Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Keşke Gerçek Olsa
Keşke Gerçek Olsa

Keşke Gerçek Olsa

Marc Levy

İşten eve yorgun döndüğünüz bir gün, banyo dolabınızın içinde bir kadın bulsanız ne yapardınız? Hele bu kadını sizden başka kimse görüp sesini duyamıyorsa? Genç…

İşten eve yorgun döndüğünüz bir gün, banyo dolabınızın içinde bir kadın bulsanız ne yapardınız? Hele bu kadını sizden başka kimse görüp sesini duyamıyorsa? Genç ve güzel bir doktor olan Lauren, bir trafik kazası sonucu bitkisel yaşama girer ve çalıştığı hastaneye getirilir. Lauren’in bedeni hastanenin yoğun bakım odasında yatarken ruhu özgürce dolaşmaya başlar. Lauren’in ruhunun en önce gittiği yer elbette yıllarca oturmuş olduğu, ama bitkisel yaşama girdikten sonra genç Amerikalı mimar Arthur’a kiralanmış apartman dairesidir. Ayrılmaz bir ikili gibi birlikte yaşamaya başlayan Lauren ile inanılmaz olana inanan Arthur’un arasında duygusal bir yakınlaşma olması kaçınılmazdır. Öte yandan Lauren’in görünmez bedeniyle katıldığı bu birliktelik, genç adamın başını derde sokmakta gecikmeyecektir. Kimi zaman güldüren, kimi zaman hüzünlendiren anlatımıyla Keşke Gerçek Olsa modern bir peri masalı.

***

1

1996 Yazı

Açık renk ahşap sehpanın üzerindeki küçük saat az önce çalmıştı. Saat sabahın beş buçuğunu gösterirken, oda, San Francisco şafağına has altın ışıklara boğulmuştu.

Ev halkı uykudaydı; dişi köpek Kali yerdeki büyük halının üzerine uzanmış, Lauren kocaman yatağının ortasındaki kaztüyü yorganın içine gömülmüştü.

Lauren’in evi, yumuşak havasıyla insanı şaşırtırdı. Green Sokak’taki Victoria tarzı bir binanın en üst katında yer alan daire, büyük bir oda, Amerikan mutfaklı bir salon, bir giyinme odası ve ışık alan, geniş bir banyodan oluşuyordu. Yerlere geniş latalı sarı parkeler döşenmişti; banyodakiler boyayla ağartılıp delikli kalıplarla siyaha boyanarak siyahlı beyazlı karelere bölünmüştü. Beyaz duvarlar, Union Sokak’taki galerilerden seçilen eski resimlerle süslenmiş, tavanın kenarlarına, yüzyıl başında yaşamış usta bir marangozun elinden çıkma, Lauren’in balrengine boyatarak belirginleştirdiği, zarif, ahşap bir bant geçilmişti.

Hindistancevizi lifinden dokunmuş, kenarlarına bej jüt geçirilmiş birkaç halı, salona, yemek odasına ve şömineye ayrılan köşelerin sınırlarını çiziyordu. Şöminenin karşısında, ham pamuktan koca bir kanepe, insanı içine gömülmeye davet ediyordu. Safa sola serpiştirilmiş birkaç mobilyanın tepesinde, son üç yıl içinde sırayla alınarak pilili abajurlara takılmış pek sevimli lambalar vardı.

Gece, göz açıp kapayana dek geçmişti. San Francisco Memorial Hastanesi’nde stajyer doktor olan Lauren, büyük bir yangının kurbanlarının hastaneye geç saatte getirilmesi nedeniyle, nöbetini alışılmış yirmi dört saatin çok ötesine uzatmıştı. İlk ambulanslar, nöbet değişimine on dakika kala Acil’de bitivermiş, Lauren de ekibindekilerin umutsuz bakışları altında, hiç zaman kaybetmeden getirilen ilk yaralıları müşahade salonlarına yönlendirmeye başlamıştı. Bir virtüöz ustalığıyla her hastayı birkaç dakikada dinliyor, her birine durumunun ağırlığını gösteren renkli etiketler veriyor, ön tanı saptıyor, yapılacak ilk muayeneleri yasıyor, sedyecileri gerekli salonlara yolluyordu. Gece saat on ikiyle on iki on beş arasında getirilmiş on altı kişinin bu biçimde ayrılması tam on iki otuzda sona erdi; böylece acil durum nedeniyle çağrılmış olan cerrahlar da, bu uzun gecenin ilk ameliyatlarına bire çeyrek kala başlayabildiler.

Lauren, üst üste iki müdahalede Dr. Fternstein’e yardım etmişti; evine ancak, yorgunluk yüzünden dikkati dağılırsa hastalarının sağlığını tehlikeye atacağını öne süren doktorun kesin emri üzerine gitti.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Triumph marka arabasının direksiyonunda hastanenin otoparkından çıkarak ıssız sokakları hızla geçip evine döndü. “Yorgunluktan ölüyorum ve arabayı çok hızlı sürüyorum,” diye dakika başı tekrarlayıp duruyordu, uykuya yenik düşmemek için; ama Acil Servis’e, üstelik seyirci olarak değil, oyuncu olarak dönmeyi düşünmek, onu uyanık tutmaya yetiyordu.

Garajının uzaktan kumandalı kapısını açıp külüstürünü içeri park etti. Merdiveni dörder dörder çıkıp bina içindeki koridordan geçti ve rahat bir soluk alarak eve girdi.

Şöminenin üzerindeki sarkaçlı küçük saat, iki buçuğu gösteriyordu. Lauren, giysilerini geniş oturma odasında, orta yere bırakıverdi. Çırılçıplak, kendine bir bitki çayı hazırlamak için barın arkasına geçti. Rafı süsleyen kavanozlara, sanki günün her ânına ayrı çay kokuları versinler diye, çeşit çeşit bitkiler konulmuştu. Fincanı başucundaki sehpaya koymasıyla, kaztüyü yorganın altına sokulup uykuya dalması bir oldu. Bir önceki gün bitmek bilmemişti; üstelik ertesi sabah erken kalkması gerekiyordu. Bu kez nasıl olduysa hafta sonuna denk gelen iki günlük tatilden yararlanarak dostlarının Carmel davetini kabul etmişti. Birikmiş yorgunluğun üstüne, şöyle güzel bir sabah keyfi iyi giderdi, ama gene de hiçbir güç, ona sabah kalkış saatini erteletemezdi. Lauren, Pasifik kıyısında, San Francisco’yu Monterey Koyu’na bağlayan o yolda gündoğumunu seyretmeye bayılırdı. Yarı uyur, yarı uyanık, el yordamıyla saatin zilini durduran düğmeyi aradı. Gözlerini yumruklarıyla ovuşturduktan sonra ilk gördüğü, halının üzerinde yatan Kali oldu.

“Bakma bana öyle, ben artık bu gezegene ait değilim.”

Lauren’in sesini duyan köpek, çabucak yatağın çevresini dolaşıp başını sahibesinin karnına dayadı. “Seni iki günlüğüne terk ediyorum, kızım. Anne saat on bire doğru gelip seni alacak. Çekil; kalkıp sana yemek vereyim.”

Lauren bacaklarını uzattı, yukarı doğru gerinerek uzun uzun esnedi ve yataktan yere atladı.

Bir yandan saçını fırçalayarak tezgâhın arkasına geçip buzdolabını açtı, gene esnedi, tereyağı, reçel, tost ekmeği, köpek maması, bir paket Parma jambonu, bir parça Gouda, iki çanak süt, bir kupa elma kompostosu, iki sade yoğurt, karışık tahıl gevreği, yarım ananas çıkardı; ananasın öbür yarısını alt rafa koydu. Kali yüzüne karşı üst üste kafasını sallayınca Lauren gözlerini iri iri açıp bağırdı;

“Karnım aç, yahu!”

Her zamanki gibi, önce ağır bir toprak kabın içinde, evlatlığının kahvaltısını hazırladı.

Ardından bir fincan kahve yaparak kendi tepsisini hazırlayıp masaya oturdu. Kafasını hafifçe çevirdiğinde Saussalito’yu, tepelere dizilmiş evlerini, koyun iki yakasını bir tire işareti gibi birbirine bağlayan Golden Gate’i, Tiburon balıkçı limanını, en altta da, marinaya kadar basamaklar halinde yayılan çatıları görebiliyordu. Pencereyi ardına kadar açtı, kentte çıt çıkmıyordu. Yalnızca Çin’e giden büyük kargo gemilerinin, martıların çığlıklarına karışan sis düdükleri, sabahın ağırlığına ahenk katıyordu. Lauren, bir kez daha gerindikten sonra, büyük bir iştahla devlere layık kahvaltıya saldırdı. Bir önceki akşam, zamansızlıktan akşam yemeği yememişti. Tam üç kez bir sandviçi mideye indirmeyi denemiş, ama her seferinde alarm cihazı titreyerek onu yeni bir acil vakaya çağırmıştı. Karşısına geçip mesleğini soranlara hep aynı yanıtı veriyordu: “Meşgul.” Şölen sofrasındakilerin hemen hepsini silip süpürdükten sonra, tepsiyi evyenin içine yerleştirip banyoya girdi.

Parmaklarını üzerlerinde kaydırarak jaluzileri kapadıktan sonra, beyaz pamuklu gömleğini ayaklarının dibine bırakıverip duşun altına girdi. Tazyikli ılık su, uykusunu iyice açtı.

Duştan çıkarken, göğüslerini açık bırakarak, beline bir havlu doladı.

Aynanın karşısında bir süre somurttu; sonunda hafif bir makyajda karar kıldı; üzerine bir kot pantolonla bir polo gömlek geçirdi; kotu çıkarıp etek, sonra eteği çıkarıp yeniden pantolon giydi. Dolaptan yastık kılıfına benzeyen bir bez çanta alıp birkaç parça eşyayla kozmetik malzemelerini tıkıverdi; sonunda hafta sonu için hazırdı işte. Arkasına dönerek evde hüküm süren düzensizliğin boyutlarına baktı; oraya buraya atılmış giysiler, havlular, evyede bulaşıklar, dağınık yatak; son derece kararlı bir tavır takınarak yüksek sesle mekândaki bütün eşyalara seslendi:

“Ağzınızı bile açmıyorsunuz, sinirlenmiyorsunuz; yarın erken gelip haftalık temizliğinizi yapıyorum!”

Sonra bir kalemle bir kâğıt kaparak aşağıdaki notu yazıp kurbağa biçimli koca bir mıknatısla buzdolabının kapağına yapıştırdı:

Anne,

Köpek için sağ ol; sakın ortalığı toplamaya kalkışma, eve dönünce ben hepsini hallederim.

Kali’yi pazar günü saat beş gibi, doğrudan senin evden alırım. Seni seviyorum; en sevgili doktorun.

Mantosunu sırtına geçirdi; şefkatle köpeğinin kafasını okşayıp alnına da bir öpücük kondurduktan sonra, kapıyı arkasından çarparak kapattı.

Geniş merdivenden indi; garaja ulaşmak için dışarıya çıktı ve neredeyse zıplayarak ihtiyar kabriyolesine yerleşti.

“Gidiyorum, gidiyorum,” diye tekrarlayıp duruyordu. “İnanamıyorum, bu gerçek bir mucize; şimdi tek sorun, lütfedip yola çıkman. Bana bak; tek bir kere öksürecek olursan, motorunu şuruba boğup seni derhal hurdaya çıkarıyorum; yerine de tam elektronik; marşı olmayan, üstelik sabah soğuk alınca huysuzluk yapmayan gencecik bir araba alıyorum; umarım beni anlamışsındır. Kontak!”

Anlaşılan yaşlı İngiliz, sahibesinin sözlerindeki ikna gücünden çok etkilenmişti, çünkü anahtar döner dönmez motor çalışmaya başladı. Galiba güzel bir gün başlıyordu.

2

Lauren, komşuları uyandırmamak için gürültü etmeden yola koyuldu. Green Sokak, iki yanında evler ve ağaçlar olan sevimli bir yerdi. Burada, köydeki gibi, herkes birbirini tanırdı. Kenti baştan başa geçen iki anayoldan biri olan Van Ness’e altı kavşak kala, Lauren vitesi yükseltti. Dakikalar ilerledikçe, renklerle bezenen solgun bir ışık, kentin göz kamaştırıcı manzaralarını bir bir uyandırıyordu. Araba ıssız yollarda hızla ilerliyor, Lauren o ânın sarhoşluğunun tadını çıkarıyordu. San Francisco’nun yokuşları, bu baş dönmesi duygusunu hissetmek için biçilmiş kaftandır.

Sutter Sokak’ta keskin viraj. Direksiyonda ses ve tıkırtı. Union Sokak yönünde dik iniş, saat altı buçuk, kasetçalardan avaz avaz bir müzik yayılıyor; Lauren mutlu, uzun zamandır olmadığı kadar mutlu. Stres, hastane, görevler geride kaldı. Yalnızca ona ait bir hafta sonu başlıyor ve kaybedecek bir dakika bile yok. Union Meydanı sakin. Birkaç saat içinde kaldırımlar, meydanın çevresindeki büyük mağazalardan alışveriş yapan halkla ve turistlerle dolup taşacak. Tramvaylar birbirini izleyecek, vitrinler aydınlanacak, parkların altına gömülmüş merkez otoparkının önünde otomobiller uzun kuyruklar oluşturacak, bahçelerde müzik grupları, birkaç notayı ve nakaratı, sentlere ve dolarlara değişecekler.

O sırada, sabahın bu çok erken vaktinde ise, ortalıkta huzur egemen. Vitrinlerin ışıkları sönmüş, birkaç sokak serserisi hâlâ banklarda uyuyor. Otopark bekçisi, kulübesinin içinde uyukluyor. Triumph, vites kolunun atılımlarının ritmine uyarak asfaltı yutuyor. Trafik lambaları yeşilde; meydanı çevreleyen dört yoldan biri olan Polk Sokağı’na daha rahat dönebilmek için, Lauren vitesi ikiye geçiriyor. Başına saç bağı niyetine bir eşarp bağlamış; hafif sarhoş; Macy’s binasının devasa cephesinin karşısında virajı alıyor. Kavis mükemmel, tekerlekler hafifçe gıcırdıyor; tuhaf bir gürültü, art arda tıkırtılar, her şey çok hızlı olup bitiyor; tıkırtılar birbirine karışıyor, gitgide büyüyor.

Ani bir çatırtı! Zaman donuyor. Artık direksiyonla tekerlekler arasında hiçbir bağ yok; iletişim kökünden kesildi. Araba ters dönerek nemini koruyan yolda kayıyor. Lauren’in yüzü geriliyor. Elleri, artık söz dinleyen direksiyona yapışıyor; direksiyon, günün geri kalanının tehlikeye girdiğini gösteren bir boşluğun içinde sonsuza dek dönmeyi kabullenmiş. Triumph hâlâ kayıyor, zaman, uzun bir esnemenin içindeymiş gibi rahatlamış, ansızın gevşemiş görünüyor. Lauren’in başı dönüyor; aslında çevresindeki dekor inanılmaz bir hızla dönüyor. Araba bir topaç gibi dönüyor. Tekerlekler sertçe kaldırıma çarpıyor, arabanın ön tarafı bir yangın musluğuna dalıveriyor. Kaput hızla havaya dikiliyor. Araba, son bir hamleyle devriliyor, yerçekimi yasalarına meydan okuyan bu topaca artık fazla ağır gelen sürücüyü dışarı atıyor. Lauren’in havaya fırlatılan bedeni, büyük mağazanın cephesine çarpıyor. Bunun üzerine devasa vitrin patlayarak cam kırıklarından bir halı gibi yerlere saçılıyor. Yerde yuvarlanan genç kadın, camdan halının üzerine serilerek, yıkıntıların arasında, darmadağın saçlarıyla hareketsiz kalıyor; bu sırada, yarısı kaldırımın üstünde, sırtüstü yatan yaşlı Triumph’un da koşusu ve meslek hayatı sona eriyor. Bağırsaklarından bildiğimiz bir buhar yükseliyor ve sonra Triumph, yaşlı İngiliz kadınlarına özgü son kaprisini yapıyor, son nefesini veriyor.

Lauren ölü gibi. Huzur içinde dinleniyor. Yüz hatları düzgün; soluk alışı ağır ve düzenli. Ağzı hafifçe açık; hafifçe gülümsediğini sanabilir gören; gözleri kapalı, uyuyor gibi. Uzun saçları yüzünü çevreliyor, sağ eli karnında.

Otopark bekçisi, kulübesinin içinde gözlerini kırpıştırıyor, her şeyi ‘‘sinemadaki gibi” gördü, ama, “Bu seferki gerçekti,” diyecek sonradan. Kalkıp dışarıya koşuyor, ama fikrini değiştirip geri dönüyor. Telaşla telefona koşup 911’i çeviriyor. Yardım çağırıyor, yardım ekipleri de hemen yola koyuluyorlar.

.

San Francisco Hastanesi’nin yemekhanesi, yerleri beyaz karolarla kaplı, duvarları sarı boyalı kocaman bir oda. Yiyecek içecek dağıtıcılarının geçtiği koridorun kenarlarına, bir sürü dikdörtgen formika masa konulmuş. Doktor Philip Stern, elinde bir fincan soğuk kahveyle masaların birine uzanmış, uyukluyordu. Az ötede, ekip arkadaşlarından biri, gözlerini boşluğa dikmiş, sandalyesinde sallanıp duruyordu. Cebinden, alarm cihazının sesi gelince, bir gözünü açıp sinirli sinirli saatine baktı; on beş dakika sonra nöbeti bitiyordu. “Olacak iş değil! Gerçekten de hiç şansım yok, Frank, santralı ara benim için.” Frank, başının üstünde asılı duran telefonu kapıp mesajı dinledi, telefonu kapadıktan sonra Stern’e döndü. “Kalk, dostum; mesaj bize, Union Meydanı, kod 3, anlaşılan ciddi bir durum…” San Francisco Acil Sağlık Hizmetleri’nde çalışan iki stajyer doktor, kalkıp ambulansın harekete hazır, lambası yanar durumda onları beklediği girişe yöneldiler. İki kısa siren sesi, 02 biriminin gidişini duyurdu. Saat yediye çeyrek vardı, Market Sokak’ta in cin top oynuyor, araba sabahın bu erken saatinde tam gaz ilerliyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKeşke Gerçek Olsa
  • Sayfa Sayısı206
  • YazarMarc Levy
  • ÇevirmenSaadet Özen
  • ISBN9789750712821
  • Boyutlar, Kapak15x23, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Dostlarım Aşklarım ~ Marc LevyDostlarım Aşklarım

    Dostlarım Aşklarım

    Marc Levy

    Dostlarım Aşklarım, dünyanın çeşitli ülkelerinde milyonlarca okura ulaşan Marc Levy’nin yeni romanı. Son dönem Fransız edebiyatının en gözde yazarlarından Marc Levy, okurlarına bir kez...

  2. Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey ~ Marc LevyBirbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey

    Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey

    Marc Levy

    Düğününden birkaç gün önce, Julia babasının sekreterinden bir telefon alır. Önemli bir iş adamı olan babası Anthony Walsh törene katılamayacaktır. Her zaman mesafeli ve sorunlu bir ilişkileri olduğundan, Julia bu habere pek de şaşırmaz, ancak bu kez babasının mazereti haklıdır: Anthony Walsh ölmüştür.

  3. Korkudan Güçlü Bir Duygu ~ Marc LevyKorkudan Güçlü Bir Duygu

    Korkudan Güçlü Bir Duygu

    Marc Levy

    Suzie Baker, Mont Blanc’ın buzları arasına hapsolmuş bir uçakta vatana ihanetle suçlanan ailesini temize çıkaracağını umduğu bazı belgeleri araştırırken, peşine takılan düşmanlarla birlikte dünyanın...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kıskanç Adam ~ Jo NesboKıskanç Adam

    Kıskanç Adam

    Jo Nesbo

    Yunan bir polis dedektifi, özel yaşamındaki bazı tecrübeler yüzünden bir kıskançlık uzmanına dönüşmüştür. Kalimnos Adası’nda bir Alman turist kaybolduğunda adaya o gönderilir. Uzakta başka...

  2. Ay ve Şenlik Ateşleri ~ Cesare PaveseAy ve Şenlik Ateşleri

    Ay ve Şenlik Ateşleri

    Cesare Pavese

    Yaşamını 42 yaşında bir otel odasında kendi eliyle noktalayan, çağdaş İtalyan edebiyatının büyük us­tası Ce­sare Pavese, 1949 yılının eylül-kasım ayları arasında yazdığı Ay ve...

  3. Dorian Gray’in Portresi ~ Oscar WildeDorian Gray’in Portresi

    Dorian Gray’in Portresi

    Oscar Wilde

    “Gerçek miydi? Portre gerçekten değişmiş miydi? Yahut sadece kendi muhayyilesi mi neşeli bir bakışı şeygtanca bir bakış olarak görmesine neden olmuştu? Boyanmış bir tablo...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur