her yerde güçlük çıkarmak” olduğuna karar verip bu yolda tek başına azimle yürüyen bu ilginç düşünür, çevresiyle giriştiği mücadele ve rekabetten ibaret olan kısa ömrünün son deminde dünyadaki mevcudiyetinin amacına ulaştığını şöyle dile getirmiştir: “Tinim o kadar güçlü ki artık bedenimi boğuyor.”

Oslo Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün kıdemli hocası Alastair Hannay’ın, Kierkegaard düşüncesinin oluşum evrelerine odaklanarak ilerlediği elinizdeki kitap, bu ilginç felsefecinin eserlerini hayatının içine oturtan ve hayatıyla felsefesinin örtüştüğünü ortaya koyan ilk biyografidir.

Giriş

Ünlü bir entelektüelin yaşamöyküsünü yazmanın amaçlarından biri, yaşamöyküsü yazılan öznenin yapıtlarını tarihsel ve kültürel bağlamlarına oturtmaktır. Daha etkileyici olan diğer amaç ise o yapıtlara yazarın entelektüel gelişimi bağlamında bakmaktır. Ama bir yaşamöyküsü yazarının, yapıtların değil, öznenin yaşamöyküsüne odaklanması gerektiğini unutmamalıyız. Yapıtlar yalnızca hâlâ yaşadıkları için değil yaşamöyküsü için gereken nitelikleri karşılamadıkları için de, onların yazarıyla ilgilendiğimiz çok açıktır. Yapıtların bugün de yaşamlarını sürdürmeleri, onların yazarlarının yaşamını çok merak etmemizin nedenidir. Bir yaşamöyküsünün bir çırpıda hem entelektüel hem de kişisel bir yaşamöyküsü haline gelmesine olanak veren yaşamla yapıtlar arasındaki bire bir bağ nedir? Yaşamöyküsü yazarının yazara ve düşünüre ilgisi, bir biçimde, yazarın yaşamının yapıtları üreten veçheleriyle mi sınırlı kalmalıdır? Belki, ama kuşkusuz o zaman da düşünürün fikirlerinin gerçek kaynakları, yazarın öğrenciliğinden ya da doğumundan çok daha öncesine gider; kaynakların izleri yapıtlarda biçimlenen düşüncelerin başlangıç tarihlerine kadar sürülebilir. Kierkegaard gibi bir entelektüelin yaşamöyküsü yazarının görevinin özellikle, büyük bir düşünürün entelektüel geleneği nasıl yenilediğini ya da dönüştürdüğünü anlamak ya da anlatmak olduğu düşünülürse, o zaman, düşünürün yaşamöyküsünün parçalarını oluşturan zaman, mekân, yetenek ve fırsat olumsallıkları yapıtların doğuş sürecinde ne kadar doğallıkla hesaba katılırsa katılsın bu tam anlamıyla gelişmiş bir yaşamöyküsü yazmanın neden gerektiğini açıklamaz.

Yine de, kaynaklar konusundaki akademik merakın bu edebiyat türünün gerçek nedeni olup olmadığı kuşkuludur. Bunun gerisinde ya da yanında, yalnızca tarihe karşı yoğun bir ilgi de bulabiliriz. Ama başka güdüler de yaşamöyküsüne büyük istek duymamıza neden olabilir. İş buraya geldiğinde, yapıtların “gerisindeki” kişinin sırrını ortaya çıkarma isteğini karşılayacak entelektüel yaşamöyküsü daha özel bir merak uyandırmaz mı? Bu sır, tanrısal bir kıvılcım mı? Şanslı bir başlangıç mı? Soylu bir düşünce mi? Görünmez bir kusur mu? Yaratıcılığa duyulan yoğun bir kişisel ilgi de olabilir bu, Olympos’a ya da Parnassos’a* ne kadar uzak ya da ne kadar yakın olduğumuzu hesaplama merakı da.

O halde entelektüel yaşamöyküsü, bir entelektüelin yalnızca yaşamöyküsü değildir. Az önce belirtilen nedenlerle aslında yaşamöyküsü olarak bunun kapsamı dar olabilir ama entelektüel açıdan daha fazlası olmalıdır. Bir yazarın yaşamöyküsünü “entelektüel” işaretler olarak kabul ettiğimizde aslında miras aldığımız şey düşüncenin görkemli yapısıdır. Sözgelimi Beethoven’ın ya da Wordsworth’ün yaşamöyküsünü kategorize etmek için aynı nedenler göz önüne alındığında, bu durumun sırasıyla “müzik” ya da “şiir❞le ilgili bir yaşamöyküsü beklememize neden olması oldukça tuhaftır. O zaman açıkçası bir edebiyat türü olarak entelektüel yaşamöyküsü, öznesinin özel katkısının doğası bakımından bir biçimde sui generis [kendine özgü-ç.] olmalıdır.

Yaşamöyküsüne yalnızca, öznesi entelektüel olduğu için değil, bu olgu nedeniyle kendilerini uygun bir biçimde hazırlamış okurlara, öznenin entelektüel edinimlerinin doğuş süreci ve tözünün özetini anlasınlar diye, geniş bilgi sahibi, uygun bir yaşamöyküsü yazarı yardım ettiği için de entelektüel diyebiliriz. Geniş bilgi sahibi olmak, burada, öznenin düşünce dünyasına bir yolla girmeyi gerektirir. Bu da öznenin anlamlı bir katkıda bulunduğu geleneğin sözcük ve kavramlarına hâkim olmayı gerektirir. Dolayısıyla böyle bir yaşamöyküsünü yazabilmek ve okuyabilmek, yalnızca yapıtların aslında yaşamaya devam ettiğinin belirtisi değil, düşünürün edinim başarısının ölçüsü olarak da anlaşılabilir. Bu yaşam edinimini anlatmak ya da anlamak için geçmişte ya da şimdi elimizde bulunan araçları düşünüre borçluyuz.

Yine de, yaşama ilgi duymakla yapıtlara ilgi duymak arasında hâlâ bir ilişki sorunu olduğu, birinden başlayıp diğeriyle bitirildiğinde ne kazanılacağı sorularak anlaşılabilir. Başlangıç noktası olarak yazıları aldığınızı varsayın. Yazarın yapıtları söz konusu olduğunda, bir zamanlar yaşamış bir yaratıcı hâlâ yaşayan yapıtlarıyla ancak bir dereceye kadar açıklanabilir. Yapıtların tarihinin anlatılması yazarı ortaya koyacak ve yaratıcının kendi yaşamöyküsünün malzemesini sağlayacaktır. Ama o zaman, yaşamöyküsünde yer alan, öznenin yaşamındaki önemli olguların o öznenin yapıtlarında önemli bulduğumuz şeyle ilgisi çok az olabilir ya da hiç olmayabilir. Savaşçıların, siyaset adamlarının ve devlet adamlarının tersine, özellikle entelektüel katkılarda bulunanların durumu düşünülürse bu böyledir. Her halükârda yazarların genellikle çok renksiz olma eğilimi gösteren yaşamlarını anlatırken, belirtilecek olgular birkaç taneden ibaret olmayabilir -düşünürlerin yaşamı da bunun pek dışında değildir. Anlatılmaya değen olgular da bizi, düşünürün nasıl başlayıp devam ettiğini açıklamaktan öteye götürmeyebilir. Yine de, yaratıcı bir yazarın ya da düşünürün yaşamını anlatarak başlayıp bitirdiğimizi düşünün. Yapıtlarına hiç değinmeme riskine gireriz. Ünlü yazarlarla ilgili filmleri ve belgeselleri bir düşünün. Bunlar izleyici ve ödül kazanır ama bağlamla ilgili birkaç ritüel alıntının dışında, yazarların yapıtlarının içeriklerini izleyicilere hiç anlatmaz.

Bugün bazıları, iyi hoş ama yaşamöyküsüyle bağlantıyı unutup yapıtlarla devam edelim diyeceklerdir. Yazarın yaşamını arıyorsanız, herhangi bir yerde buluyorsanız, şimdi dikkati çektiğimiz bir iki satır yazabildiğimiz yaşamın hâlâ devam ettiği bile düşünülebilir diye ekleyeceklerdir. Barthes❜la* Foucault’nun** müritleri, oldukça dolambaçlı yoldan bile olsa, entelektüel yaşamöyküsünün edebiyat türü olarak güvenilirliğini, bir yazarın yaşamöyküsünün ancak metinle başlayıp metinle bitebileceğini oldukça yararlı bir biçimde iddia ederler. Her şeye karşın yazarın gerçek yaşamı, ölümsüzlüğü metindedir. Bu bakış açısından, çok sayıdaki bütün Kierkegaard okumaları birer “yaşamöyküsü” dür. Bir bakıma, okumalar kadar çok yaşam, yaşamlar kadar çok yaşamöyküsü vardır. Çok yaşam paradoksuyla, çağımızda birçok kişinin bunları doğal karşılayacağı imlenir. Yaşamla bu kadar ilgilenen bir yazar için bu yaşamlar sıradanlığı da belirtir; Kierkegaard’un yaşamı apaçık olaysız bir yaşamdır. O halde Kierkegaard’un yazılarındaki yaşamöykülerini okumamayı tercih eden bir yaşamöyküsü yazarına, bu özel kişinin nasıl masasına eğildiği, yorulduğu, şehir parkında dolaştığı, arabadan manzarayı seyrettiği, kahvelere, restoranlara, tiyatroya gittiği, çağdaşlarının canını sıktığı, ne gibi gelgeç düşünce ve duygular taşıdığı üzerine söylentiler ya da o kişiden geriye kalan önemsiz yazışmalardan yola çıkarak yaşamöykülerini yeniden kurmak kalır.

Yazarın yaşamını ararken, Kierkegaard için bakılacak yerin onun yazıları olduğunu söylemek için geçerli bir neden vardır. Yapıtlardaki müstear adlara yapılan yüzeysel göndermeler büyük olasılıkla kaynağa ulaşmayı kimi zaman engeller. Her zaman moda olan görüşe göre, kendi kişiliği ne kadar önemli ya da önemsiz, tutarlı ya da tutarsız olursa olsun, müstear adları geride pusuda bekleyen gerçek Kierkegaard’u saklar. Ama müstear ad, kendini göstermenin etkili bir yolu da olabilir. Yazarın kılıktan kılığa bürünmesi, yapıtlarında adı bulunduğunda ihtiyatlı ya da usturuplu davranacağı sayfalarda kendini daha çok ortaya koymasına olanak sağlar. Bu düşünce yaşamöyküsü yazarını, yazılarda çok sayıda yaşamöyküsü bulacağını beklemeye teşvik edebilir. Kierkegaard, bir zamanlar, yazılarının kendisinin ürünü olduğu kadar kendisinin de yazılarının ürünü olduğunu iddia ederek bunu biraz da destekler. O halde pek çok kişinin Kierkegaard’un mükemmelleştirdiğini söylediği kendini belli etmeme sanatı aslında kılıktan kılığa bürünmekse, müstear adla yazılan yapıtlarda bulduğumuz şeylerin o kişiye ve içsel yaşamına çok yakın olması açıkça olanaklıdır.

Yine de bunun bazı güçlükleri vardır. Kierkegaard düşünür olduğu kadar yazardı da. Aslında zihinsel ya da ruhsal gelişimini “entelektüel” diye tanımlamak uygunsa da, bildiğimiz gibi, bu gelişimin estetik (şiirsel) ve dinsel yanları da vardır. Üstelik aynı nedenle, geleneksel anlamda felsefeci olarak düşünülmeyi istemesi gibi, en inandırıcı entelektüel yapıtlarında bile, hem belirtmek hem de iletmek istediği şey için “entelektüel” sözcüğüne çok uygun olup olmadığı gibi, kendisinin geleneksel

anlamda felsefeci olarak düşünülmeyi isteyip istemediği de belli değildir. Yapıtlarının bir dizi önermeyi anlatma ya da savunma girişimi olmaktan ziyade şiire çok daha yakın olduğu konusunda ısrar ediyordu -gerçi tam olarak ikisi de değildi, çünkü şiir ya da edebiyat biçiminin dinsel bir amacı ve odağı vardı. Ruhtan şu ya da bu ölçüde tecrit edilmiş kafanın tersine şiirin yürekten söylendiği açısından bakıldığında, yapıtlarının Kierkegaard’un sırlarını açığa çıkardığı görüşü lehine bunun söylendiğini düşünebilirsiniz. Yine de bu şiirsel açıklama meselesi çok anlaşılır değildir. W. B. Yeats’in*, bir şairin, yazılarıyla aktardığı kendi imajlarının, kural olarak doğrunun, hatta şairin gördüğü doğrunun bile tam tersi olduğu yorumunu unutmayalım. Şiirsel ürünlerde harcanan büyük çabanın gerisindeki başlıca dürtünün çoğunlukla şairlerin yapıtlarının ilettiği asıl tözden yoksun olma duygusundan kaynaklandığı akla yakın gelmektedir.

Yazarın gerçek işiyle karşılaştırıldığında, gerçek yaşamının ayrıntıları incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz olsa da, yazıları yazarın yaşamını bir biçimde devralsa da, metinde yaşamöyküsü bulmanın bu tür nedenlerinin dışında, aynı sonuca varmaya davet edebilen çok daha geleneksel nedenler de vardır. Yalnızca kanıt bulunmadığından değil, kanıtın doğasına ve geçerliliğine bağlı olarak da metinlerin gerisindeki yaşamı yakalamak güç olabilir. Bu nedenler çok genel tarihsel bir şey, hatta daha çok tutumlar, inançlar, korkular, umutlar ve çok uzun zaman önce ölmüş birinin planları için de geçerlidir. Birinin kalemi kâğıdın üzerinde gidip gelirken aslında düşündüğü şeyin ne olduğuna dair kurulan varsayımı doğrulayan ya da yanlışlayan şey nedir? Elimizdeki metinle karşılaştırıldığında, bu meselelerin doğrulanmasının ne yararı var ki? Yazarın aklından ne geçtiği meselesiyle ilgili olgulardan söz etmenin bile bir anlamı var mı? Keza görünen o ki, metin ve yorum olasılıklarına bakmamız gerekmektedir.

İnsan psikolojisinin karmaşaları ve bunların özyaşamöyküsüne ilişkin yargıları bile kuşkulu duruma getirme gücü göz önüne alındığında, kuşkusuz bunun bir anlamı vardır. Barthes’la Foucault’nun, elimizde bulunanlar, yani metinler lehine söyledikleri sözlerdeki doğru bir nebzeden ibaret olmayabilir. Burada sunulan yaşamöyküsüne gelince, yalnızca kararlılıkla belirli bir yönde giderek daha geleneksel sorunları “çözüyor”, ama bazıları bu sorunlara yol açan ayrıklığın, ya özyaşamöyküsüyle anlatılması güç olan bağlantının ya da eldeki metnin baştan savma olduğunu söyleyebilirler. Yaşam öyküsünü böyle hazırlamanın gerekçesi, yalnızca sağduyulu* sezgidir. Kierkegaard’un, yani yapıtlarda ne ölçüde yer alırsa alsın o yapıtları veren insanın yaşamına götüren yola yalnızca yapıtlarla ulaşılacağını varsaymak için geçerli neden yoktur. Bir sanatçının uçup giden ya da kalıcı olan yapıtlarıyla kişiliği ve yaşamı arasında pek çok bağlantı kurulabilir. Sanatçıların hepsi yapıtlarında kendilerini üretmezler. Bazıları oldukça devinimsiz ya da uzak dururlar, bazıları ise ilk, orta, son, hatta düşüş dönemlerinden geçerler. Nietzsche’de** böylesi dönemlerin görüldüğü öne sürülüyor. Kierkegaard’dan daha uzun yaşayan çağdaşları da büyük ölçüde ona böyle bakıyorlardı. Bu sanatçılar yükselme dönemlerinde dillerini, renk paletlerini, heyecanlarını ifade etme güçlerini, ifade etmeye çalıştıkları şeyin kapsamını ya da derinliğini geliştirdiler. Ama ifade ettiklerinde bile kapsam ve derinlik, yaratıcının kişiliğine her zaman aynı ölçüde uygulanamaz. Bu bakımdan Anton Bruckner’in*** verdiği yapıtlar Gustav Mahler’inki**** gibi otobiyografik değildir. Kierkegaard’da ise hem bir sanatçı olarak gelişiminde, hem de bestecilerde pek görülemeyeceği üzere önemli bir parçasını oluşturduğu çevresi üzerinde yapıtlarının bıraktığı etkide, otobiyografik unsurun yadsınamaz bir biçimde varolduğu görülür. Kierkegaard’u zamanının, zamanın kültürünün, hatta genel olarak yaşamın neresinde durduğunu bilmeden gerektiği gibi okumak olanaksızdır. Umduğum gibi okur, metinlerin nasıl anlaşılacağı konusunda yaşamın hiçbir şey söylemediğini varsaymanın gülünçlüğünü kabul edecektir. Burada anlatılan öykü Kierkegaard’un kendisi ve çevresiyle girdiği mücadelenin, rekabetin, savaşın hatta fikir çatışmasının öyküsüdür.

Burada anlatıldığı biçimiyle öykünün başlıca teması, fikir çatışması gelişirken Kierkegaard’un kendi yaşamını tiyatro tarzında canlandıracak bilinci edinmesi olacaktır. Olaylar önce küçük bir şehirde, Kopenhag’da başlar. Ancak bundan sonra Kierkegaard, kendisini çok dolaylı bir yoldan, Avrupa’nın ve dünya tarihinin sahnesinde ortaya çıkan daha büyük bir tiyatro oyununda oyuncu olarak görür. Ama kendi yerel tiyatrosunun önemini anlar. Bu tiyatro, orada ortaya çıkan şeyin kesinlikle doğru olmasına karşı çıkmaktadır. Kierkegaard’un konusu yaşamsa, malzemesini öncelikle kendi yaşamından sağlıyordu. O zaman, bu yaşam kendini yazan ve kendini üreten bir tiyatro oyunuydu. Kierkegaard’un yazıları bu piyesin replikleriydi; kendi rolünü bu biçimde yazarken, giderek daha net kaleme alıyordu. Daha sonra yazıları, rollerini oynayan aktörlerle birlikte, Avrupa’nın kültür sahnesinin merkezini işgal edecekti. Bu rollerin hepsinin başka bir konu olacağını öngörmemiş olabilirdi. Ama bunun gibi bir çalışma, bu rolleri daha sonraki kuşağın yorumcularını ve sahne direktörlerini etkileyecek duruma getirmek için üretim sürecine kadar giderek, başka şeylerin yanı sıra, repliklerin ne ölçüde yeniden çalışılması ve üretim süreciyle ilgilerinin ne dereceye kadar koparılması gerektiğine işaret etmeye de yardım edebilir.

Kierkegaard yazılarını yayımlayıp, müstear adlarına karşın bile bile, sonunda da kışkırtıcı biçimde kendisini çağdaşlarının tepkilerine maruz bıraktı. Çağdaşlarının pek çoğu, gerçekten de bu metinlerde onu gördüklerine iyice inanıyorlardı. Sanki Kierkegaard yolun bir yerinde öyküsünün eleştirilmesinin kaçınılmaz olduğunu görerek, finalin kontrolünü eline almaya ve kaçınılmaz olana yardım etmeye çalışıyordu. Öykünün konusunun, yaratılmasına neden olan tiyatro anlayışı nedeniyle, kısmen yeniden kurulması güç değildir. Yerel sahnedeki bu çok dikkatli ve kendisinin farkında olan aktörün duyarlılığı sayesinde, yaşamöyküsü yazarının görüp yeniden üreteceği parçalar vardır.

Buradaki yaşamöyküsünün entelektüel yaşamöyküsü olduğu ve tartışılan nedenlerle, konular, kahramanın biyolojik kronolojisiyle kolayca örtüşmediği için kesin bir kronolojik sıra izlemek zorunda hissetmedim kendimi. Kahramanın yaşamöykülerinde asıl öykü onun yapıtlarına sinen ideler toplum sahnesine ilk çıktığı anda başlar. Entelektüel öykü daha önce başlasa da, tam anlamıyla gençliğinde yaptığı ilk konuşmayla başlar. Kierkegaard bu konuşmayı, o tarihte onaylamaları kendisi için önemli olan insanlarla eş düzeye gelmek için özenle yapmış gibidir. Bu fırsat, Kierkegaard’un doğduğu şehrin ve ülkenin siyasal ve kültürel artalanını laf arasında kabataslak çizmemize olanak verir. Kierkegaard’u bunu yaratma noktasına getiren ailesi, aile yaşamı ve eğitimiyle ilgili ayrıntılar, kalabalık önünde yaptığı ilk ve tek konuşma 2. Bölüm’de anlatılmaktadır. Kierkegaard’un öyküsü yalnızca yirmi yıl daha sürdü. Kendine şehit rolü verdi; görünen o ki, isteyerek kültürel açıdan kendini kanıtlamaya girişti. Buradan tek çıkış yolu yüksekteydi, mükemmelce işaret verilmiş gibi hastalanıp öldü.

Bu konuda çok sayıda ilginç perspektif vardır. Bir perspektifte, buna Kierkegaard’un önlemek istemesi gereken, müstear adlarının şiirsel gizliliğinde yarattığı kendi imajını halkın önünde kullanmak gibi felaket getiren bir kararın sonucu diye bakılır. Bu durumda başka bir tiyatro oyunu, kaçınılmaz olarak bir tiyatro oyununa katılmaya çalışan, sonra da bu tiyatro oyununu gerçekliğin yerine koyan bir kişinin trajedisi vardır. Tiyatro oyununun öyküsü şöyle devam eder: Kierkegaard sonunda metinlerini aktif bir biçimde bırakıp, gerçek sahneye çıktığında ya da bazılarının dediği gibi, özel olarak beslediği öykü dünya tarihinin pervanesine isabet ettiğinde Kierkegaard devamını “dikte etme” gücünü kaybetti; sayfalar bin parçaya bölündü ve sonuç fiyasko oldu. Başka bir bakış açısına göre ise, ta başında olmasa da her şey dikkatle göz önüne alınıyordu. En azından sondan çok öncesini ve sonu Kierkegaard tutarlı biçimde hoş karşıladı. Aşağıdaki öykünün okurları, bu ve diğer görüşleri kendi adlarına sınamaya davet edilmektedirler. Okurlar Kierkegaard’un kendi iddialarını, özellikle, günlüğünün en başlarında, ölümünden sonra hiç kimsenin onun “yaşamını neyin doldurduğu❞ konusunda tek bir sözcük bulamayacağı iddiasını da sınamak isteyebilirler. “İç varlığım her şeyi açıklıyor, insanların önemsiz dediği şeyi benim için çok defa çok önemli duruma getiriyor; bir zamanlar önemsiz diye düşündüğüm şeyi açıklayan gizli notu siliyorum”1 ifadesinde bu, “senaryo” ya da belki “şifredir”. Gerçekten bir sır varsa, daha sonra

yazdıkları mı, yaşamının daha sonraki seyri mi, hatta daha sonrası mı bu sırrı açığa vurur? Yazarın umudu, güç olmadığı kadar kolay da olmayan, dolayısıyla, daha ödüllendirici olan bütün bu konularda, son yargılara varma görevini yerine getirmek için, öznesinin müstear adlarından birinin ruhunda, en azından yeterli bir yaşamöyküsü ve açıklayıcı malzeme sağlamış olmaktır.

Kierkegaard’un kendi öyküsü ölümüyle bitse de, Kierkegaard’a ilişkin öykü doğal olarak hâlâ devam etmektedir. Bizim öykümüzünse bir yerde bitmesi gerekmektedir. Bu nedenle, birincisi çağdaşlarının ve hemen ardından gelenlerin üzerinde yaşamı ve ölümünün, ikincisi de yirminci yüzyılın başında Almanca ve Fransızca çevirileri elde edilebildiği dönemde yazılarının etkisinin kısa bir öyküsünü içermektedir. En sonda da, genellikle daha çok kabul gören son düşünceleri sunuyorum.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Cumhuriyet’in Divası Müzeyyen Senar – Türk Musikisinin 75 Yıllık Hikayesi ~ Radi DikiciCumhuriyet’in Divası Müzeyyen Senar – Türk Musikisinin 75 Yıllık Hikayesi

    Cumhuriyet’in Divası Müzeyyen Senar – Türk Musikisinin 75 Yıllık Hikayesi

    Radi Dikici

    Cumhuriyet’in Divası Müzeyyen Senar kitabının bu baskısı farklıdır. Önceki baskılarda Müzeyyen Senar’ın 2004 yılına kadar olan biyografisine, bu defa 2010 yılına kadar olan altı...

  2. Herkes O’nu Anlatıyor – 2 / Kızları ~ Hatice Kübra TongarHerkes O’nu Anlatıyor – 2 / Kızları

    Herkes O’nu Anlatıyor – 2 / Kızları

    Hatice Kübra Tongar

    Gözlerinizi kapatın ve zamanın, çölde savrulan kum taneleri gibi geriye akmasına izin verin. Tarih bin beş yüz yıl önceye gitsin, takvim Asr-ı Saadet’i göstersin,...

  3. Yılmaz – Hakkari’den İstanbul’a Bir Şöhret Yolculuğu ~ Muhsin KızılkayaYılmaz – Hakkari’den İstanbul’a Bir Şöhret Yolculuğu

    Yılmaz – Hakkari’den İstanbul’a Bir Şöhret Yolculuğu

    Muhsin Kızılkaya

    Muhsin Kızılkaya, bu biyografik romanda en yakın arkadaşı Yılmaz Erdoğan’ın Hakkari’den İstanbul’a yani şöhrete uzanan hikayesini anlatıyor. Onun aşklarını, özlemlerini, hayallerini, hayatındaki önemli kişileri,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur