Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kendi Hayatında Ölme Vakti
Kendi Hayatında Ölme Vakti

Kendi Hayatında Ölme Vakti

Mehmet Eroğlu

“Düşünce, aydınlatıcı kahkahamla sona erdi: İnsan kolaycı bir varlıktı, kendisinin mimarı olmayı öğrenmeye çalışmak yerine, sorunlarına başkasının hayatında cevap arıyordu. İnsanın kendi hayatında yaşaması…

“Düşünce, aydınlatıcı kahkahamla sona erdi: İnsan kolaycı bir varlıktı, kendisinin mimarı olmayı öğrenmeye çalışmak yerine, sorunlarına başkasının hayatında cevap arıyordu. İnsanın kendi hayatında yaşaması ne zordu.”

Uzun süredir yazamayan tanınmış bir yazar, yaşadığı hayal kırıklığının ardından, gerçekleri ve geçmişini zihnindeki tabuta kilitleyip, büyük kentin keşmekeşinden uzaklaşır. Soluğu doğanın hırçın, rüzgârlı kıyısındaki ücra bir sahil kasabasında alır. Bu göç, acının krallığında yaşayanlarla, hayatın gerçek soylularını buluşturan efsunlu bir hikâyenin kapılarını aralar… Mehmet Eroğlu, mitolojinin ve Antikçağ tragedyalarının kahramanlarını iki katmanda gelişen öykülerle günümüze taşıyor. Bizleri varlığından bihaber olduğumuz hayatlarla tanıştırıyor. Tutkulu âşıkları, budalaları, soyluları, göçmenleri, adalet arayanları anlatıyor. Hem şimdiye hem de geleceğe ait bir edebiyat şöleni sunuyor.

Kendi Hayatında Ölme Vakti, insan denilen mahlukun gizli köşelerine, derinlerine usta bir kaptanın kılavuzluğunda yapılan, beş mevsim süren bir kent-deniz yolculuğunun romanı. Yalnızlığın en kışkırtıcı, en büyüleyici hali.

“Hayatın, edebiyat serüvenleri gibi görkemli bir sonu olabileceği umudu o kadar da safça bir umut değilmiş…”

2018

Kış

– I –

“… önemsiz şeyler okyanusunda yüzen sayılı hakikat parçacıkları…” Mırıltıyla irkildim. Sayıklıyordum… Sonra mırıltıyı bastıran düşünceyle gözlerimi araladım. “Uyandım ve yaşıyorum!” Uykunun ılık koynundan geri gelip, günün haz veren alışkanlıklarına bir kez daha kavuşacağımızın bilincine vardığımız o kısa âna sığan, üç, daha doğru deyişle iki buçuk sözcüklü sessiz, ikiyüzlü mutluluk çığlığı… Sabah gözlerinizi açtığınızda aklınızdan geçen bu ilk düşünce kıvılcımının, günün daha sonraki saatlerinde, sağ olmanın size sandığınız kadar mutluluk bağışlamadığını hatırladığınızda, varlığını bir kez daha inkâr edeceğiniz ulu yaratıcınıza minnettarlığınızı sunduğunuz bir teşekkürü andırdığını fark ettiyseniz, buna nasıl bir anlam yüklersiniz? Sağ olmanın hazzını ifade eden kısa bir şükür duası! Yüklediğim anlam bu mu? Hayır, soruyu bu şekilde cevaplamak kolaycılığa kaçmak olur. Galiba insanın gençliğinin kaslarından, teninden ve tabii bakışlarından kaybolup, anılarına geri çekildiğini hissettiğinde cevap bulmaya çalıştığı, bilindik, basmakalıp sorularla uğraşıyorum: Hayatımın bir değeri var mı? Yeniden yaşasaydım neleri farklı yapardım? Tekdüzeliğin o sakin ve huzur veren rahatlatıcı ahengine gençliğimdeki gibi direnip kapılmamak mümkün mü? Gibi. Belki çoğunuz bu sorularla oyalanmaz, üzerinde durmazdı ama ben son aylarda nedense böyle bir alışkanlık edinmiştim: Sık sık bu aslında uygunsuz demekte de bir sorun yok soruları tekrarlarken buluyordum kendimi.

Uyandığımda, gün içinde ve özellikle uykuya dalmadan önce. Korkular efendim mi olmuştu? Sanırım abartıyordum: Hayat ve Tanrı söz konusu olduğunda korkan insan kadar hayal gücü genişleyen bir yaratık var mıdır? Şule’ye bakılırsa, sorunum, ikimizin de özenli bir inatla gündeme getirmekten kaçındığı yaşlılık kavramından farklı bir şeydi. Sevgili ikizim, bir erkeğin yaşlandığına ilişkin kararı her zaman kadınların verdiğine inananlardandı: Her ne kadar Şule’nin erkekler konusunda uzmanlığına pek güvenmesem de bu rahatlatıcı bir yorumdu. Çünkü şimdiye kadar hiçbir kadın o hükmü yüzüme karşı okumamıştı. Yani, yaşlılığın gölgelediği alana henüz adım atmadığımı söylemek yanlış olmazdı.

Ancak durum ciddiyetini koruyordu: Kardeşime göre sorunum, bana yaklaştıkça kokusunu aldığını söylediği, –hatta fiziki varlığı olduğunu, neredeyse eliyle dokunabildiğini iddia ediyordu o sıkıcılıktı! Şule, beni bir süredir, hayal gücünü yitirmiş, kısır bir edebî eylemsizliğin içine hapsederek yazmamı engelleyen şeyin bu geçici olmasına dua ettiği ruhsal durumum olduğu konusunda ısrarcıydı. Dediğine göre, tuzağına düştüğüm illet birdenbire, neredeyse bir günde ortaya çıkmıştı. Ne zaman? İki, belki üç yıl kadar önce diye kaçamak cevaplar veriyordu sorduğumda… Eleştirirken kibarlığı elden bırakmaması ona daha küçükken, annemin zoruyla gittiği İsviçre’deki Alpler’in eteğindeki bir etiket okulunda öğretilen ikizimin, durumumu çözümlerken açıklamasına “geçici” sıfatını, cesaretimi kırmamak için eklediğinin farkındaydım. Ne zaman bu konu açılsa kararlılıkla dağ başında edindiği göstermelik kibarlığını koruyor, bana acıdığını aklınca gizliyordu.

Onunla aynı fikirde değildim: Öncelikle merhametinin hayal gücünden yoksun olduğunu biliyordum, dahası edindiği kibarlık öğretisinin içtenlik konusunda ciddi eksikleri vardı. Özellikle üslup konusunda. Şule’yle üç yaşından beri tartışmayı göze alamadığımdan, yanıldığını söylemeye kalkışmadım. Emin olduğum bir şey varsa o da hayatım boyunca sıkıcılığa hiç tutsak olmadığımdı; hele kendiminkine hiç. Şule’nin öngörüsünün gerçeklerle değil, önyargılı algılarıyla ilişkisi vardı.

Çoğu insanın aksine, kendimle vakit geçirmekten keyif alan, üstelik de bu özelliğini oldukça erken keşfetmiş ve keşfettiği günden beri de tadını keyifle çıkarmış birisiydim ben. Hayat dediğimiz şeyi, neredeyse hiç ara vermeden konuşmak, sessizliğiyse ölüm getiren bir felaket sanan Şule için sıkıntı, zamanımın çoğunu çocukluğumdan beri yaşadığım bir evde tek başıma, çalışma masamın başında geçirmemle eş anlamlıydı.

Çünkü Şule için sıkıcılığın sıkıntının da açık bir tanımı vardı: Tek başına olmak, konuşmamak, konuşmaya ihtiyaç duymamak. Hatırlıyorum, Perihan’dan boşandıktan sonra, artık sadece yazarak yaşayacağıma karar verdiğim, bir anlamda hayatımın dönüm noktası sayılacak o unutulmaz Einstein değildim ama benim de annus mirabilis’im1 vardı yılın başında Şule beni öylesine sıkboğaz etmişti ki, onu, beni azarladığı salondan, bulaşıcı hastalık varmış gibi uzak durduğu bu odaya, kütüphanemin önüne sürükleyip, Rilke’nin taptığım kitabından,2 daha on dokuz yaşındayken altını çizdiğim paragrafı yüzüne karşı, bağıra bağıra okumuştum: “… Yalnız kalmış biri için bütün mesafeler, bütün ölçüler değişir; bütün bu değişiklikler aniden gerçekleşebilir ve sonra… katlanılmaz derecede büyüyor görünen olağanüstü hayaller ve tekil duyumlar ortaya çıkar. Fakat bizim bunu da tatmamız gerekir. Varoluşumuzu öyle ya da böyle elimizden geldiği kadar geniş bir şekilde kavramak zorundayız; her şey, hatta daha önce duyulmadık olan şeyler bile onda mümkün olmalıdır. Buna son kertede bizden beklenen yegâne cesaret diyebiliriz: Karşılaşabileceğimiz en olağanüstü, en tekil ve en açıklanamaz şey hakkında cesarete sahip olmak…” Şule, yalnızlık denilen o eşsiz durumun, sıkıcılığın ve sıkıntının değil, yaratıcılığın kozası olduğuna aldırmadan, “Sen Rilke değilsin,” diyerek ısrarını sürdürmüştü o gün.

Rahatlıkla yalnız olabilen insanlar bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini garanti ederler… Evet, Rilke değildim ama onun gibi düşünüyor olmaktan mutluydum, üstelik saf bir yalnızlık da değildi benimki; Şule’nin yapayalnız olduğuma inandığı otuz yıl boyunca hep tek başınalığıma eşlik eden canlılar olmuştu: Tabii önce Hatice Kalfa, 1990 ile 2005 arasında en az yedi muhabbetkuşu ve son birkaç yıldır Esin. Bu yıl listeye bir meraklı da eklenmişti: Her gün saat on civarında, sabah kahvemi yudumlamaya başladığımda ve akşamüstü üç gibi kâğıtların başından kalkıp salona geçmeye hazırlanırken masamın yaslandığı, bahçeye bakan altıgen cumbanın pencerelerinin önündeki denizlikte ortaya çıkan, siyah kedi. İlk karşılaştığımız gün, cama yasladığım fotoğrafların arkasına saklanarak baktığı için Röntgenci adını taktığım, düzenli ziyaretlerinin ardından Röntgencim’e çevirdiğim, sadece dört patisi, burnu ve boynundaki küçük bir bölgesi beyaz olan bu tatlı yaratık, yaklaşık beş dakika kadar, sanki ne yazdığımı, daha doğrusu hiçbir şey yazmadığımı kontrol ederek, geniş mermer bandın üzerinde sağdan sola volta atıyor, kısa bir göz göze bakışmanın ardından da geriye dönüp uzaklaşıyor. Neredeyse on iki aydır, yaz kış her gün iki kez tekrarlanan bir seremoni bu.

Münasebetsiz Röntgencim’e yönelik duygularımın iki yüzü var: Ona hem kızıyor hem de bağımsızlığını korumak konusundaki inadı yüzünden saygı duyuyorum. Siyah şeytanı gizlice seyrettiği evin içine almak için Hatice Kalfa’yla yaptığımız sayısız deneme her seferinde başarısızlıkla sonuçlandı. Kim, kediler konforu ve sıcağı sever diyorsa, gelip bizim bahçenin Robinson Crusoe’sunu görsün. Röntgencim bağımsızlığından, bahçenin serbestliğinden vazgeçmeye niyetli değil… Saat! Sekiz olmak üzere, zarfı hazırlama vakti. “Sen ne dersen de insan yalnız (sözde) eksantriklikleriyle yaşar. Bunlar insanın kişiliğine salt tutarlılığın katamayacağı bir güç katar. İnsan derinleri araştırmalı ve inanılmaz olana inanmalı ki önemsiz şeyler okyanusunda yüzen sayılı hakikat parçacıklarını bulabilsin. Ama hepsinden önce insanın kendi karakterine duyduğu her türlü saygı parçacığından sıyrılması gerekir.”3 “Önemsiz şeyler okyanusunda yüzen sayılı hakikat parçacıkları…

İnsanın kendi karakterine duyduğu her türlü saygı parçacığından sıyrılması!” Sabah uyandığımda dilimin ucundaki cümleye baktım. İnsan kendine saygı duymazsa insan kalabilir mi? Bu da Conrad’ın ayrıksı düşüncesi olmalı. Acaba kişiliğimin derinliklerine inmekten korkan, risk almadan dış yüzeyinde tembel tembel oyalanan bir satıh gezgini miyim ben? İnanılmaz olana inanmak! Kararsızlığım kısa sürdü. Çünkü Conrad gibi bir yazar değilim; gerçek bu.

Mantıklı ve soğukkanlı; ben buyum. Peki, o zaman bu alıntı neden haftalardır masamda duruyor, sabah soluk olup dudaklarımdan dökülüyor? Güldüm ama sessizce; itiraf olduğunun üstünü örterek… İnsan, her soruya mantıklı bir cevap bulmak zorunda değilken, böyle ayrıksı bir düşünce yüzünden kendimi açmaza sokuyordum. Eğer dedikleri gibi yaşam da bir işse, hiç kuşku yok ki benim kötü yaptığım bir iş… Hakkımı vermeliyim! Veriyorum: Becerikli olduğum, iyi yaptığım şeyler de var: Kararsızlığa benzeyen kararlılığım, tembelliği andıran verimliliğim; kendiminkinin yerine başkalarının hayatlarında acı çekmek, benim olmayan hayatlarda mutlu olmak ya da mutluluk taklidi yapmak, hatta onlarınkinde ölmek gibi.

Evet, en becerikli olduğum konu bu: yapmak istediğini başkalarının hayatında yapmak, olmak istediğini olmak, istediğin kişiliği giyinmek… Yazmanın iyi tarafı bu değil mi? Tabii başka kolaylıkları da var. Mesela taklit etmek: Hayatı, mutluluğu ve tabii acı çekmeyi. Yazmak kişiyi tedbirli yapar, özgür de kılar: Başkalarının kulağını çekebilir, başkalarını cezalandırabilirsin… Kendi gardiyanın olmak zorunda değilsin… Bunları düşünerek bir süre bahçeyi seyrettim: Sınırdaki çamların, yapraksız meyve ağaçlarının, yapraklarını dikenleriyle koruyan gül dallarının, hâlâ kışa direnen bodur menekşelerin, ağaçların güneş görmeyen diplerindeki lekelerin dışında yeşilliği kışla solmayan çimlerin üzerine yayılan o sihirli sabah loşluğu, camdaki buğu gibi yavaş yavaş yok oluyordu.

Zarfa uzandım, Conrad’dan yaptığım alıntıyı, son haftanın notları ve biriken çeviri sayfalarıyla birlikte içine yerleştirdim, masanın üzerindeki ışığı söndürdüm, Şule’nin “Cell of Solitude”4 diye ad taktığı çalışma odamı terk edip, üst kata, yatak odasına çıktım. Esin, yatağın sağ tarafında, ancak genç birisinin inebileceği kadar derinlerde, ahenkli bir ritimle soluk alarak, uyuyordu. Loşluğun oluşturduğu tuvalin üzerine haz sever bir ressam tarafından çizilmişe benzeyen uzun beyaz bacakları, yorganın dışına taşmış, davetkâr bir serbestlikle uzanıyordu.

Zarfı başucuna bıraktım, üzerine eğildim, sevişirken emmekten hoşlandığı başparmağımla burnunu gıdıklarken kulağına alçak sesle, art arda adını fısıldadım. Esin, birlikte uyuduğumuz gecelerin sabahlarına özgü bir alışkanlığa dönüşen bu uyandırma merasiminde genellikle üçüncü ya da dördüncü denemede gözlerini açardı ama nedense bu kez daha, sayesinde erotik işlevini keşfettiğim parmağımı geri çekmeden doğruldu. Gece bir bebek gibi dalıp gittiği uykudan bu denli çabuk yüzeye tırmanması, özellikle onun gibi uyku sever bir kedi için, şaşırtıcıydı. Göz göze geldik. Gülümsedi, saati sordu. Sekiz deyip perdenin arasından içeriye sızan soluk aydınlığın sınırlarını çizdiği pencereyi işaret ettim, ardından hiç kaçırmadığım gösteri için, eski deri koltuğa oturdum.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Issızlığın Ortası ~ Mehmet EroğluIssızlığın Ortası

    Issızlığın Ortası

    Mehmet Eroğlu

    Dünyayı değiştirecektik, ama değiştirmeye çalıştığımız dünyanın ne denli değiştiğini kavrayamadık. Artık kimsenin kahramanlara aldırdığı yok. Kahramanların sonu geldi, soyları tükendi. Belkemiğine bir sopa ve...

  2. Adını Unutan Adam ~ Mehmet EroğluAdını Unutan Adam

    Adını Unutan Adam

    Mehmet Eroğlu

    Ölüdeniz, Şeria, Petra, kısa etek, esmer kız… Kimim ben? 18 yıl önce o sel yatağında kim geldi peşimden? İşkence… Kim gülüyor? Kim konuşuyor? “Sakın...

  3. Kıyıdan Uzakta ~ Mehmet EroğluKıyıdan Uzakta

    Kıyıdan Uzakta

    Mehmet Eroğlu

    Uzun bir mektup, merhamet istemeyen bir kadın, dalgalı deniz, içli bir itiraf ve “cici kızın” isyanı, derin ve tatlı hazlar, kırık ve tutkulu sevişmeler…...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Maveraünnehir Nereye Dökülür? ~ Engin Barış KalkanMaveraünnehir Nereye Dökülür?

    Maveraünnehir Nereye Dökülür?

    Engin Barış Kalkan

    “Siz burada duracaksınız küçükhanım,” diyor Harun Bey. “Evinizin balkonu. Narin ciğerlerini akşam serinliğiyle dolduran bir Roxane’siniz artık.” Ne olduğunu anlayamayan damat, gelinin yanına doğru...

  2. Küçük Yuvarlak Taşlar ~ Melisa KesmezKüçük Yuvarlak Taşlar

    Küçük Yuvarlak Taşlar

    Melisa Kesmez

    “Toprak ayağımızın altında yumuşacık, kırmızı. Bacaklarımızı ısıran dikenlere aldırmıyoruz. Çalıların içinde bin bir çeşit hışırtı, kıpırtı, çıtırtı, vızıltı… Kuşlar, böcekler, taşlar… Uçanlar, koşanlar, sürünenler,...

  3. Parçalar ve Zerreler ~ Sedef BetilParçalar ve Zerreler

    Parçalar ve Zerreler

    Sedef Betil

    “Merak edersin, söyleyeyim. Beni görmeye geldikten iki ay sonra İstanbul’da, havaalanı yakınında arabada ölü bulundun, kalp krizi. Kalbin çok kötü durumdaymış, biliyor muydun? Arabayı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur