İnsan, var oldu.
Efendi oldu, ama çoğunlukla da köle oldu.
Sınıf, bir bakıma kader de oldu. Halklar ilk günden itibaren baskı, sömürü ve adaletsizlik ile kavgalı oldu. 1789’da ayaklandı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik!” dedi, kan döktü, can verdi, tiranları devirdi. Fransız Devrimi ile ümitlenir gibi olmuştu ki Sanayi Devrimi, eski düzeni yeniden kurdu; efendi yerine patron, köle yerine işçi geldi. Karl Marx diye biri çıktı. Kapitalizm bela, tarih dediğimiz sınıf mücadelesi dedi. Komünizm diye bir hayal kurdu. Sınıf değil kardeşlik, sömürü değil yoldaşlık olacaktı. Adeta bir dünya cenneti. Böyle bir dünya mümkün, “zincirlerinizden kurtulun!” dedi. Ve ekledi: “Kurtulun ve son bir devrim daha yapın!”
Rusya’da Lenin diye biri çıktı, “evet, mümkün!” dedi. Önce Çar’ı devirdi, sonra her şeyi. Rusya’yı yaptı Sovyetler Birliği. Olacaktı komünist bir dünya cenneti. Ancak bu, hayal edilenden çok farklı bir komünizmdi. Dikiş tutmadı, tutsun diye yaratıldı bir terör makinesi.
Adı KGB idi…
Daha iyi bir dünya adına yaktı, yıktı, ezdi geçti. Ezdikçe büyüdü, büyüdükçe daha çok ezdi. Devrimlerle darbelerle dünyanın yarısını ele geçirdi; herkesi izledi, herkesi dinledi; cennet idealinden yarattı bir korku devleti. Özgürlük adına özgürlükleri, insanlık adına insanları yok etti.
Bizzat kendisini besleyip büyütenleri bile…
Ve bir gün geldi, kendi elleriyle kurduğu cennet hayalini, cehenneme dönüşmüş bir kâbus olarak yine kendi elleriyle toprağa verdi.
Belki de bu, daha en başından itibaren yanlış yerde, yanlış zamanda yapılmış bir devrimin hikâyesiydi…
DRESDEN’DE ŞAŞKIN BİR ADAM
5 Aralık, 1989
Doğu Almanya’nın Dresden şehrini gece boyunca esir alan şiddetli yağış, sabaha doğru yerini kesif bir soğuğa bırakmıştı. Her biri görende hayranlıkla korku karışımı tuhaf bir his uyandıran görkemli tarihî binaların ıslak yüzeyleri, kış güneşi altında garip bir parıltı saçıyordu. Genç KGB Yarbayı Platov, sızlayan kemiklerini neredeyse tek tek hissederek koltuktan bozma yatağından kalktı. Aynada birkaç gün içinde birkaç yıl yaşlanmış yorgun yüzüne, feri gitmiş gözlerine baktı. Berbat görünüyordu. Teşkilat üyelerine mahsus mağazadan aldığı ucuz deri ceket, adeta bir üniforma gibi sırtına yapışmıştı. En az onun kadar kalitesiz kot pantolonunu kaç gündür üzerinden çıkarmadığını hatırlamıyordu bile.
Ayaklarını sürüyerek lavaboya gitti. Kirli sakallarını belli belirsiz ovuşturup, soğuk suyla yüzünü yıkamak için çeşmeyi açtı. Musluk birkaç saniye kadar canından bezmişçesine tısladı. Su bile neredeyse güçlükle akıyordu. Çöküyor… Her şey dağılıyor! Son birkaç haftadır inanılmaz şeylere tanık olmuşlardı; tarih adeta, bendini aşmış bir sel gibi, önüne ne varsa katıp götürüyordu. Ülkede bir süredir devam eden özgürlük yanlısı gösterilerin ve bu gösterilerin ateşleyicisi ve “sessiz kalmak suretiyle” teşvikçisi de olan Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un Doğu Alman rejimi üzerinde yarattığı baskıyı hafifletmek isteyen Doğu Alman Komünist Partisi, üç hafta kadar önce, 9 Kasım’da, sözcüsü Günter Schabowski’nin ağzından “Tüm Doğu Alman vatan daşlarına Doğu Almanya sınırları dışına çıkmalarına imkân tanıyan yeni düzenlemeler getirmeye karar verdik.”1 şeklinde bir açıklama yapmış, Schabowski’nin, yeni uygulamanın ne zaman hayata geçeceğini soran bir basın mensubuna pek de düşünmeden “Hemen, gecikmeksizin.” demesiyle de işler çığırından çıkmıştı. Oysa seyahat düzenlemesiyle ilgili karar resmî olarak ertesi gün açıklanacaktı ve o halde bile Doğu Alman vatandaşlarının yurt dışına çıkışları uzun ve oldukça zorlu bir prosedüre bağlanacaktı.
Schabowski işin aslını açıklamaya fırsat bulamadan medya, sınırın açıldığını haberleştirince, kıyamet kopmuş; Berlin’i ikiye bölen duvarı koruyan Doğu Alman güvenlik görevlileri, biraz da yapılan bir açıklamayı yanlış yorumlayarak bir anda sınır kontrollerine son vermiş ve on binlerce Doğu Alman, Batı’ya geçince Berlin Duvarı bir anda fiilen çökmüştü! O günden bu yana Doğu Alman komünizmi, tek ayağı üzerinde topallayan yaralı bir asker misali güçlükle ilerliyor; özgürlüğün ve demokrasinin kokusunu almış olan halk, bu askeri paçalarından çekip yere devirmeye çalışıyordu.
Daha birkaç gün önce on binlerce Doğu Alman, ülkenin korkulan gizli servisi Stasi’nin Dresden’deki karargâhını basmış, şaşkın gardiyanları neredeyse linç etmiş, yüzbinlerce gizli belgeyi ortalığa saçmışlardı. Bir ay öncesine kadar yolda yürürken bile karargâh binasına bakmaktan korkan halk, şimdi uyanmış, korkuyu yenmişti. Ancak henüz Stasi’nin gerçek hamisi konumundaki KGB binasına yaklaşmaya cesaret edememişlerdi. Lakin otuz yedi yaşındaki Yarbay Platov, o cesaret anının da geleceğini biliyordu. Dün sabahtan bu yana dışarıda sayıları beş bine yaklaşan öfkeli Doğu Alman birikmişti. Amiri olan albay üzerindeki baskıya dayanamayıp dün gece sırra kadem basınca, tüm sorumluluk kendisine kalmıştı. Platov kararlıydı, teşkilatın namusunu canı pahasına koruyacaktı. Öğleden sonra Yarbayın korktuğu an geldi. Öfkeli göstericilerden yüz kadarı, onlarca yıldır yaşadıkları gri, renksiz, kokusuz, kendilerine sadece o da yarım yamalak coşkusuyla, yerleşkeyi çevreleyen yüksek duvarları ve demir kapıları aşıp KGB merkez binasına yöneldiler. Dış kapıda nöbet tutan, henüz bıyığı bile terlememiş Rus askerleri, ne yapacaklarını da bilemeden hemen teslim olmuşlardı. Taşlar havada uçuşuyor, merkezin camları birbiri ardına patlıyor, içeride telsiz sesleri ve panikle koşturan postal sesleri birbirine karışıyordu.
Öfkeli kalabalık, bazıları kol kola girmiş, sloganlar ve marşlar eşliğinde ana binaya yürürken devlete ettiği yemine sadık kalmaya kararlı olan Yarbay, beylik tabancasına sarılarak dışarı çıktı. Etrafından uçan taşlara aldırmadan kalabalığın karşısına dikilip, akıcı Almancasıyla haykırdı: “Sakın ola binaya girmeyi aklınızdan geçirmeyin. Yoldaşlarım silahlı ve olağanüstü bir durumda onları kullanmak için emir aldılar!”2 Ancak çok da meydan okur görünmek istememişti. Aldığı eğitimlerin hakkını vererek, aynı anda hem caydırıcı ama hem de anlayışlı olduğunu göstermek adına, duvarın yıkılışından memnun olduğunu ama Sovyetler Birliği’ne ait olan arkasındaki binayı ne pahasına olursa olsun korumakla yükümlü olduklarını, sakin bir ses tonuyla en ön sıradaki göstericilere izah etti. Kararlı duruşu etkili olmuş olacak ki öfkeli grup birkaç saniyelik tereddütten sonra geri çekildi.
Sistem yıkılmışken, gereksiz bir detay için postu deldirmenin manası yoktu. Sonuçta 1956’da Macaristan’da ya da 1968’de Çekoslovakya’da olduğu gibi, Rusların halka karşı silah kullanmak konusunda çekincesi olmadığı bilgisi, bir şekilde her Doğu Alman’ın bilincine kazınmıştı. Göstericiler homurdanarak ve küfürler eşliğinde KGB yerleşkesini terk ettiler ancak Albay tehlikenin geçmediğine emindi. Şehir dışında konuşlu Rus birliklerinin komutanını arayıp binayı korumaları için birkaç tank göndermesini istedi. Ancak aldığı cevap, henüz yolun sonuna gelmediklerine dair beslediği ümit kırıntılarını da bir anda uçurdu. “Moskova’dan emir gelmeden bir şey yapamayız ve şu an Moskova’nın sesi çıkmıyor!”3 demişti komutan, çaresizlik kokan bir sesle.yaşamın temel ihtiyaçlarını verip tüm lükslerinden mahrum bırakan baskıcı rejime duydukları hıncın KGB yarbayının artık bir şüphesi kalmamıştı. Doğu Bloku çöküyordu.
Peki, bu çöküntü, sadece Moskova güdümündeki komünist rejimlerin ortadan kalkmasıyla mı sınırlı kalacak, yoksa kimilerinin kısık sesle dillendirdiği gibi, merkezinde ülkesi Rusya’nın bulunduğu, on beş ayrı sosyalist cumhuriyetten oluşan Sovyetler Birliği de bundan payını alacak mıydı? Hayır, diye geçirdi içinden Platov, bu büyük bir felaket olurdu doğrusu… Tarih, “Platov” kod adlı KGB Yarbayı Vladimir Vladimiroviç Putin’in korkularında haksız olmadığını gösterecekti. Demokratik Almanya’da esmeye başlayan özgürlük rüzgârı, çok geçmeden tüm Doğu Bloku’nu avuçlarına aldı ve kanlı bir geçiş dönemi yaşayan Romanya ve sonrasında kanlı bir iç savaşa sürüklenen Yugoslavya hariç, neredeyse tüm komünist ülkelerde rejimler kansız bir şekilde çöktü. Ancak yetmiş yıldır süren baskıcı rejimlerden kurtulan halkların coşkusu, bu rejimlerin kontrol merkezi olan Sovyetler Birliği’ndeki halkları da etkisi altına almıştı.
Putin’in, binasını korumak için silaha sarıldığı ülkesi Sovyetler Birliği, daha önce hiçbir imparatorlukta görmediğimiz bir hızla, iki yıl içinde, 26 Aralık 1991’de resmen dağıldı. Tarihin en büyük kırılma anlarından biri olan bu gelişmeden dört ay önce, KGB’deki sertlik yanlılarının bir ümit, devrim sürecini geri döndürmek için Gorbaçov’a karşı giriştiği başarısız darbe girişiminden hemen sonra, birliğin dağılmasından derin bir hayal kırıklığı duyarak KGB’den istifa eden Putin ise, memleketi Leningrad’da (şimdi St. Petersburg) Belediye Başkanı danışmanı olarak görev yapmaya başlamıştı. Sivil hayata alışmaya çalıştığı o günlerde aklında tek bir soru vardı Putin’in. Nasıl olmuştu da, insanlara bir yeryüzü cenneti olma vaadiyle kurulan Sovyetler Birliği, Sovyet vatandaşlarının nefret objesine dönmüş şekilde kâğıttan bir kule gibi bir anda yıkılmış ve dahası, bu cenneti koruması, resmî deyişle ona “kılıç ve kalkan” olması için kurulan kudretli KGB, bu gidişatı durduramamıştı? İçinden bir ses ona, belki de her şeyin daha baştan yanlış kurgulanmış olabileceğini fısıldıyordu…
KÜREK ÇEKENLER
Yarbay Putin’in başından yanlış kurulduğunu düşündüğü Sovyetler Birliği’nin kurucu üyesi konumundaki Rusya, aslına bakılırsa komünizmden önce de çok parlak bir yer değildi. En azından halk açısından. Hikâyemizin ruhuna sindiğine şahit olacağınız otoriterliği anlamak açısından, belki de gerçekten hikâyenin en başına, Rusya’nın tohumlarının atıldığı o günlere dönmek en iyisi. İlk milenyumun sonlarına yaklaşılırken Doğu Avrupa’nın uçsuz bucaksız steplerinde dağınık halde yaşayan onlarca Slav kavmi vardı. Herhangi bir yazı sistemine sahip olmayan bu halklar hakkında bildiklerimiz çok sınırlı ve o bildiklerimizi de genellikle 11. yüzyılda yaşamış kronikçi keşiş Nestor’un yazdığı İlk Vakayiname’ye borçluyuz. Buna göre, ortak bir Slav dilini konuşan ve çok tanrılı bir dine inanan bu halklar, yedinci yüzyıl civarlarından itibaren batı, güney ve doğu kolları olarak gruplaşmışlardı. Zamanla, sınırları Dinyester Nehri’nden Baltık Denizi’ne kadar uzanan ve ana merkez olarak İskandinav Yarımadası’na yakın Novgorod şehrini seçen doğu halkları, kuzeyden gelen Vikinglerle kıyasıya bir çatışmaya girişti. Lakin savaşçı Vikinglere diş geçirmeleri pek mümkün olmadığı için “kuzey fırtınasına” uzunca bir süre boyun eğmek zorunda kalacaklardı. Ancak her boyunduruğun bir sonu vardı ve halklar günün birinde Vikinglere karşı ayaklandı. Kuzeyin bu amansız savaşçılarını, geldikleri yere, kuzeye püskürttüler.
Bununla birlikte sonrasında hemen birbirlerine düştüler. Öyle bir düştüler ki, kovdukları Vikingleri, bir süre sonra düzeni tesis etmeleri için geri çağırmak zorunda kaldılar! Bu kez bizzat davet alan Vikingler, Rurik adındaki prensi, yanına iki kardeşini de katarak steplere yolladılar. Rurik’in oğlu Oleg zamanla güneye doğru hâkimiyetini genişletti ve başkenti, Novgorod’dan (bugün Ukrayna’nın başkenti olarak bildiğimiz) Kiev’e taşıdı. İşte böylelikle 882 yılında Kiev Knezliği olarak da bilinen; halkı Vikinglerin ve Slavların karışımından oluşan Kiev Rusyası doğmuş oldu.
Peki “Rus” adı nereden çıktı derseniz, muhtemelen Vikinglerin anavatanı İskandinavya’daki dillerden birine ait olan ve “kürek çeken adamlar” anlamına gelen rods kelimesinden türemişti.4 Hem Vikinglerin denizciliğini hem de nehirlerin Rus ana karasındaki ulaşımda büyük rol oynadığını göz önüne alırsak, isabetli bir tercih olduğu su götürmezdi. Doğudaki ve güneydeki komşuları olan Hazar Hanlığı ve Bizans İmparatorluğu’yla bir dargın bir barışık ilişkisi olan tarihin bu ilk Rus devletinde, din önemli bir rol oynuyordu. 987 yılında dönemin hükümdarı, sıkı bir savaşçı, beş karılı ve sekiz yüz cariyeli I. Vladimir, kendisi imanlı bir putperest olmasına rağmen, ülkesinin iç bütünlüğünü sağlamlaştırmak adına tebaasını tek tanrılı bir din altında birleştirme kararı aldı. Efsaneye göre, kendi inananlarının bile sürgün edilmesine engel olamadığı için Yahudiliği, içkiye getirdiği sıkı yasaklardan dolayı da İslam’ı reddetmiş ve sonuç olarak Bizans ile sıkı ilişkilerinden dolayı aşina olduğu Ortodoks Hristiyanlığında karar kılmıştı. Bir bakıma, Rusluk bilinci, daha yolun en başında Rusların imanlarının rengine bile karar veren bir tek adamın elinde doğmuştu. Vladimir’in sadece Bizanslıların dinini seçmekle kalmayıp, bir de Bizans imparatorunun kız kardeşiyle evlenmesi ve giderek artan karşılıklı ticaret, iki medeniyeti birbirine daha da yaklaştıracak, Bizans âlimleri Yunan alfabesinden bozarak oluşturdukları Kiril alfabesiyle Rus halkının dil birliğini de sağlayacaklardı.
Gel zaman git zaman Kiev Rusyası, coğrafyanın zengin kaynakları ve komşularla ticaret sayesinde serpildi; Novgorod, Piskov,Smolensk, Minsk, Kiev ve Moskova gibi şehirler, başarılı hükümdarlar sayesinde parlak günler yaşadı; şehir halkları, okuma yazma, kültür ve iptidai de olsa demokratik denebilecek haklar açısından rüya gibi dönemlere şahitlik etti. Lakin çok geçmeden dönemin olmazsa olmazlarından olan taht kavgaları, her biri bir şehre yerleşmiş rakip prensleri birbirine düşürdü ve ülkenin temellerini çatırdatmaya başladı. Bu yetmezmiş gibi, Dördüncü Haçlı Seferi’ne çıkan Hristiyanların 1204’de Konstantinapol’ü yerle bir etmesi, Rusların ticaret dengesini bozdu; siyasi krize, ekonomik kriz de eklendi. Mamafih Rusların çilesi henüz daha yeni başlıyordu. Dünyanın kılıcın gücüyle döndüğü günlerdi ve herkes, her an herkesin toprağına göz koyabilirdi.
Batıdan Töton Şövalyeleri5 Rus topraklarına akınlar düzenleyip Kiev yönetimine korku salarken, asıl tehlike doğudan belirdi: Moğollar geliyordu! Otuz beş bin süvarisiyle Orta Asya’dan yola çıkan Batu Han, Orta Avrupa’ya düzenlediği seferi sırasında başta yolu üzerinde bulunan Kiev olmak üzere Rus şehirlerini 1237’de ezip geçince, Kiev Rusyası son nefesini vermiş oldu… Taş üzerinde taş ve omuz üzerinde başın kalmadığı bu kahredici yıllarda Rusların büyük bir kısmı, Moğolların geniş Rus topraklarında kurduğu Altun Orda devletinin boyunduruğuna düşerken, yukarılarda, nispeten doğuda kalan ticaret şehri Moskova, hırslı prensleri sayesinde zamanla Moğol idaresine kök söktürecek ve 1340 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra Moskova Prensliği adını alarak devletleşecekti. Tarih sahnesine, nur topu gibi bir Rus devleti daha çıkmıştı! Hızla büyüyen Moskova Prensliği, sağda solda kalmış Rus topraklarını da zamanla ele geçirdi ve 15. yüzyılın ortasından itibaren, özellikle de Büyük İvan lakaplı III. İvan yönetiminde prenslikten sıyrılarak bölgesindeki Moğollara dünyayı dar etti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih
- Kitap AdıKgb - Kremlin'in Gözleri
- Sayfa Sayısı608
- YazarAli Çimen
- ISBN9786050844528
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş Tarih / 2022