Kâdim olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asil bir çabadır! Tar,h, bugüne değin, kadim olanı keşfetmek için çaba sarftmeyen hiçbir toplumun yeni bir şey ortaya koyabildiğine tanıklık etmedi. İşte zaten bu yüzden bu toprakalrın çocuklarının öncelikli görevi vaz-ı cedid değil, keşf-i kadîm olmalıdır!
içindekiler
önsöz ix
gazâliyat
niçin keşf-i kadîm? 3
niçin gazâli? 6
biz ve gazali 10
türkiye siyasetinde gazâlî 13
gazâlî ve şiddet 17
özgünlük nedir? 22
gazâlî ve özgünlük 26
gazâlî eleştirilerinin nesnelliği 38
gazâlî bağlamında felsefe, kelâm, akaid 42
gazâlî: anti-rasyonalizm ve mistisizm 49
gazâlî: miras mı, tereke mi? 58
cehaletin tarihçesi 62
gazâlî ve türkler 66
gazâlî sonrası 73
gazâlî öncesi-gazâlî sonrası 80
gazâlî hakkında iki taraf var mı? 86
gazâlî kaynakçası 93
gazâlî tercümeleri: mekasid’ul-felâsife 97
gazâlî tercümeleri: mihekku’n-nazar 108
gazâlî’den ibn Sina’ya 114
ibn rüşd’den ibn teymiyye’ye 143
gazeliyât değil, gazâliyât 147
mantıkiyât
hz.ali mantığı 161
gazâlî mantığı/logica algazalis 164
ibn sina mantığı 167
Isagoci mantığı 170
tanzimat mantığı 174
mantık: düşüncenin grameri 177
mantık: fuzuliyât mı? 180
mantık: yoksunluğumuz 183
mantık: hikmet’e ilk adım 186
mantık var, mantık var 189
bir mantık yazmasının hikâyesi 193
önsöz
Bir zamanlar Doğuda, atları canı gibi seven bir hükümdar vardı. Bin yıl at denince başların çevrildiği ülkenin; ılgınların, fayrapların, karaköselerin, kındıraların göverdiği mürenlerden dünyanın dört tarafına gürlek yeleli taylar yetiştiren ülkenin; yoksulların hükümdarı.
Gelgelelim, atları sevdiği denli binicilikteki harikulade becerisinden ötürü kendi ülkesinde bile —atlar ülkesi— yadırganan hükümdarın acıklı yalnızlığı dile getirilemez. Haylidir atların gözden düştüğü çağdı, çünkü çağ.
Hükümdarın becerisi, kısa zaman eriminde, ülke sınırlarını taştı ve tezinden ucube bir şöhret, alay konusu bir efsaneye dönüşerek zenginlik diyarı Batı ülkesi imparatorunun kulağına ulaşıverdi. Sözüne ancak eski metinlerde rastlanabilecek değersiz, densiz bir uğraşta ünlenmek, o çağda, Doğululara özgü ahmaklık örneği olsa gerekti. Böylesi maskaralığa seyirci olmanın can sıkıntısından darlık çeken kendisini ve maiyetini eğlendireceğini düşünerek, İmparator, yoksulların hükümdarını sarayına çağırdı.
Çağrıyı alan kabulden geri durmadı —ne yazık ki! Yine de hükümdarın çağrıdaki düz alay kokusunu sezinlemediği söylenemez.
Ay geçti geçmedi, hükümdar, imparatorun sarayına vardı. Ertesi gün, manejde kendisini bekleyen topluluğun önüne çıkınca, atıyla bağdaşık ama ters düz ama dolambaçlı kırk tür oyunla gösterdi hünerini. Gösteri bittiğinde atından inerek imparatora yürüdü doğruca. Armağan sunuşu diye, imparatorun yanı başındaki başmabeyincinin avucuna, kendince en sevgili varlığın yularını bırakıp geri çekildi.
Mütekebbir imparatorun gözünde sefil bir Doğulu hükümdarın hara değil alicenaplık. Üstelik armağan diye bir haşmetliye at sunmak mankafa işi…
İmparator yalpalayarak doğruldu koltuğundan fil kalkışıyla; hayli semirgin bir gövde. Güçbela birkaç adım atıp, alaycılığını hiç sakınmadan, sırıtarak hükümdara yaklaştı. Kulağına “Size bir öğüt vereyim de zenginliğin ve gücün sırrı olarak tutun!” diye fısıldadı ve devam etti:
— Bizler, binek olarak su aygırlarını kullanırız; atları da yeriz!
Denir ki: Hükümdar ülkesine döndü ve çok değil, yedi kış sonra, varsıl Batı topraklarını ordusuyla uçtan uca çiğneyip geçerken, imparatorun bu öğüdünü hatırlayıp durdu, muhteşem beyaz bir kısrağın üstünde…
Metin Tavukçuoğlu
niçin keşf-i kadîm?
1258-1914 yılları arasının “İslâm ilim ve fikir mirasının kayıp halkası” olarak telâkki edilmesi, gerek Batı dünyasında gerek İslâm dünyasında neredeyse tartışıl(a)maz bir muârefe halini almış bulunuyor ne yazık ki! Bu yanlış ve yanıltıcı yargıyla alâkalı olarak birçok yazı yazdım ve sadece Batılıların veya İranlı ya da Arap müslümanların değil, “kayıp halka”nın tabii bir devamı olmak haysiyetiyle yola koyulacakların (!) dahi kendi bilgi miraslarını gafletle reddederek onu anlamak imkânından kendilerini mahrüm edişlerine defalarca işaret etmeye çalıştım.
Bab’da “aydınlanma” adı verilen gelenek karşıtı kopuş, esas itibariyle Batı felsefî mirasının “ulus dillerde yeniden inşası” anlamını taşır; başka bir deyişle Kıta Felsefesi, Avrupalı ulusların Kıtanın bilgi mirasını aralarında paylaşıp Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca olarak yeniden üretmelerinden ibarettir. Ve esas itibariyle ortada söylenilmiş yeni bir şey de yoktur! Bütün yapılan, Lâtince yazılı bulunan malûmatın İslâm bilgi geleneğine ait unsurlarla harmanlanıp sözgelimi Almanca veya Fransızca ya da İngilizce olarak dile getirilmesi, bu ulus dillere kadîm felsefenin temel sorunlarını dile getirecek kabiliyetin kazandırmasıdır. Nitekim böyle de olmuş, Batı metafiziği Tanrıyı dışarıda bırakacak şekilde (dünyevileşerek) ve tek tek ulus dillerde yeniden formüle edilmiştir
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış sürecine girmesiyle birlikte İslâm Medeniyeti; Arap, İran, Türk felsefeleri olarak tanımlanmaya, yani atomize edilmeye çalışılmış; Batılılar önce Arap Felsefesi, Arap Tarihi, Arap Müziği, vb. tasniflerle İslam medeniyetinin bütünlük ve süreklilik vasfını yok etmeye uğraşmışlar; sonra siyasî parçalarına bu kurmaca tasniflerin işini kolaylaştırdığından kendileri aradan çekilince her unsur kendi tarihini, kendi felsefesini, kendi astronomisini, kendi matematiğini, kendi müziğini, kendi hususî geleneklerini, esasen sadece bir parçası oldukları o koca bütünü temsilen öne çıkartmak gibi lüzumsuz gayretkeşliklerde bulunmuşlardır.
Modern ulus devlet olgusunun ürettiği sosyal ve siyasî bilinç bu yaklaşımlara meşruiyet kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda İslâm coğrafyasında birbirinden yalıtılmış bir biçimde oluşan bağımsız adacıklarda, güya sadece bu adacıklara mahsus tarihler yazılmaya başlamıştır. Tarih yazıcıları, kendi bütünlüğünden kopuk olarak salt bir ulusun, salt bir devletin, salt bir vatanın tarihini yazmayı marifet bildiklerinden, bir tek ulusa, bir tek devlete, bir tek vatana ait müstakil bir tarih, müstakil bir bilim geleneği, müstakil bir düşünüş tarzı, müstakil bir din ve dünya tasavvuru üretmek amacıyla tarihsel bütünlük ile sürekliliği istedikleri gibi çarpıtmışlar, bu çarpıtılmıştık içerisinde dünyaya gözlerini açanlar ise ister istemez o kadîm ve sahîh bütünlük ve sürekliliğin takipçiliğini yapamaz hâle gelmişlerdir. Çünkü imparatorluk ufkunu kaybetmiş olanların, siyaseti hilâfet yerine devlet, adalet yerine eşitlik terimleriyle tartışmak gafletine düçar olmaları gibi, İstanbul (Payitaht) ufkunu kaybedenlerde tarih ve coğrafya tasavvurunu millet yerine ulus ölçeğinde ele almak hatasını işlemişlerdir.
“Yeni bir şeyler söylemek” iddiasıyla ortaya çıkanlar, farklı bir medeniyetin sözcülüğünü yapar hâle düştüklerini bile farketmeksizin egemen olanı evrensel olan mertebesine çıkardıkları gibi, “Hak taaddüd etmez!” düsturunu unutup birdenbire başka başka hakikatler olabileceği yalanıyla kendilerini aldatmayı tercih etmişlerdir.
Bu toprakların çocukları Ben Hakikatim demeyi unuttukları günden beri yeni bir şeyler söylemeye, yeni bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorlar ama yaklaşık bir asırdır ne yeni bir şeyler söylüyorlar, ne de yeni bir şeyler ortaya koyuyorlar. Yeni bir şeyler ortaya koymayı marifet addettikçe, o ortaya koyduklarını zannettikleri yenilikler, kendi dünyalarının değil, egemen dünyanın kabul ve takdir edebileceği lâfazanlıklardan öteye gitmiyor.
Evet, bu toprakların çocukları, yeni bir şeyler ortaya koymayı marifet addettikçe, bir türlü kendileri kalmayı beceremiyorlar; bir türlü tarihlerini ve coğrafyalarını kendi bütünlüğü ve sürekliliği içinde algılayamıyorlar. Yapısal bütünlüğü parçalanmış, tarihsel sürekliliği kesintiye uğramış böylesi bir dünya tasavvuruna saplanıp kaldıkça da yeniden ve bir daha o muhteşem İmparatorluk ufkuna, o muazzam İstanbul ufkuna yerleşmek imkânını ele geçiremiyorlar. Oysa bir kez, evet bir kez o ufuktan dünyaya bakmayı denerlerse, eksik parçalar yerini bulacak ve keşfi kadîm çabası daha önce olduğu gibi bugün de kendilerine güç ve kuvvet verecektir!
Kadîm olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asil bir çabadır! Tarih, bugüne değin, kadim olanı keşfetmek için çaba sarfetmeyen hiçbir toplumun yeni bir şey ortaya koyabildiğine tanıklık etmedi.
İşte zaten bu yüzden bu toprakların çocuklarının öncelikli görevi naz’-i cedid değil, keşf i kadim olmalıdır!
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Biyoğrafi-Otobiyoğrafi Edebiyat
- Kitap AdıKeşf-i Kadîm; İmam Gazâlîye Dâir
- Sayfa Sayısı196
- YazarDücane Cündioğlu
- ISBN9786055257095
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKapı Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaşamak Hatırlamaktır ~ Ülkü Tamer
Yaşamak Hatırlamaktır
Ülkü Tamer
Ülkü Tamer’in anılar kitabı Yaşamak Hatırlamaktır’da okuyacağımız şairin yaşamöyküsü değil; yaşamından kesitler ve ayrıntılar, anı parçaları, his kırıntıları. Bir ömrün taslak çizgileri değil de...
- Mozart ~ Maynard Solomon
Mozart
Maynard Solomon
Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791), yetenekli ablasına ders veren müzisyen babasını izleyerek üç yaşından itibaren klavye ve keman çalmayı öğrendi. Oğlunun dehasını sergileyerek gelir ve...
- Sen Çok Yaşa E mi Çocuk ~ Eda Veciz Doğan
Sen Çok Yaşa E mi Çocuk
Eda Veciz Doğan
Bazı süper kahramanların, pelerini yoktur. Onlara ‘baba ‘ denir. Kız çocukları aşıktır babalarına gözlerini açtıkları ilk andan itibaren ,ilk göz göze geldikleri anda, aşık...