Yazın dünyasında artık bir klasik haline gelmiş Yabancı adlı
romanında Diana Gabaldon bizi unutulmaz iki karakterle
tanıştırmış -Claire Randall ve Jamie Fraser- ve iki yüzyıla
yayılan bu macera ve aşk hikayesiyle okuyucularına eşsiz
dakikalar yaşatmıştı. Şimdi Gabaldon Yabancı’nın devamı olan
canlı ve güçlü romanıyla okuyucularını tekrar bu olağanüstü
zaman ve mekânlara doğru bir yolculuğa çıkarıyor..
***
BÖLÜM 1
“Aynanın İçi, Karanlık”
1
Kayıtlar Toplanıyor
Inverness, 1968
Roger Wakefield odanın ortasında dururken kendini kuşatılmış hissediyordu. Hissinde tamamen haklı olduğunu düşünüyordu çünkü bu zamana kadar hep kuşatılmıştı: antika ve yadigârlarla dolu masalarla, koltuk örtüleri, ağır Viktorya stili mobilyalarla, kendinden emin ayakların yürürken kaymasını sağlamak için kurnazca fırsat kollayan, cilalanmış yere serilen küçük örgü halılarla. Mobilyalar, kıyafetler ve kâğıtlarla dolu on iki oda etrafını kuşatmıştı. Ve bir de kitaplar… Ah, Tanrım, kitaplar!
Bulunduğu çalışma odasının üç tarafı kitaplıkla çevriliydi. Herkes patlama noktasına gelene kadar bir şeyler tıkmıştı. Karton kapaklı gizemli romanlar büyük kalın kitapların önünde parlak, masum yığınların içinde duruyorlardı. Nadir bulunan eski seriler kütüphanelerden yürütülmüştü ve üzerlerinde risaleler, bildiriler ve el yazmaları vardı.
Benzer bir durum, odanın geri kalan kısmında da devam ediyordu. Kitaplar ve kâğıtlar her yeri düzensizce doldurmuştu ve gömme dolaplar adeta ağırlıktan inliyor, eklenti yerlerinden gıcırdıyordu. Üvey babası uzun ve dopdolu bir hayat yaşamıştı ve en iyi on yılını kutsal kitaba ayırarak geçirmişti. Papaz Efendi Bay Reginald Wakefield, seksen küsurluk hayatında hiçbir şeyini kaldırıp atmamıştı.
Roger ön kapıdan kaçıp Moris Minor’ına atlayarak Oxford’a dönmeyi, bu papaz evini ve onun içerdiği merhamet havasını terk etmek istiyordu. Derin derin nefes alırken sakin ol diyordu kendine. Sen bununla başa çıkabilirsin. Kitap kısmı kolay. Onları sınıflandırıp sonra taşınması için birini çağırmakta hiçbir şey yok. Tabii büyük damperli bir kamyona ihtiyaç duyacaklardır ama bu halledilir. Kıyafetler de problem değil. Oxfam çoğunu alacaktır.
Oxfam’ın, 1948 dolaylarında giyilmiş bir yığın siyah takım elbiseyle ne yapacağını bilmiyordu. Biraz daha rahat nefes almaya başlamıştı. Roger papaz efendinin işlerini halletmek için bir aylığına Oxford’daki tarih departmanından izin almıştı. Belki her şeye rağmen bu yeterli olacaktı ama Roger’ın stresli anlarına bakılırsa bu iş yıllar sürecekmiş gibi görünüyordu.
Masanın bir tanesine yanaşıp küçük bir çini tabak aldı. Tabak küçük metal dikdörtgenlerle doluydu, üstünde on sekizinci yüzyılda dilencilere mahalleliler tarafından verilen bir çeşit izin anlamına gelen bir nişan vardı. Lambanın yanında duran seramik şişe koleksiyonu ve etrafı gümüşle kaplanmış salyangoz şeklinde bir enfiye kutusu da onların yanında duruyordu. Bunları müzeye mi vermeliydi? Kuşkuyla düşünmeye başladı. Ev Jacobite temsili yapıtlarla doluydu. Papaz Efendi amatör bir tarihçiydi ama on sekizinci yüzyıl onun favori av kaynağıydı.
Parmakları, gayri ihtiyari, enfiye kutusuna dokunmak için uzanmıştı. Yazıtın siyah çizgileri kopyalanmıştı, Canongatelerin hazinelerinin isim ve tarihleri yazılıydı: Edinburgh 1726. Belki de Papaz Efendinin seçmece antikalarından birkaç tane almalıydı… Sonra geri çekilip başını kararlı bir şekilde salladı. “Hiçbir şey yapılmayacak,” dedi. Yüksek sesle konuşuyordu. “Bu delilik”. Geleneksel çöplerle çevrili bu ucube evde yaşamayı bırakmalıydı. “Kendi kendine konuşuyorsun,” diye mırıldandı.
Geleneksel çöp düşüncesi ona garajı hatırlatmış ve birden dizlerinin üzerine eğilivermişti. Gerçekte Roger’ın büyük amcası olan Papaz Efendi, Roger’ın anne babası İkinci Dünya Savaşı’nda öldüğü zaman onu beş yaşındayken evlat edinmişti. Annesi yıldırım saldırısında, babası da kanalın soğuk karanlık sularında ölüvermişti. Papaz Efendi, doğal bir koruma içgüdüsüyle Roger’ın anne ve babasının yerini almış ve onlarla ilgili her şeyi karton kutulara mühürleyip garajın arka tarafına kaldırmıştı. Roger yirmi yıldır bu sandıkların açılmadığını biliyordu.
Roger anne babasının anısına saygısızlık ettiği düşüncesiyle içi sızlayarak eski bir bildiri çıkardı. “Ah, Tanrım,” dedi yüksek sesle “Her şeye tamam, ama bu…”
Cevaplanmayı bekleyen kapı zili Roger’ın irkilip dilini ısırmasına sebep oldu.
Papaz evinin kapısı nemli hava yüzünden hafifçe eğilmişti. Bu da evin uzun zamandır burada bulunduğunun bir göstergesiydi. Roger gıcırdayan bir ses eşliğinde kapıyı açtı. Karşısında bir kadın duruyordu.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
Bayan hafif kilolu ve tatlı biriydi. Roger, beyaz kıyafetli bu bayandan oldukça etkilenmişti. Kadının kıvırcık kahverengi gür saçları topuzla başında toplanmıştı. Ve bu güzelliğin ortasında en mükemmel olanı ise gözleriydi. Yıllanmış bir şarabı andırıyordu.
Gözleri Roger’ın kırk beş numara bez ayakkabılarından yüzüne yönelmişti, ondan biraz daha uzundu. Yüzündeki gülümseme giderek büyüdü. “Basmakalıp sözleri kullanmaktan nefret ediyorum,” dedi kadın. “Ama ne kadar da büyümüşsün böyle Roger!”
Roger yüzünün kızardığını hissediyordu. Kadın bir kahkaha atıp elini uzattı. “Sen Roger’sın değil mi? Benim adım Claire Randall. Papaz Efendinin eski bir arkadaşıyım. Seni en son gördüğümde beş yaşındaydın.”
“Şey, babamın bir arkadaşı olduğunuzu mu söylüyorsunuz? O zaman olanları biliyorsunuz…”
Gülümseme kaybolmuş ve yerini pişmanlıkla bakan gözlere bırakmıştı.
“Evet, duyduğumda çok üzüldüm. Kalp, değil mi?”
“Evet. Çok ani oldu. Bu işlerle ilgilenmek için Oxford’dan anca gelebildim.”
Roger, Papaz Efendinin ölümünü, evini ve içindekileri kapsayan işleri anlatmak istercesine belli belirsiz bir el işareti yaptı.
“Babanın kütüphanesini hatırladığım kadarıyla, sen bu işi gelecek yılbaşına kadar anca halledersin,” dedi Claire.
“Seni bu durumdayken rahatsız etmemeliydik,” dedi yumuşak sesli biri.
“Ah, unuttum,” dedi Claire, verandanın köşesinde duran kızına dönerek. “Roger Wakefield, kızım Brianna.”
Brianna Randall öne doğru bir adım attı, yüzünde çekingen bir gülümseme vardı. Roger bir an öylece bakakalmıştı ama sonra ne yapması gerektiğini hatırladı. Bir adım geri çekilerek kapıyı iyice açtı. Bir an gömleğini en son ne zaman değiştirdiğini merak etti.
“Önemli değil, önemli değil!” dedi, samimiydi. “Ben de zaten ara vermek istiyordum. İçeri girmez misiniz?”
Roger bayanlara Papaz Efendinin aynı zamanda ilgi çekici sayılan çalışma odasına doğru giden holü gösterdi. Claire’in kızı Roger’ın yakından gördüğü en uzun kızlardan biriydi. 1.80 boylarında olmalı, diye düşünmüştü. Kız geçerken holün tepesinden başını görebilmişti. Roger onları takip ederken farkında olmadan doğruldu, böylece genç kızın boyunu geçebilmişti. Odaya geçen bayanları takip ederken başını çalışma odasında bulunan pervaza çarpmamak için son anda çabucak eğildi.
“Daha önceden gelmek istiyordum,” dedi Claire, koltuğa yerleşirken. Papazın çalışma odasının duvarlarından biri yere kadar camla kaplanmıştı ve güneş ışığı onun açık kahverengi saçlarının üzerine adeta bir inci gibi düşüyordu. Bukleler bu hapisten kurtulmaya çalışıyordu. Kadın konuşurken buklelerini kulağının arkasına koydu.
“Aslında geçen sene gelmeye niyetlenmiştim ama hastanede acil bir durum gerçekleşti, bu arada ben doktorum,” diye açıklama yaptı kadın. Roger’ın saklamaya engel olmadığı şaşkın bakışı dudaklarının biraz da olsa yukarı kıvrılmasına sebep olmuştu. “Ama maalesef gelemedik. Babanı yeniden görmeyi çok istiyordum.”
Roger papazın öldüğünü bildikleri halde niye geldiklerini merak ediyordu ama bunu sormak pek de kibar olmayacaktı. Bu yüzden sadece, “Manzarayı beğendiniz mi?” diye sormakla yetindi.
“Evet, Londra’dan geliyoruz,” diye cevap verdi Claire ve kızına gülümsedi. “Bree’nin bu ülkeyi görmesini istedim. Burada yaşamamış olmasına rağmen o da benim gibi bir İngiliz.”
“Gerçekten mi?” Roger Brianna’ya bakıyordu. İngilizlere hiç benzemiyor, diye düşündü. Boyunun uzun olmasının yanı sıra koyu kızıl saçları vardı. Omuzlarına bol gelen bir kıyafet giymişti ve oldukça güçlü görünüyordu. Yüzü keskin hatlara sahipti, uzun ve düz bir burnu vardı.
“Ben Amerika’da doğdum,” diye açıkladı Brianna, “ama annem de babam da İngiliz.”
“Eşim iki yıl önce vefat etti. Tanırsın diye düşünüyorum, Frank Randall,” dedi Claire.
“Frank Randall! Tabii ki!” Roger alnına bir şaplak attı. Brianna’nın kıkırdamasıyla yanaklarının kızardığını hissetti. “Aptal olduğumu düşüneceksiniz ama sizin kim olduğunuzu daha yeni anladım.”
İsim çok şey anlatıyordu. Frank Randall ünlü bir tarihçiydi ve Papaz Efendi’nin de iyi arkadaşlarından biriydi. Yıllar boyunca James yanlılarının gizemini araştırmışlardı. Frank Randall’ın bu papaz evine son gelişinin üzerinden on sene geçmişti.
“Inverness yakınlarındaki tarihi yerleri de ziyaret edecek misiniz?” diye sordu Roger kendini toplayarak. “Culloden’a gittiniz mi?”
“Daha değil,” diye yanıt verdi Brianna. “Bu hafta sonuna doğru gitmeyi düşünüyoruz,” diye devam etti gülümseyerek. “Bu öğleden sonra Ness Gölü’nü gezmek için yer ayırttık,” diye açıklama yaptı Claire. “Belki yarın da Fort William’a gideriz ya da Inverness’ı biraz daha inceleriz. Son geldiğimden bu yana burası çok gelişmiş.”
“En son ne zaman gelmiştiniz?” Roger rehberlik için gönüllü olmalı mıyım diye düşünüyordu. Zamanını iyi değerlendirmeliydi ama Randallar Papaz Efendi’nin en iyi arkadaşlarıydı. Ayrıca bu cazibeli bayanlarla Fort William’a gitmek, garajı temizlemekten daha ilgi çekici görünüyordu. Bunun üzerine bu işi listesinde ikinci sırayı aldı
“Nerdeyse yirmi seneden fazla. Uzun zaman oldu.” Claire’in ses tonunda bir tuhaflık vardı ve bu Roger’ın ona bakmasına neden oldu ama Claire onun bu bakışına sadece bir gülümseyişle yanıt verdi.
“Şey,” diye söze başladı Roger. “Kuzey İskoçya’da bulunduğunuz süre boyunca eğer sizin için bir şey yapmam gerekiyorsa…”
Claire hâlâ gülümsüyordu ama yüzünde düşüncelerinin değiştiğini anlatan bir ifade vardı. Roger, Claire’in böyle bir teklifi beklemediğini düşündü. Claire ilk önce Brianna’ya, sonra da Roger’a baktı.
“Ah, anne!” dedi Brianna koltuğunda doğrulmaya çalışırken. “Bay Wakefield’ı rahatsız etmek istemezsin herhalde! Yapması gereken çok şey var baksana!” derken kutular ve sonsuz kitap yığınlarıyla dolu çalışma odasını gösterdi.
“Ah, hayır önemli değil!” diye itiraz etti Roger. “Şey… O nedir?”
Claire kızına endişesini gidermeye çalışan bir bakış fırlattı. “Onun başına üşüşmeyi ya da onu peşimizden sürüklemeyi planlamıyordum,” dedi, sözleri iğneleyiciydi. “Ama belki yardımcı olacak birilerini tanıyordur. Bu küçük tarihi bir proje,” diye açıklamaya başladı Claire Roger’a. “On sekizinci yüzyıldaki James yanlıları, Süslü Prens Charlie ve tüm bunlar hakkında deneyim sahibi olan birine ihtiyacım var.”
Roger öne doğru eğilmişti, konu ilgisini çekmişti. “James yanlıları mı?” diye sordu. “Bu dönem benim ilgi alanıma girmiyor. Culloden’a çok yakın yerlerde yaşanıldığından başka bir şey bilmiyorum. Culloden son savaşın yapıldığı yerdir bilirsin,” diye açıkladı Brianna’ya. “Süslü Prens’in onları katlettiği yerdir.”
“Doğru,” dedi Claire. “Ve benim bulmak istediğim şey de bu işin aslı.” Claire çantasına uzanıp katlanmış bir kâğıt çıkardı.
Roger kâğıdı açıp çabucak incelemeye koyuldu. Yaklaşık otuz kişinin bulunduğu bir isim listesiydi, hepsi de erkekti. Kâğıdın başında şöyle bir başlık vardı: Jacobite Ayaklanması, 1745-Culloden
“Ah, 1745 mi?” diye sordu Roger. “Bu adamlar Culloden’da savaştı, değil mi?”
“Evet, savaştılar,” dedi Claire. “Öğrenmek istediğim, kaçının bu savaştan sağ olarak kurtulduğu.”
Roger listeyi incelerken bir yandan da çenesini ovuşturuyordu. “Bu basit bir soru,” dedi, “ama yanıtı bulmak çok zor. Prens Charles’ı takip eden Kuzey İskoçyalı birçok klan üyesi Culloden arazisinde öldürüldü ve cenazeleri de tek tek yakılmak yerine yığınlar halinde mezarlara gömüldü. İşaret olarak da klan isminin yazdığı basit bir taştan başka bir şey yoktu.”
“Biliyorum,” dedi Claire. “Brianna oraya hiç gitmedi ama ben uzun zaman önce oraya gitmiştim.” Roger Claire’in gözlerinde geçici bir gölge gördüğünü düşünüyordu ama çantasına uzanmasıyla bunu hemen gizlemişti. Culloden arazisi etkileyici bir yerdi. Gözlerinden birkaç damla yaşın gelmesini engelleyememişti. Dışarıya, geniş araziye baktı ve çimlerin altında yatan katledilmiş Kuzey İskoçyalıların kahramanlıklarını ve yiğitliklerini düşündü.
Claire Roger’a birkaç kâğıt uzattı. Roger, kâğıdın kenarına dokunan uzun beyaz parmağı görünce, “Güzel eller,” diye geçirdi içinden. İyi bakılmışlardı ve her bir elde tek bir yüzük vardı. Sağ elindeki gümüş olanı özellikle dikkat çekiciydi. İngiltere Kralı’nı sembolize eden deve dikeni çiçeği ile süslenmiş bir yüzüktü.
“Bu isimler de onların eşlerinin ismi, bu zamana kadar onları biliyordum. Sanırım bu yardımcı olabilir çünkü kocaları Culloden’da öldürüldüyse bu kadınlar yeniden evlenmişler mi ya da göç etmişler mi bakabilirsin. Sence pederin baktığı mahalle kayıtlarında var mıdır? Hepsi aynı mahalleden. Kilise Broch-Mordha’da, buranın biraz güneyinde kalıyor.”
“Bu iyi bir fikir,” dedi Roger biraz şaşırmış bir halde. “Ancak bir tarihçinin aklına gelebilecek bir düşünce.”
“Ben bir tarihçi sayılmam,” dedi Claire Randall. “Diğer bir taraftan bakacak olursak, birisiyle yaşadığın zaman tuhaf düşüncelerini de kapıyorsun.”
“Tabii ki.” Birden Roger’ın aklına bir şey geldi ve koltuğundan kalktı. “Gittikçe kötü bir ev sahibi oluyorum. Lütfen izin verin de size içecek bir şeyler getireyim, hem siz de bu konu hakkında bana biraz daha bilgi verirsiniz. Belki kendim de yardımcı olabilirim.”
Ortalığın karışık olmasına rağmen Roger sürahinin nerede olduğunu biliyordu ve misafirlerine viski sunmuştu. Brianna’nınkine biraz fazla soda koymuştu. Kızın, sanki bardağın içinde en iyi Glenfiddich maltı değil karınca zehri varmış gibi içkisini yudumlaması gözünden kaçmamıştı. Teklif karşısında viskiyi sek içen Claire ise bu durumdan daha hoşnut kalmışa benziyordu.
“Şey.” Roger yerine oturmuş ve kâğıtları yeniden eline almıştı. “Tarihi dönemleri araştırmak ilginç olabilir. Bu adamların aynı mahalleden olduklarını mı söylüyorsun? Bence tek ya da yedi farklı soydan geliyorlar çünkü Fraser adında birçok insan gördüm.”
Claire onaylarcasına kafasını sallamıştı, elleri kucağındaydı. “Aynı malikâneden geliyorlar. Broch Tuarach adında küçük bir Kuzey İskoçyalı çiftliği. Daha çok Lallybroch olarak biliniyor. Bir reis olarak Lord Lovat’a sadık olmamalarına rağmen Fraser soyunun bir bölümünü oluşturuyorlar. Bu adamlar ayaklanmaya çok önceden katılmışlar. Culloden’dan önce Lovat’ın adamları gelmezken bu adamlar Prestonpan Savaşı’nda çarpışmışlardı.”
“Gerçekten mi? Bu çok ilginç.” On sekizinci yüzyıl şartlarında küçük kiracı çiftçiler genelde yaşadıkları yerde ölüyorlar ve köy kilisesine kaydediliyorlardı, düzenli olarak da mahalle kilisesinde kayıtları oluyordu. Ama 1745’de Süslü Prens Charlie’nin İskoçya tahtını yeniden kazanma girişimi o dönemin bütün normal düzenini mahvetmişti.
Culloden felaketinden sonra gelen kıtlık birçok Kuzey İskoçyalının Yeni Dünya’ya göç etmesine sebep olmuştu. Diğerleri de iş ve yiyecek aramak için küçük vadilere ya da şehir yakınlarındaki arazilere sürüklenmişti. Birkaçı inatla, topraklarını ve geleneklerini sürdürmek için kalmıştı.
“Bu harika bir çalışma olabilir,” dedi Roger, yüksek sesle düşünüyordu. “Çoğu işçinin yazgısını incele ve onlara ne olduğunu gör. Eğer hepsi Culloden’da öldüyse durumun ilginçliği azalır ama şanslı olanlar açığa çıkacaktır.” Eğer soran Claire Randall olmasaydı Roger iyi bir mola vermek için bu projede yer alırdı.
“Evet, sanırım bu konuda sana yardımcı olabilirim,” dedi. Onun sıcak gülüşü adamı memnun etmişti.
“Gerçekten mi? Bu harika!”
“Büyük bir zevkle,” diye karşılık verdi Roger. Kâğıtları katladı ve masanın üstüne koydu. “Hemen bu konuyla ilgileneceğim. Ama önce yolculuğunuzun nasıl geçtiğini anlatın.”
Konuşma genel bir hale dönüşmüştü. Randallar Londra’dan buraya kadar olan gezi hikâyelerini anlatarak Roger’ı eğlendiriyorlardı. Roger’ın dikkati ise başka yöne kaymıştı çünkü bir an önce bu proje için bir araştırma planı başlatmak istiyordu. Aslında bu görevi üstlenmekle kendini suçlu hissetmişti çünkü hiç zamanı yoktu. Diğer yandan ise bu ilginç bir konuydu. Ayrıca saygıdeğer papazın dokümanlarını temizleme ihtiyacıyla da bu işi birleştirmek mümkündü. Garajda kırk sekiz tane kutu olduğunu biliyordu; sınıflandırılmış James yanlıları ve dahası. Bu düşünce bile onun içini sıkmaya yetmişti.
Ani bir irkilmeyle aklını garajdan alıp konuşmayı yakalamak için konuyu değiştirerek araya girdi.
“Druidler mi?” Roger kendini sersem gibi hissediyordu. Bardağının içine dikkatlice baktı, gerçekten de soda ekleyip eklemediğini kontrol etmek istiyordu.
“Onları duymamış mıydın?” Claire hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. “Baban – saygıdeğer papaz – onları tanıyordu. Ama belki de sana anlatacak kadar önemli bulmamıştır. Bir çeşit şaka olarak düşünmüş olabilir.”
Roger kafasını kaşıyınca koyu siyah saçları iyice kabardı. “Hayır, gerçekten hatırlamıyorum. Ama haklısın, herhalde önemli bir şey olduğunu düşünmemiştir.”
“Şey, bunun ne olduğunu bilmiyorum.” Bacak bacak üstüne attı. Güneş ışığı, çoraplarının üzerinde çizgiler halinde parıldıyor, altındaki uzun kemiğin zarafetini vurguluyordu.
“En son Frank ile birlikte buraya geldiğim zaman… Tanrım tam yirmi üç sene önceydi! Saygıdeğer papaz herkesin bildiği yerel bir gruptan bahsetmişti, modern Druidler, sanırım isimleri buydu. Onların ne kadar gerçek olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, hatta hiç.” Brianna öne doğru eğildi. Konu ilgisini çekmiş, ellerinin arasındaki viski bardağını unutmuştu.
“Saygıdeğer papaz onları, yani paganizmi yasal olarak dikkate almamıştı, bilirsin. Ama onun kâhyası Bayan Graham bu grubun içindeydi, böylece an be an onların ne yaptıklarından haberdar oluyordu ve Frank’e mayısın ilk gününün şafağında bir çeşit ayin yapılacağını söylemişti.”
Roger kafasını salladı. Yaşlı Bayan Graham’ı bu olaya uydurmaya çalışıyordu. Aslında oldukça uygun bir insandı; pagan ayinlerini yapıp şafakta taş halkalar etrafında dans ediyor olabilirdi. Onun bu Druid ayinlerinden hatırladığı tek şey içlerinden bazılarının örgü kafeslerde yakılarak kurban edildiğiydi. Bu İskoçyalı Presbiteryan leydisine uymayan bir davranıştı.
“Tepenin başında taşlardan bir halka vardı. Biz de onlara casusluk etmek için şafaktan önce oraya gitmiştik.” Claire devam ediyordu, özür dilercesine omuz silkti. “Âlimlerin nasıl olduklarını bilirsin, söz konusu kendi yerleri olunca vicdanlarını dinlemez, sosyal duyarlılığı bırakırlar.” Roger irkilmişti ama yine de onu onaylar bir şekilde kafasını salladı.
“Ve onlar oradaydı,” diye devam etti. “Bayan Graham da katılmıştı. Çarşaf giymişlerdi. Monoton bir melodiyle bir şeyler söyleyip taş halkanın ortasında dans ediyorlardı. Frank büyülenmişti.” Yüzünde bir gülümseme oluştu. “Çok etkileyiciydi, ben bile etkilenmiştim.”
Claire bir an için durakladı ve Roger’ı süzdü.
“Bayan Graham’ın birkaç sene önce vefat ettiğini duydum. Ama merak ettiğim bir şey var… Onun bir ailesinin olduğunu biliyor musun? Bu tarz grup üyelerinin geriye miras bıraktığına inanıyorum. Belki bana bunlardan bahsedecek bir kızı ya da torunu vardır.”
“Şey,” diye söze başladı Roger, “bir kız torunu var. Adı Fiona, Fiona Graham. Aslında büyükannesi öldükten sonra buraya, papaz evine yardıma gelmişti. Saygıdeğer papaz kendi başının çaresine bakamayacak kadar yaşlanmıştı.”
Bir çarşaf içinde dans eden Bayan Graham’ın yerini alabilecek biri varsa o da eski mistik bilginin gardiyanı olan on dokuz yaşındaki Fiona olabilir, diye düşündü Roger ve cesaretini toplayıp devam etti.
“Korkarım şimdi burada değil ama sizin için sorarım.”
Claire boş ver dercesine elini salladı. “Dert etme. Başka zaman yaparsın. Yeterince vaktini aldık zaten.”
Claire, Roger’ın korktuğu gibi, boş bardağını koltukların arasında duran masaya koymuştu. Brianna da neşeyle kendi dolu bardağını onun yanına koydu. Roger Brianna’nın tırnaklarını yediğini fark etti. Bu küçük kusur onun sinirlerinin harekete geçmesini sağlamıştı. Roger’ın ilgisini çekmişti ve onun gitmesini istemiyordu, içinde onu yeniden göreceğine dair bir rahatlama hissi yoktu.
“Taş halkalardan bahsediyorduk,” dedi çabucak. “Bahsettiğin şeyi bildiğimi düşünüyorum. Güzel manzaralı ve kasabadan da o kadar uzakta değil.” Brianna Randall gülümseyince, Roger onun elmacık kemiğinin üzerinde üç tane ben olduğunu fark etti. “Sanırım bu projeye Broch Tuarach’a giderek başlayabilirim. O da taş halkanın olduğu yönde, böylece belki… Aaaaaaa!”
Büyük hantal çantasını aniden çeken Claire Randall masadaki iki viski bardağına çarpmış, malt viski ve soda Roger’ın kucağına dökülmüştü.
“Gerçekten çok üzgünüm,” diye özür diledi, utancından kızardığı açıkça belli oluyordu. Yere eğilip kırılan kristalin parçalarını toplamaya başlayınca Roger onu durdurmaya çalıştı.
Brianna büfeden peçete aldı ve yardım için hemen yanına koştu, bir yandan da söyleniyordu. “Anne gerçekten seni nasıl ameliyata sokuyorlar bilmiyorum. Ekmek kutusundan küçük şeyler konusunda bile hiç güven vermiyorsun. Bak ayakkabısını ne hale getirdin!” Yere eğilip kazara dökülen İskoç viskisini temizlemeye ve yere dökülen parçaları toplamaya başladı. “Ve pantolonunu da.”
Peçetelikten yeni bir peçete alıp Roger’ın ayakkabılarını parlattı ve daha sonra başını kaldırıp Roger’ın hafifçe nemli olan yerlerine dokundu. Roger gözlerini yumdu ve telaşla motor yolunda olan korkunç bir araba kazasını, Britanya milli vergi dairesini ve evrendeki herhangi bir canlıyı düşündü. Kendini rezil edecek bir durumdan kurtarmaya çalışıyordu çünkü Brianna Randall’ın sıcak nefesi ıslak pantolon kumaşından içeriye doğru süzülüyordu.
“Hımm, belki gerisini kendin yapmak istersin?” Ses burun hizasında bir yerlerden geliyordu, gözlerini açtı ve bir çift koyu mavi gözün büyük bir gülümsemeyle ona baktığını gördü. Brianna’nın ona uzattığı peçeteyi güçlükle alabilmişti, sanki bir tren tarafından kovalanmış gibi nefes alıyordu.
Pantolonunu fırçalamak için başını öne eğdiğinde Claire Randall’ın sempati ve şaşkınlıkla onu izleyen gözleriyle karşılaşmıştı. İfadesinden başka bir şey anlayamıyordu. Gözlerinde afet öncesi parıldamayı gördüğünü düşünmüştü. Onun kadar utanmış olmalıydı, belki de bu sadece onun hayal gücüydü.
“Ne zamandan beri Druidlerle ilgileniyorsun anne?” dedi Brianna neşeli bir ses tonuyla. Roger Wakefield ile sohbet ederken onun yanaklarını ısırdığını fark etmiştim ama o zaman sakladığı parıltı şimdi yüzünde açıkça belli oluyordu. “Kendi çarşafını giyip onlara katılacak mısın?”
“Her perşembe hastanedeki grup toplantısına katılmaktansa böyle bir gruba bağlı olmak daha eğlenceli olur,” dedim. “Tabii biraz daha soğuk.” Brianna kahkahalara boğulunca, o sırada önümüzden geçmekte olan iki genç kız birden irkildiler.
“Hayır,” dedim ciddi bir tavır takınarak. “O Druid leydisi değil. Eğer yapabilirsem İskoçya’da bulmayı istediğim, tanıdığım biri var. Elimde adresi yok. Haber almayalı yirmi yıldan fazla oldu. Büyücülük, batıl inançlar, halk efsaneleri ve bunun gibi tuhaf şeylerle ilgilenirdi. O zamanlar buraya yakın bir yerde oturuyordu. Eğer hâlâ buradaysa bunun gibi bir gruba katıldığını düşünüyorum.”
“Adı ne?”
Kafamı salladım ve buklelerimden kayan açılmış tokamı tutmaya çalıştım. Toka parmaklarımın arasından kaydı ve yolun üzerindeki çimlerin arasına düştü.
“Kahretsin!” dedim ve tokayı almak için yere eğildim. Sık çimlerin arasında tokamı ararken ellerim titriyor, tokayı bulmak da zorluk çekiyordum. Nemden dolayı çimler ıslaktı. Geillis Duncan’ın düşüncesi bile sinirlerimin bozulmasına yetmişti.
“Bilmiyorum,” dedim buklelerimi fırçalarken. “Yani demek istediğim uzun zaman oldu, eminin şu an farklı bir adı vardır. Duldu. Belki yeniden evlenmiştir ya da kızlık soyadını kullanıyordur.”
Brianna konuşmaya olan ilgisini kaybetti ve sessizce yürümeye başladı. Sonra birden, “Anne, Roger Wakefield hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Ona bakıyordum; yanakları kızarmıştı ama belki bu ilkbahar rüzgârından da olabilirdi.
“Çok hoş bir adama benziyor,” dedim neşeyle. “Kesinlikle çok da zeki. Oxford’daki en genç profesörlerden biri.” Zeki olduğunu biliyordum. Hiç hayal kuruyor mudur diye merak etmiştim. Bu gibi bilimsel işlerle uğraşan kişiler hayal kurmazdı. Gerçi hayal kurmak yararlı olabilirdi.
“Harika gözleri var,” dedi Brianna. “Sen hiç öyle yeşil göz gördün mü?”
“Evet, çok dikkat çekici gözleri var,” dedim onun düşüncesine katıldığımı belli ederek. “Gözleri hep öyleydi. Daha o çocukken, onunla ilk tanıştığımda bunu fark ettiğimi hatırlıyorum.”
Brianna kaşlarını çatmış bana bakıyordu.
“Anne! Kapıyı açtığında ‘Roger ne kadar büyümüşsün’ demek zorunda mıydın? Ne kadar utanç verici!”
Güldüm.
“Hımm, en son gördüğünde biri dizlerinin dibinde dolaşıp duruyorsa ve daha sonra onu sana tepeden bakarken buluyorsan, kendini değişikliği belirtmekten alıkoyamıyorsun,” diye savundum kendimi.
“Anne!” diye bağırdı. Bir yandan da kahkahalarla gülüyordu.
“Ayrıca çok da güzel kalçaları var,” diye ekledim. O gülmeye devam ediyordu. “Viski almaya gittiği zaman fark ettim.”
“Anne! Biri duyacak!”
Neredeyse otobüs durağına varmıştık. Durakta bekleyen üç kadın ve yaşlı bir centilmen gözlerini dikmiş bize bakıyorlardı.
“Burası Göl Turu yapan otobüsün geçtiği durak mı?” diye sordum, bir yandan durakta asılı olan ilan ve reklamları incelerken.
“Ah, evet,” dedi bayanlardan biri kibarca. “Otobüs yaklaşık on dakika içinde gelecek.” Bir yandan, mavi kotu ve beyaz yağmurluğuyla Amerikalı olduğunu açıkça belli eden Brianna’yı inceliyordu.
“Ness Gölü’nü görmeye mi gideceksiniz? Herhalde ilk kez gideceksiniz, değil mi?”
Bayana gülümsedim. “Yirmi sene önce eşimle birlikte gölde gezinti yapmıştım ama kızımın İskoçya’ya ilk gelişi.”
“Ah, öyle mi?” Bu diğer bayanların da ilgisini çekmişti. Etrafımıza toplandılar. Birden dost canlısı kesildiler ve büyük sarı otobüs köşeden görünene kadar bize tavsiye verip çeşitli sorular sordular.
Brianna basamaklardan çıkmadan önce durakladı. Çam ağcıyla çevrili mavi renkli göle doğru dalgalanan yeşil serpantin çizimine hayran kalmıştı.
“Bu eğlenceli olacak,” dedi, gülümsüyordu. “Bir de canavar gördüğümüzü düşünsene!”
“Ne olacağını asla bilemezsin,” dedim.
Roger günün geri kalan kısmını dalgın bir halde geçirmişti, öylece bir işten diğerine atlayıp duruyordu. Antikaları Koruma Derneği’ne bağışlanması için hazırlanmış olan kitaplar kutularından çıkmış, darmadağın bir şekilde yerde duruyorlardı, Papaz Efendinin eski yük kamyonu sürüşe hazırdı.
Papaz Efendi’nin çalışmalarını kökünden temizlemesi gerektiğini biliyordu. Bu iş adeta kocaman bir yığındı. Önemli olan bu yığından hangilerini kendine ayırması, hangilerini Antikaları Koruma Derneği’ne ya da Papaz Efendi’nin eski kolej kütüphanesine yollaması gerektiğine karar vermekti. Er ya da geç her gözü ağzına kadar kâğıtlarla dolmuş büyük masayı düzenleyecekti. Ve odanın bir köşesinde duvara dekore edilmiş bir şekilde duran seyyar dolabın düzenlemesini de yapmak zorundaydı. Bu can sıkan işe başlamasının dışında Roger’ı engelleyen başka bir şey daha vardı. Her ne kadar gerekli de olsa o bu işleri yapmak istemiyordu. Sadece Claire’in projesi üzerinde çalışmak, Culloden’daki klan üyelerinin izlerini takip etmek istiyordu.
Küçük bir araştırma projesi olmasına rağmen yeteri kadar ilginç bir projeydi. Ama aslında böyle değildi. Hayır, diye düşündü. Dürüst olmak gerekirse, Roger Claire Randall’ın projesini ele almak istiyordu çünkü bir an önce Bayan Thomas’ın pansiyonuna gidip bütün sonuçları Brianna Randall’ın ayaklarının altına sermek istiyordu, tıpkı bir şövalyenin ejderhanın başında yaptığı gibi. Eğer yeterli derecede sonuç elde edemezse, onu yeniden görmek ve onunla yeniden konuşmak için bazı bahaneler bulmak zorunda kalacaktı.
Roger Brianna’nın ona Bronzino resmini hatırlattığına karar vermişti. O ve annesi onda tuhaf bir izlenim bırakmışlardı. Her ne kadar onu hak etmeseler de geçmişlerinden ayrı tuttukları parlak ve hassas detayları vardı. Brianna parlak renklere hâkimdi ve Bronzino’nun tablosundaki çocuk bakıcısının onu gözleriyle takip etmesini sağlıyordu. Roger hiç viski bardağına çizilen bir Bronzino resmi görmemişti ama eğer böyle bir şey olsaydı bu kesinlikle Brianna Randall gibi olurdu.
“Ah, lanet olsun,” dedi yüksek sesle. “Yarın Culloden evindeki kayıtlara bakmak o kadar uzun sürmeyecektir, değil mi?” dedi, masayla konuşuyordu. “Sen bir gün daha bekleyebilirsin. Zaten bekleyeceksin.” Şimdi de duvarla konuşuyordu ve sonra ona meydan okurcasına raftan bir tane roman çaldı. Öfkeli gözlerle etrafına bakınıyordu, hiçbir mobilya ona itiraz edemezdi, hiç çıt çıkmıyordu ama elektrik sobası vızıldıyordu. Roger sobayı ve hızla ışığı da kapatarak odadan ayrıldı.
Bir dakika sonra geri geldi ve odanın karanlığına dalmış bir halde masanın üstündeki isim listesini aldı.
“Ah lanet olsun,” dedi, listeyi gömleğinin cebine yerleştirirken. “Sabah bu lanet olası şeyi unutmamalıyım.” Daha sonra kalbinin üstündeki kâğıtların yumuşak hışırtısını hissederek yatağına gitti.
Ness Gölü’nden döndüğümüzde hava rüzgârlı ve yağmurluydu, kendimizi kaldığımız pansiyonun sıcak akşam yemeğine ve salondaki ateşe bırakıvermiştik. Brianna yağda pişmiş yumurtayı yedikten sonra esnemeye başlamıştı. Bir süre sonra odaya gidip duş alacağını söyleyerek izin istedi. Ben alt katta biraz daha kalıp pansiyon sahibi Bayan Thomas’la sohbet etmiştim. Odaya çıkıp duş alıp geceliğimi giymeden önce saat neredeyse ondu.
Brianna erken yatar ve erken kalkardı. Odamıza çıktığımda beni yumuşak nefesi karşılamıştı. Erken yatan uykucu aynı zamanda sesli bir uykucuydu. Odada dikkatlice hareket ediyordum, kıyafetlerimi çıkarıp katlamış, kenara koymuştum ama küçük de olsa onu uyandırma gibi bir tehlike vardı. Ben işlerimi hallederken ev gayet sessizdi, bu yüzden hareketlerimin olduğundan daha çok ses çıkardığını biliyordum.
Yanıma Frank’in birkaç kitabını almıştım, Inverness kütüphanesine bağışlayacağım kitaplar da vardı. Kitaplar bavulumun en altındaydı, üstteki eşyalarım ezilmesin diye oraya yerleştirmiştim. Kitapları bavuldan tek tek alıp yatağın üzerine koydum. Beş ciltlik seri, kuşe kâğıdına basılmıştı ve parlak kapakları vardı. Güzel, önemli kitaplardı. Her biri beş ya da altı yüz sayfalıktı.
Eşimin toplu eserlerinin içinde birçok açıklama bulunuyordu. Kitapların kapaklarında, hayranlık gösteren eleştiriler yer alıyordu. Ayrıca tarih konusunda uzman olan birçok kişinin yorumları da eserleri süslüyordu. Fena değil, diye düşünmüştüm. Başarı takdir edilmeliydi. Kısa, itibarlı ve otoriter.
Sabah onları unutmayayım diye çantamın yanındaki masaya dizmiştim. Her cildin başlığı tabii ki de farklıydı, bu yüzden “Frank W. Randall” ile biten yazıya göre üst üste dizmiştim. Yatağımın yanındaki küçük zayıf ışıklı gece lambasının altında mücevher gibi parlıyorlardı.
Pansiyon sessizdi. Yılın bu zamanlarında misafir için erken bir zamandı bu yüzden diğerleri çoktan uykularına dalmışlardı. Brianna uyurken hafif sesler çıkarıyordu, yatakta yuvarlandığı için kızıl saçlarının bir kısmı yüzünü örtmüştü. Uzun çıplak ayağı battaniyenin dışına çıkmıştı, yavaşça üzerine örttüm.
Uyuyan bir çocuğa dokunma hissinin verdiği huzur hiçbir zaman geçmez, her ne kadar bu çocuk artık annesinden uzun olsa da. Yüzündeki saçı geriye itip alnını okşadım. Ben bunu yapınca uykusunda gülümsedi ama bu hoşnutluğun verdiği tepkisi hemen yok oldu. Onu izlemekten kolay kolay vazgeçemiyordum, daha önceleri de yaptığım gibi eğilip kulağına şöyle fısıldadım: “Tanrım, ona ne kadar benziyorsun.”
Yutkundum – artık bu acıya alışmıştım – ve sandalyeden geceliğimi alıp giyindim. Nisan ayında Kuzey İskoçya oldukça soğuk bir gece geçiriyordu henüz yatağımın sıcak mabetine sığınmaya hazır değildim.
Pansiyoncu kadına ateşin yanık kalmasında bir sakınca olup olmayacağını sormuş ve ayrılmadan önce, masrafı ne kadarsa ödeyeceğimin garantisini vermiştim. Kapıyı yavaşça kapatırken onun uzun bacaklarının sıçramasını ve tekrar mavi battaniyenin üzerine düşmesini izledim.
“Fena değil,” diye fısıldadım karanlık koridora doğru. “Belki öyle kısa değil ama aşırı otoriter.”
Küçük salon karanlık ve sıcaktı, ateş parlak alevler saçıyordu. Ateşin önüne küçük bir koltuk çekip ayaklarımı paravanaya dayadım. Modern hayatın bütün seslerini duyabiliyordum; giriş kattaki buzdolabının vızıldamasını, gereğinden fazla ısıtan merkezi ısıtmanın sesini, dışarıda aceleyle giden arabanın geçişini.
Ama her şeyin altında İskoçya’nın derin sessizliği yatıyordu. Onu hissetmek için öylece oturmuştum. Bu duyguyu hissetmeyeli yirmi sene olmuştu ama karanlığın sakinleştirici gücü hâlâ oradaydı, dağların arasında özenle kollarını açmıştı.
Elbisemin cebine uzanıp Roger Wakefield’e bir kopyasını verdiğim kâğıdı aldım. Ateş ışığında okuyamayacak kadar karanlıktı ama isimleri görmeme gerek yoktu. İpekle örtülmüş dizimin üzerindeki kâğıdı açtım, okunamayan yazılara kör bir insan edasıyla bakıyordum. Her satırın üstünde parmaklarımı gezdiriyor, dua eder gibi kendi kendime isimleri fısıldıyordum. O isimler bu soğuk ilkbahar gecesine benden daha fazla aittiler. Daha sonra dışarıdaki karanlığın gelip içimdeki boşluğu doldurmasına izin verircesine alevlere bakmaya devam ettim.
Ve onları çağırırcasına isimlerini söylemeye başladım, onların bekledikleri boş karanlığı geçmiş, ilk basamağa ulaşmıştım.
2
Entrikalar Artıyor
Roger ertesi sabah yirmi sayfalık kâğıtlarla Culloden evinden ayrılmıştı, içindeki kafa karışıklığı git gide daha da artıyordu. İlk bakışta çok basit gibi görünen bu tarihi araştırmanın tuhaf bir tutarlılığı vardı, hiç hata yoktu.
Claire Randall’ın listesinde bulunan Culloden da ölen kişilerden sadece üçünü bulabilmişti. Bu kendi içinde önemli bir şey değildi. Charles Stuart’ın ordusunun kayıtları neredeyse hiç uyumlu değildi çünkü bazı klan üyeleri meraktan Süslü Prens’in tarafına geçmişlerdi ve birçoğu da sebepsiz yere orduyu bırakmıştı, yasal bilgi pek yoktu. Kuzey İskoçya ordusunun kayıtları gelişigüzel yazılmış ve sonlara doğru tamamen dağılmıştı. Ücretle ilgili çok az bilgi vardı.
İnce uzun resmi dikkatlice katlayıp başını çarpmamaya dikkat ederek eski model arabasına atladı. Kolunun altındaki kâğıt tomarını açtı ve fotokopisini çektiği kâğıtlara hiddetli bir şekilde baktı. Tuhaf olan, Claire’in listesinde olan isimlerin neredeyse çoğunun başka bir ordunun listesinde bulunmasıydı.
Yaklaşan felaketin büyüklüğünü fark ettiklerinde insanlar kaçmışlardı, hiçbir şey tuhaf değildi. Hayır, bunu anlaşılmaz kılan şey Claire’in listesindeki isimleri göstermesi ve Lovat alayı altında olması, Simon Fraser ve Lord Lovat tarafından Stuartlara maddi destek sözü verilerek mücadeleye sonradan gönderilmesiydi.
Ama Claire kesinlikle – orijinal kâğıtların bunu doğruladığına bakılırsa – buradaki adamların hepsinin Broch Tuarach adındaki malikâneden olduklarını söylemişti. Aslında MacKenzie klan topraklarının sınırı Fraser topraklarının güney ve batı sınırındaydı. Ayrıca bu adamların mücadelenin başlamasına yakın meydana gelen Prestonpan Savaşı’ndan beri Kuzey İskoçya ordusunda bulunduklarını da söylemişti.
Roger kafasını iki yana salladı. Bu akıllıca değildi. Belli ki Claire zamanları karıştırmıştı – zaten kendisi de bir tarihçi olmadığını belirtmişti. Ama yerden emin miydi? Ve Fraser beyine bağlılıklarına dair ant içmemiş Broch Tuarach malikânesindeki bu insanlar nasıl oluyordu da Simon Fraser’ın emrinde oluyorlardı? Doğru, Lord Lovat “Eski Kurt” olarak bilinirdi ve bu iyi bir nedendi ama Roger bu eski kontun böyle bir şey için etkili bir kurnazlığa sahip olmasından şüphe duyuyordu.
Roger kendine kızıyordu, arabayı çalıştırıp otoparkın dışına çıktı. Culloden Evi’ndeki arşivler tam değildi, çoğu Lord George Murray’in mektuplarını, maddi problemlerini içeren, turistler için müzede sergilenecek olan şeylerle ilgiliydi. Roger’ın bundan daha fazlasına ihtiyacı vardı.
“Dayan dostum,” dedi kendi kendine. Dönerken gözlerini kısarak dikiz aynasına baktı. “Culloden’da ölmeyen birine ne olduğunu bulmakla görevlendirildin. Savaştan tek parça halinde ayrıldıklarında oraya nasıl vardıkları önemli mi?”
Ama bu düşünceden bir türlü uzaklaşamıyordu. Ne kadar tuhaf bir durumdu. İsimler çok kullanıldığı için iyice karışmıştı, özellikle Kuzey İskoçya’da, nüfusun yarısında “Alexander” ismine rastlamak mümkündü. Sonuç olarak insanlar adet olduğu üzere yaşadıklara yere, soylarına ya da soyadlarına göre tanınıyorlardı. James yanlısı beylerinden biri “Lochiel” idi, aslında Lochiel’dan Donald Cameron ve böylece Donald adlı diğerlerinden ayırt edilebiliyordu.
Donald ya da Alec adı taşımayan bütün Kuzey İskoçyalı Beyler John adını alırlardı. Ölü listesinde bulduğu bu üç isim Claire’in listesine uyum sağlıyordu. Biri Donald Murray, diğeri Alexander MacKenzie Fraser ve sonuncusu da John Graham Fraser. Hiçbirinde yer adı yoktu, sadece adları ve ait oldukları alay adları yazıyordu. Lovat komutasındaki alay ve Fraser alayı.
Ama yer ismi olmadan Roger bu isimlerin Claire’in listesindekilerle aynı olup olmadığından emin olamıyordu. Ölü listesinde en azından altı tane John Fraser vardı ve bu bile tam değildi. İngilizler derlenen kayıtların tamlığına ya da doğruluğuna özen göstermemişlerdi, boy beyleri tarafından sadece eve gelmeyenler hesaplanmıştı. Çoğunlukla beyler eve gitmiyordu çünkü bu durum sorun yaratabiliyordu.
Roger sinirle saçlarını karıştırmaya başladı, başına yaptığı masaj beynini rahatlatıyordu. Eğer bu üç isim aynı kişiye ait değilse, gizem iyice artacaktı. Charles Stuart’ın ordusunun yarısı Culloden’da katledilmişti. Ve Lovat’ın bir sürü adamı vardı. Böyle bir durumda otuz kişilik bir grubun kurban vermeden kurtulması inanılmazdı. Lovat’ın adamlarının efendisi ayaklanmaya geç gelmişti. Aynı fikre sahip olan diğer alaylarda firar yaygınken, Fraserlar sadık kalmış ve sonunda da acı çekmişlerdi.
Arkasından gelen korna sesi Roger’ın ürkmesine sebep oldu ve büyük kızgın kamyonun yanından geçmesine izin verdi. Aynı anda hem düşünmenin hem de araba kullanmanın uygun bir davranış olmadığına karar vermişti. Eğer böyle giderse, taş bir duvarın altında ezilecekti.
Bir dakika öylece kaldı, iyice düşünmek istiyordu. Böyle bir durumda Bayan Thomas’ın pansiyonuna gidip, Claire’e ne bulduğunu anlatması gerekirdi. Eğer giderse bu fikrin cazibesini arttıran Brianna Randall’ı görme ihtimali de vardı.
Diğer bir yandan, onun tarihi içgüdüleri daha fazla bilgi için yanıp tutuşuyordu. Ve Claire’in bunu sağlayacak doğru kişi olduğundan da emin değildi. Claire’in niçin ona bu projede bir komisyon sağlaması gerektiğini de anlayamıyordu ve aynı zamanda ona eksik bilgi vermesi de bu durumla çatışıyordu. Bu akıllıca değildi ve Claire Randall onun fazlasıyla akıllı biri olduğunu biliyordu.
Hâlâ üzerine dökülen viskiyi düşünüyordu. O anı hatırladıkça yanakları gitgide kızarıyordu. Claire bu işi bir amaç uğruna yapıyordu ve bu konuda kararlı görünüyordu, eşek şakası yapıyor gibi görünmüyordu. Roger kendini, Claire’in bunu Brianna’yı da Broch Tuarach’a davet etmemesi için yaptığına inandırmak istiyordu. Claire bunu Roger’ı o yerden uzakta tutmak için mi yapmıştı yoksa Brianna’yı da oraya götürmesini engellemek için mi? Claire’in kendi öz kızından bir şeyler sakladığını düşünüyordu ama bunun ne olduğunu tahmin edemiyordu. Bu olayın onunla ne bağlantısı olduğunu anlamakta zorluk çekiyordu.
Eğer iki şey olmasaydı bu işi bırakırdı. Biri Brianna, diğeri ise engelleyemediği meraktı. Neler olacağını merak ediyordu ve bunu bulmaya da niyetliydi.
Yumruklarını sıkıp direksiyona dayadı. Düşünüyor, trafiğin yoğunluğunu önemsemiyordu. En azından artık karar vermişti, motoru yeniden çalıştırdı ve yola çıktı. Inverness merkezine doğru yola koyuldu, tren istasyonuna gidiyordu.
Scotsman uçuşu onu üç saatte Edinburgh’e götürürdü. Stuart’ın yardımcı papazı, Papaz Efendi’nin yakın bir arkadaşıydı. Bununla başlayarak bir ipucu bulabilirdi. Her şey bir bulmaca gibiydi. Lovat’ın alayındaki isimler, bu otuz kişinin Broch Tuarach, Kaptan James Fraser kumandası altında olduğunu gösteriyordu. Bu adam Broch Tuarach ve Lovatlı Fraser arasındaki tek ve açık bağlantıydı. Roger, James Fraser’ın niçin Claire’in listesinde olmadığını merak ediyordu.
Güneş doğmuştu. Bu nisan ayı için nadir rastlanan bir olaydı, Roger parlak esintiyi hissedebilmek için camı neredeyse sonuna kadar açmıştı.
Bütün gece Edinburgh’da kalmak zorunda kalmış, ertesi gün de geç gelmişti. Uzun tren yolculuğu onu yormuştu. Çok az yemek yiyebilmişti ve ateşli güzel Fiona Roger yatağa gitmeden önce ona bir şeyler hazırlamakta ısrar etmişti. Ama bugün Roger enerjisini toplamıştı ve kararlıydı, küçük Broch Mordha köyüne, Broch Tuarach adındaki malikâneye gidiyordu. Annesi Brianna Randall’ın Broch Tuarach’a gitmesini istemiyor olabilirdi ama onun oraya gitmesini engelleyecek hiçbir şey yoktu.
Roger, Broch Tuarach’ı bulmuştu ya da en azından o öyle sanıyordu. Kocaman taş yığınları vardı, etrafı hem yaşamak hem de korunmak için kullanılan eski kule kalıntılarıyla çevriliydi. “Kuzey kulesi” anlamına gelen Gaelic’i biliyordu ve böyle bir kulenin neden bu adı aldığını da merak ediyordu.
Malikânenin büyük bir kısmı ayakta kalmış olmasına rağmen aşınmıştı. Malikânenin amblemi okunmaz hale gelmişti. Kapı avlusuna bir kazık dikilmişti. Roger evin üstündeki yokuşta duruyor ve evin etrafına bakınıyordu. İlk bakışta, Claire’in kızının buraya gelmesini engelleyecek bir şey görememişti.
Kapı avlusuna park ettiği arabasından indi. Güzel bir manzarası vardı ama çok uzaktaydı. Buraya gelmesi yaklaşık kırk beş dakikasını almıştı ve ana yoldan şehir yoluna geçtiğinde dikkatli manevralar yapması gerekmişti. Neyse ki arabanın yağ deposunu kırmadan gelebilmişti…
Evin içine girmedi. Terk edilmiş olduğu açıkça belliydi ve belki de tehlikeli bir durum yoktu. Fraser adı birçok yerde kazılıydı, aynı zamanda aile mezarlığı olduğu belli olan küçük mezar taşları da bu adla süslenmişti, okunabiliyordu. Bunu anlamak için büyük bir çaba sarf etmesine gerek yoktu, düşünmesi yeterdi. Bu taşların hiçbirinde listede bulunan isimler kazılı değildi. Bir süre daha yürümek zorunda kalmıştı. AA haritasına göre Broch Mhorda köyü üç mil ötedeydi.
Korktuğu başına gelmişti. Küçük köy kilisesi işlevini kaybetmiş ve yıllar önce kapatılmıştı. Kapıya ısrarla vurması, kendisine boş bakışların yöneltilmesine sebep olmuştu. Sonunda yaşlı bir çiftçiden bazı bilgiler aldı. Eski mahalle kayıtları Fort William’daki müzeye ya da Inverness’e gönderilmiş olabilirdi, böyle ıvır zıvırlarla ilgilenen bir başkan vardı.
Yorgun ve susamıştı ama cesaretini kaybetmemişti. Roger arabasına yeniden atladı ve aynı sırada olan köy birahanesine sığındı. Bu bir yenilgi belirtisiydi ve genelde o bunu yapardı. Bir bira içti, belki iki. Fevkalade sıcak bir gündü.
Şimdi de, acaba aradığı kayıtlar Papaz Efendi’nin arşivinde var mıdır diye düşünüyordu. Bu, bir genç kızı etkilemek için vahşi bir ceylanı kovalamaya benziyordu. Bu yüzden kendi işini ihmal ediyordu. Edinburgh seyahatinden edindiği bilgiler Culloden Evi’nden elde ettiği üç isimden daha azdı. Üç isim de farklı alaylardan geliyordu ve Broch Tuarach grubuna ait değillerdi.
Stuart Papers’ın üç tane odası vardı. Müzenin bodrum katında tahmin edilemeyecek kadar çok dosya vardı ve neredeyse hiç çalışma yapamamıştı. Culloden Evi’nde gördüğü iki ücret bordrosunu bulmuştu. Eski Kurt’un oğlu komutası altında olan alayın bir kısmına katılan kişiler listelenmişti. Eski Kurt’un oğlu Genç Simon olmalıydı. Piç kurusu oyunu bölmüş, diye düşünüyordu Roger. Stuartlara karşı savaşan tarafa mirasını göndermiş ve böylece kendisi de evde oturmuştu. Zaten Kral Geordie’ye sadık olduğunu da devamlı ilan ediyordu. Tam da ona yakışan bir şeydi.
Bu liste Genç Simon Fraser’ın kumandan olduğunu gösteriyordu, James Fraser’ın adı ima bile edilmiyordu. Birçok alay raporunda ve diğer dökümanlarda da durum böyleydi. Eğer aynı adam olsaydı, mücadelede bizzat kendi bulunurdu. “James Fraser” ismiyle, onun Broch Tuarachlı olanlardan biri olduğunu söylemek imkânsızdı. James ismi Duncan ya da Robert gibi Kuzey İskoçya’da yaygın kullanılan bir isimdi. Aradığı James Fraser olması için yanında kişisel bilgi de ekli olmalıydı ama bu dökümanda aradığı kişi yoktu.
Roger omuz silkerek sinirli bir şekilde doymak bilmeyen sinek sürüsünü başından savmaya çalışıyordu. Bu kayıtlarda mantık ararsa işi yıllar sürebilirdi. Kafasını biraz olsun dağıtmak için karanlığa, birahanenin atmosferine daldı. Araştırmanın yarattığı çılgın düşünceleri dışarıda bırakmıştı.
Soğuk, acı birayı yudumluyor, zihninden bu zamana kadar ne kadar yol kat ettiğini geçiriyordu. Seçenekleri belliydi. Inverness’e geç gitmek anlamına gelmesine rağmen bugün Fort William’a gitmek için zamanı vardı. Eğer Fort William müzesinde hiçbir şey yoksa, Papaz Efendi’nin arşivlerini inceleyecekti. İronikti ama bir sonraki adımı buydu.
Peki daha sonra? Bardaktaki son yudumları da içti ve sonra birahanenin sahibini çağırıp başka bir tane daha istedi. Eğer o da işe yaramazsa, her kilise avlusunu, Broch Tuarach yakınındaki her yeri araştıracaktı. Bu kısa zamanda yapabileceği en iyi şey buydu. Randalların sabırla sonuçları beklemek için gelecek iki üç yıl Inverness’da kalacaklarını sanmıyordu.
Roger cebinde tarihçilerin sürekli taşıdıkları not defterinin olduğunu hissetti. Broch Mordha’dan ayrılmadan önce eski kilise avlusunda nelerin bırakıldığına bir bakmak istemişti. Ne olacağı asla bilinemezdi, en azından bu onun geri dönmesini engellemişti.
Ertesi gün öğlen vakti, Randallar Roger’ın daveti üzerine çaya gelmişlerdi, böylece onun raporlarını da dinlemiş olacaklardı.
“Listendeki birkaç ismi buldum,” dedi Roger Claire’e. “Bu çok tuhaf ama kesin olarak Culloden’da ölen birilerini bulmadım. Üçünü bulduğumu düşünüyordum ama daha sonra aynı isimde farklı insanlar olarak karşıma çıktılar.” Roger Dr. Randall’a bakıyordu. Kadın hâlâ sessiz duruyordu, sanki nerede olduğunu unutmuş gibi bir eliyle sıkı sıkı koltuğun kenarını tutuyordu.
“Şey, oturmaz mısınız?” diye önerdi Roger. Claire onu başıyla onayladı ve koltuğun kenarına oturdu. Roger meraklı gözlerle onu süzüyordu ama bir yandan da yaptığı araştırmayı anlatmaya devam ediyor, notları ona uzatıyordu.
“Söylediğim gibi, bu tuhaf. Bütün isimlerin izini süremem. Civardaki mahalle kayıtlarına bakmayı ve Broch Tuarach’daki mezarlıkları kolaçan etmeyi düşünüyorum. Bu kayıtların çoğunu babamın bildirilerinden buldum. Ama en azından savaşta ölen bir ya da iki kişiyi bulduğumu düşünebilirsin, bunların hepsi Culloden’da verilmiş. Eğer, senin söylediğine göre, onlar Fraser alaylarından birindeyseler, savaşın yoğun olduğu bir yerde yani savaşın merkezinde olmaları gerekir.”
“Biliyorum.” Ses tonunda Roger’ın ona bakmasını sağlayacak bir şey vardı ama masaya eğildiği için yüzü görünmüyordu. Kayıtların çoğu fotokopiydi. Fotokopi teknolojisi Stuart Papers’da muhafaza edilen hükümet arşivlerini koruyamıyordu ama birkaç tane orijinal kâğıt vardı, bunlar da Papaz Efendi’nin on sekizinci yüzyıl dökümanlarındandı. Kibarca kayıtları alıp açtı, dikkatlice dokunuyordu çünkü gereğinden fazla inceydiler.
“Haklısın, bu çok tuhaf.” Roger şimdi sesindeki tonu algılayabilmişti, bu heyecandı. Tatmin ve rahatlama duygusu birbirine karışmıştı. Bir şekilde böyle olduğuna inanıyor ya da en azından bunu umut ediyordu.
“Anlatın bana…” dedi tereddütle. “Bulduğunuz isimler. Eğer Culloden’da ölmedilerse, onlara ne oldu?”
Bunun onun için bu kadar önemli olması Roger’ı şaşırtmıştı ama araştırmalarını not ettiği kâğıdı alıp açtı. “İkisi gemi alayındaydı. Culloden’dan sonra Amerika’ya göç etmişler. Dördü doğal sebeplerden dolayı bir sene sonra ölmüş ki bu sürpriz değil, Culloden’dan sonra çok ağır derecede kıtlık hâkim oldu ve çoğu insan Kuzey İskoçya’da öldü. Bu mahalle kayıtlarında bulduğum ise aynı mahalleden değil. Sizin listenizdeki kişilerden olup olmadığından da emin değilim.”
Roger Claire’in omuzlarının gerildiğini fark etmişti.
“Hâlâ geri kalan kısmına bakmamı istiyor musunuz?” diye sordu, cevabın “evet” olmasını umut ediyordu. Roger annesinin omuzlarının üstünden Brianna’yı izliyordu. Duvarın yanında annesinin projesine karşı ilgisizmiş gibi yarı dönük halde duruyordu ama Roger onun kaşlarının arasındaki kırışığı görebiliyordu.
Belki o da Roger’ın hissettiği şeyi hissediyordu, elektrik akımı gibi Claire’i saran bu bastırılmış heyecan tuhaf bir ortam yaratıyordu. Roger, Claire odaya adımını atar atmaz bunu fark etmişti ve açıklamaları bunu daha da arttırıyordu. Eğer ona dokunursa, aralarından büyük bir kıvılcım çıkacağını hayal ediyordu.
Odanın kapısının çalınması düşüncelerinin kesilmesine sebep oldu. Kapı açıldı ve içeri Fiona Graham girdi. Üzerinde dolu bir çaydanlık, peçeteler, üç çeşit sandviç, kremalı kek, pandispanya ve kaymaklı çörekler olan bir servis arabasını itiyordu.
Brianna’nın gözleri parıldadı. “Bunların hepsi bizim için mi yoksa on kişi daha mı bekliyorsunuz?”
Claire Randall çay saati için yapılmış hazırlıklara göz gezdirdi, gülümsüyordu. Elektrik akımı hâlâ devam ediyordu ama etkisini az da olsa kaybetmişti. Roger onun ellerinden birini görebiliyordu, eteğini o kadar çok sıkıyordu ki yüzüğünün kenarı etine batıyordu.
“Çay harika, haftalarca bir şey yememize gerek kalmayacak,” dedi. “Harika görünüyor!”
Fiona’nın yüzü sevinçten parlıyordu. Küçük kahverengi bir tavuk gibi kısa, balıketli ve hoş bir kızdı. Roger derin bir iç çekti. Misafirlerinin onun konukseverliğinden memnun kaldığının farkındaydı ama aslında bu ikramların onun takdirini kazanmak için yapıldığını da biliyordu, misafirlerininki değil. On dokuz yaşındaki Fiona hayatta tek bir hırs için yanıp tutuşanlardandı. Evlenmek. Başarılı bir erkeğin tercihi olmak. Roger, Papaz Efendi’nin eşyalarını toplamak ve Inverness’ın en başarılı tarih profesörü asistanı olmaya karar verdiği için bir hafta önce erken geldiğinde Fiona ona göz kulak olmaya başlamıştı.
O günden beri, Roger adeta bir yılbaşı hindisi gibi doldurulmaya başlanmıştı. Ayakkabıları parlatılıyor, pijamaları, diş fırçası çıkarılıyor, yatağı hazırlanıyor, paltosu temizleniyor, akşamları onun için gazete alınıyor ve tabağının yanına konuyor, masa başında uzun saatler çalıştığında boynu ovuluyor ve beden, zihin rahatlığı ve genel sağlığı için devamlı bir hizmet içinde olunuyordu. Roger daha önce evinde hiç böyle bir yaylım ateşine maruz kalmamıştı.
Kısacası Fiona, Roger için deli oluyordu. Roger’ın şimdiki tıraşsız ev kıyafetli hali, toplumun ve mesleğin isteklerinden zaman zaman özgür kalan erkeklerin sevdiği doğallıktan daha çok Fiona’nın ani kovalamacasına bir tepkiydi.
Fiona Graham ile mukaddes çatı altında birleşme düşüncesi Roger’ın iliklerine kadar buz kesmesine sebep oluyordu. Sürekli Roger’a musallat olması onu kesinlikle bir sene içinde deliye döndürürdü. Ayrıca, şimdi gözlerini çay servis arabasına dikmiş nereden başlayacağını düşünen Brianna Randall da vardı.
Roger bugün ilgisini aklı karışık olan Claire Randall’a ve onun projesine yöneltmişti, kızını izlemekten kaçınıyordu. Claire Randall her ne kadar altmışında olsa da onu yirmilik genç kız gibi gösteren yarı şeffaf teni ve sağlam kemikleriyle sevimli bir bayandı. Ama Brianna Randall’ı izlemek onun nefesini kesiyordu.
Brianna kendini bir kraliçe edasıyla taşıyordu, diğer uzun boylu kızların yaptığı gibi kamburunu çıkarıp yürümüyordu. Annesinin düz beli ve zarif duruşu dikkate alınırsa bu zerafetin nereden geldiğini anlamak hiç de zor değildi. Sırf o muhteşem endamı değil, adeta altın ve bakır saçılmış, kehribar ve tarçınla çizilmiş, yüzünü ve omuzlarını bir mont gibi saran o beline kadar uzanan şelale gibi çağlayan kızıl saçları… Gözleri, o kadar koyu bir maviydi ki, bazı ışıkların altında siyah gibi duruyordu. İnsanı öpmeye davet eden kalın alt dudağını ise babasından almış olmalıydı.
Roger kızın babasının hayatta olmamasından memnun gibiydi çünkü bir baba olarak Roger’ın düşündüğü şeylere gücenebilirdi. Birden düşüncülerinin yüzüne yansımasından korktu.
“Çay?” diye sordu samimice. “Şahane. Harika. Muhteşem görünüyorlar Fiona. Teşekkürler, Fiona. Ben, başka bir şey istediğimizi sanmıyorum.”
Fiona, Roger’ın gitmesini ima eden sözlerini önemsemeden misafirlerden gelen yorumlara kibarca başını sallayarak cevap vermişti. Hamarat bir tavırla tabakları ve fincanları yerleştirip çayları koydu, tabaklara kek servisi yaptı. Her halinden ısrarla kalmak istediği belliydi, evin hanımıymış gibi davranıyordu.
“Hamurunuza biraz daha krema ister misiniz, Rog – Bay Wakefield, demek istemiştim,” dedi. Onun cevabını beklemeden konuşmaya devam etti. “Çok zayıfsınız, beslenmeye ihtiyacınız var.” Sonra Brianna Randall’a bir bakış attı. “Erkeklerin nasıl olduğunu bilirsiniz. Bir kadın onlara göz kulak olmazsa doğru düzgün yemek yemezler.”
“Senin gibi biri ona baktığı için ne kadar şanslı,” diye cevap verdi Brianna nazikçe.
Roger, Fiona’yı boğma hissi geçene kadar nefesini tuttu ve parmaklarını birkaç kez çıtırdattı.
“Fiona,” dedi sonunda. “Bana bir iyilik yapar mısın?”
Fiona, Roger için bir şey yapma düşüncesiyle ağzı kulaklarına varmış ve adeta bir balkabağı yanmaya başlamıştı. “Tabii ki, Rog – Bay Wakefield! Ne isterseniz!”
Roger böyle davrandığı için utanmıştı ama yine de bunu yapmakta kararlıydı. Bu kendisi olduğu kadar onun iyiliği içindi de. Eğer Fiona gitmezse, sorumluluğu elden bırakıp ikisinin de pişman olacağı bir şey yapacaktı.
“Ah, teşekkürler, Fiona. Önemli bir şey değil. Ben sadece biraz…biraz,” – köy tüccarının adını hatırlamaya çalışıyordu. “Ana caddedeki Bay Buchan’dan biraz tütün istiyorum da. Acaba benim için gidip alır mısın? Böyle harika bir çaydan sonra iyi bir pipo güzel olur.”
Fiona çoktan fırfırlı, dantel işlemeli önlüğünü çıkartmıştı bile. Bu Roger’ın gözünden kaçmamıştı. Odanın kapısı kızın ardından kapandığında, Roger bir iç rahatlamasıyla gözlerini yumdu, aslında sigara bile içmezdi. Bir iç rahatlamasıyla misafirleriyle sohbetine devam etti.
“Listemdeki isimlerin geri kalan kısmına da bakmanı isteyip istemediğimi soruyorsun sanırım,” dedi Claire bir çırpıda. Roger tuhaf bir hisse kapılmıştı, Fiona’nın gitmesiyle Claire’in de rahatladığını düşünüyordu. “Evet, istiyorum, tabii eğer seni daha fazla sıkıntıya sokmayacaksa?”
“Hayır, hayır!” dedi Roger, işin içine biraz yalancılık katmıştı. “Memnunniyetle.”
Roger’ın eli belli belirsiz çay servis arabasının ortasında dolanıyordu, sonra bir yılan gibi on iki yıllık Muir Breame viskisiyle dolu kristal sürahiyi kavradı. Fiona’yla yaşadığı çarpışmadan sonra artık kendi hâkimiyetine sahip olduğunu hissetmişti.
“Biraz bundan ister misiniz?” diye sordu misafirlerine nazikçe. Brianna’nın yüzündeki hoşnutsuzluk ifadesini yakalayınca ekledi. “Ya da biraz daha çay?”
“Çay,” dedi Brianna içi rahatlamış bir şekilde.
“Ne kaçırdığını bilmiyorsun,” dedi Claire sevinç içinde viski kokusunu içine çekerken.
“Ah,evet, biliyorum,” diye karşılık verdi Brianna. “Bu yüzden kaçırıyorum.” Sonra omzunu silkti ve Roger’a baktı.
“Massachussetts’de yasal olarak içki içmen için yirmi bir yaşında olman gerekiyor,” diye açıkladı Claire Roger’a. “Bree’nin daha sekiz ayı var bu yüzden de viski alışkanlığı yok.”
“Viski sevmemeyi bir suçmuş gibi gösteriyorsun,” dedi Brianna durumu protesto eden bir tavırla, bir yandan fincanın üzerinden Roger’a gülümsemeyi de ihmal etmiyordu.
Roger yanıt olarak tek kaşını kaldırdı. “Sevgili bayan,” dedi. “Burası İskoçya. Tabii ki viski sevmemek bir suç!”
“Ah, öyle mi?” diye cevap verdi Brianna tatlılıkla, Roger’ın kısık İskoç mırıltısını harika bir şekilde taklit etmişti. “O zaman cinayet gibi ağır bir suçmuş gibi düşünelim, olur mu?”
Roger viskisini yudumlarken şaşkınlıkla gülmeye başladı, neredeyse boğuluyordu. Öksürürken bir yandan da göğsüne vuruyordu, o da aynı durumda mı diye görmek için Claire’e baktı. Dudaklarında zorlukla yerleştirdiği bir gülümseme vardı ama yüzü hâlâ solgundu. Sonra göz kırptı ve gülümsemesi biraz daha doğal bir hale büründü.
Roger aralarındaki konuşmaların nasıl bu kadar kolaylıkla hem böyle saçma şeylerden hem de Claire’in projesi gibi ciddi konulardan oluştuğuna şaşırıyordu. Brianna açıkça babasının işine ilgi duyuyor ve James Yanlıları için daha büyük çaba sarf edilmesi gerektiğini biliyordu, hatta annesinden daha fazla.
“Bunu Cullodenlara göre yapmaları çok şaşırtıcı,” dedi. “Kuzey İskoçyalıların Prestonpan Savaşı’nı iki bin kişiyle kazandıklarını biliyor muydun? Sekiz binlik kişilik İngiliz ordusuna karşı? İnanılmaz!”
“Falkirk Savaşı da bunun gibiydi,” diye lafa karıştı Roger. “Sayıca ve orduca fazla, yürüyerek… Aslında yaptıkları şeyi kesinlikle yapamazlardı ama yaptılar!”
“Mmm,” dedi Claire, viskisinden büyük bir yudum daha alırken. “Onlar yaptı.”
“Düşünüyorum da,” dedi Roger Brianna’ya. Önemsiz bir konudan bahsedermiş gibi bir hava yaratmıştı.
“Belki benimle savaş yerlerini ve diğer yerleri görmeye gelmek istersin? Çok ilginç yerler ve eminim oralarda araştırma için yanıp tutuşuyorsundur.”
Brianna gülümsedi ve çayının içine düşecekmiş gibi görünen saçlarını geriye attı. “Yardım hakkında bir şey diyemem ama gelmeyi çok isterim.”
“Harika!” Kabul edişine hem şaşırmış hem de sevinmişti, eliyle aradığı sürahiyi neredeyse düşürecekti. Claire hemen zekice cevabı yapıştırdı ve Roger’ın bardağını dikkatli bir şekilde doldurdu.
“Geçen seferki kazadan sonra, en azından bunu yapmalıyım,” dedi. Roger karşılık olarak ona bir gülümsemeyle cevap verdi.
Şimdi onun hazır ve rahatlamış olduğunu görüyordu. Roger önceki endişelerinden şüphelenmeye başlamıştı. Belki de geçen seferki gerçekten kazaydı. Bu sevimli yüz ona hiçbir şey anlatmıyordu.
Yarım saat sonra, çay servis masası karışmış, sürahi boşalmış ve üçü de iyice sarhoş olmuş bir halde oturuyorlardı. Brianna biraz çekinse de en sonunda Roger’a lavaboyu kullanıp kullanamayacağını sordu.
“Ah! Tabii ki.” Roger güçlükle de olsa ayağa kalkabilmişti, midesinde kek ve bademli pandispanyanın ağırlığını hissedebiliyordu. Eğer Fiona’dan kurtulamazsa, Oxford’a oldukça kilolu bir halde dönecekti.
“Eski tarz bir banyo,” diye açıkladı, holün sonunu işaret ederken. “Sifon tavanda duruyor.”
“İngiliz Müzesi’nde bu tip bir banyo görmüştüm,” dedi Brianna onu kafasıyla onaylayarak.
“Ama onlar çıkışta değil bayanların yatak odasındaydı,” dedi tereddütle ve sonra “İngiliz Müzesi’ndeki tuvalet kâğıtlarından kullanmıyorsundur, değil mi? Eğer kullanıyorsan, benim kendi kâğıt mendilim var,” diye ekledi.
Roger tek gözünü kısmış ona bakıyordu. “Ya bu çok saçma bir laf ya da ben düşündüğümden daha çok içtim,” dedi. Brianna çayı içerken, Claire ve Roger fazlasıyla viski içmişlerdi.
Claire kahkaha atıyordu. Sonra çantasından kâğıt mendil çıkartarak Brianna’ya uzattı. “Müzedeki gibi H. M. Hükümet amblemli profinli kâğıt değil ama zaten muhtemelen onun kadar iyi olmayacaktır,” dedi kızına. “İngiliz tuvalet kâğıtları genelde daha serttir.”
“Teşekkürler.” Brianna mendilleri alıp kapıya yönelmişti ama sonra geri döndü. “Niye insanlar folyo hissi veren tuvalet kâğıtları yaparlar?”
“İnsanlarımız meşe kalplidir,” dedi Roger. “Kıçları adeta paslanmaz çeliktendir. Bu milli kişiliğimizin bir simgesi.”
“İskoçyalıları düşünürsek, sanırım bu kalıtsal bir durum,” diye ekledi Claire. ”At sırtında fistan giyen bu tarz erkeklerin popoları eyer gibidir.”
Brianna kahkahaya boğuldu. “Tuvalet kâğıdı yerine kullandıkları şeyi görmek istemezdim,” dedi.
“Aslında, bu o kadar kötü değil,” dedi Claire, onları şaşırtan bir şekilde. “Sığır kuyruğu yaprakları gerçekten çok hoştur. İki katlı banyo kâğıdı kadar iyidir. Ve kışın biraz nemli olur; çok sağlıklı değildir ama yeterince rahattır.”
Roger ve Brianna bir an için ona aval aval baktılar.
“Eee, şey, bir kitapta okumuştum,” dedi, utanmış görünüyordu.
Hâlâ kıkırdayan Brianna kolaylıkla yolunu bulmaya çalışırken, Claire kapıda kalakalmıştı.
“Bize böyle katılman gerçekten çok hoş,” dedi Roger’a gülümseyerek. Anlık gerginliği kaybolmuş yerini onun her zamanki güzelliği almıştı. “Ve ayrıca benim için bu isimleri araştırman da büyük bir incelik.”
“Benim için büyük bir zevk,” dedi Roger onu rahatlatmaya çalışarak. “Örümcek ağı ve naftalin içermeyen güzel bir değişiklik oldu. James Yanlıları hakkında başka bir şey bulur bulmaz hemen size haber vereceğim.”
“Teşekkürler.” Claire’in çekindiği bir şey vardı, sesini alçaltarak konuşmasına devam etti. “Aslında, hazır Bree burada yokken…sana söylemek istediğim bir şey var, özel.”
Roger boğazını temizledi ve saygısını ifade eden bir şekilde kravatını düzeltti.
“Tabii ki söyleyebilirsiniz,” dedi, çay partisinden edindiği başarının sevincini hissederek. “Tamamen hizmetinizdeyim.”
“Bree’ye seninle birlikte arazilere gelmek isteyip istemediğini sordun. Senden istediğim…eğer senin için sakıncası yoksa, onu götürmeni istemediğim bir yer var.”
Roger’ın beyninde alarmlar çalmaya başlamıştı. Broch Tuarach’ın gizemini bulabilecek miydi?
“Craigh na Dun olarak bilinen taş yapıt.” Roger, Claire’in yüzü öne eğildiğinde onun gayet ciddi olduğunu gördü. “Anlatamayacağım, önemli bir sebebi var. Brianna’yı oraya kendim götürmek istiyorum ama korkarım sebebini sana anlatamayacağım, şimdilik. Zamanı gelince bileceksin ama şimdi değil. Bana söz verebilir misin?”
Garip düşünceler peşe peşe Roger’ın aklına akın ediyordu. Demek ki kızı uzak tuttuğu yer Broch Tuarach değildi! Bir sır açığa çıkmıştı ama diğeri daha derindi.
“Siz nasıl isterseniz,” dedi. “Tabii ki.”
“Teşekkürler.” Claire yavaşça onun koluna dokundu ve tekrar koltuğuna oturmak için döndü. Işığın altındaki gölgeyi görünce, Roger’ın aklına birdenbire bir şey gelmişti. Belki sormak için zamanı değildi ama bundan bir zarar gelmezdi.
“Ah, Dr. Randall – Claire?”
Claire ona döndü. Brianna’nın gitmesiyle dikkati dağılan Roger, Claire Randall’ın gerçekte ne kadar güzel olduğunu fark etmişti. Yüzü viskiden kızarmıştı ve gözlerinin benzersiz bir rengi vardı. Kristal bir kehribar gibi, diye düşündü.
“Kişilerin adını bulmaya çalıştığım kayıtlarda,” diye söze başladı Roger, kelimelerini özenle seçiyordu, “Liderleri olarak görünen Kaptan James Fraser diye birinden bahsediliyor. Ama o sizin listenizde yok. Merak ettiğim bir şey var, ona ne olduğunu biliyor musunuz?”
Claire hiç kımıldamadan öylece kalmıştı, bu öğlen buraya gelişinin nedenini ona hatırlatmak istiyordu. Ama sonra kendine gelip temkinli bir şekilde cevap verdi.
“Evet, ona ne olduğunu biliyorum.” Sakin konuşuyordu ama yüzündeki bütün renkler gitmişti. Roger, Claire’in nabzının boğazında attığını hissedebiliyordu.
“Onu listeye eklemedim çünkü zaten ona ne olduğunu biliyorum. Jamie Fraser Culloden’da öldü.”
“Emin misiniz?”
Claire endişesini gidermeye çalışarak hole doğru baktı. Brianna’nın geleceğini bildiren eski tokmağın sesini duydu.
“Evet,” dedi, arkasına bakmadan. “Kesinlikle eminim. Ah, Bay Wakefield… Roger, demek istemiştim.” Tekrar ona doğru döndü, tuhaf gözlerini ona çevirmişti. Bu ışıkta, tamamen sarı gibiler, diye düşündü Roger. Büyük bir kedinin gözü, bir leoparın gözleri gibi.
“Lütfen,” dedi. “Kızıma Jamie Fraser’dan bahsetmeyin.”
Geç olmuştu ve Roger uzun süredir yataktaydı ama bir türlü uyuyamamıştı. Fiona’nın onu zorlamasından mı, Claire Randall’ın çelişkilerinden mi yoksa Brianna Randall ile birlikte yapacağı arazi gezintilerinin verdiği heyecandan mı bilinmez ama hâlâ uyanıktı. Dönüp koyunları saymaktansa bu uyanık halini kullanmaya karar vermişti. Papaz Efendi’nin çalışmaları üzerine kafa yormak muhtemelen onun uykusunu getirecekti.
Fiona’nın odasının ışığı hâlâ yanıktı ama Roger parmak ucuna basarak merdivenlerden iniyor, onu rahatsız etmek istemiyordu. Ama sonra ışığın birden kapanmasıyla bir an öylece kalakaldı ve önündeki görevin büyüklüğünü düşündü.
Duvar, Papaz Wakefield’in zekâsını ortaya koyuyordu. Geniş bir kitaplıktı. Raflar, kâğıtlardan, notlardan, fotoğraflardan, makbuzlardan, reçetelerden, kuş tüyü kalemlerden, zarflardan, posta pullarından, adres kâğıtlarından, kartpostallardan, lastik bantlardan ve birbirine zımbayla tutturulmuş diğer ıvır zıvırlardan görünmeyecek hale gelmişti.
Önemsiz şeyler her yeri doldurmuştu ama Papaz Efendi ihtiyacı olanı hep elini koyduğu gibi bulurdu. Roger duvarın NASA’nın bile anlayamayacağı bir hafiflikte tasarlandığını düşünüyordu.
Roger endişeli bir halde duvara bakıyordu. Başlamak için mantığına uygun bir yer bulamamıştı. Eli çekingen bir şekilde Piskopos tarafından gönderilen Genel Toplantı listesine uzandığı sırada dikkati pastel boyayla çizilmiş bir ejderhaya yöneldi, parlayan burun deliğinden duman esintileri çıkarıyor, açılan ağzından yeşil alevler saçıyordu.
Roger kâğıdın altında yazan başlıklara bakıyordu. Açıklamaları hayal meyal hatırlıyordu, ejderha yeşil alev püskürtüyordu çünkü o ıspanak yiyordu. Genel Toplantı listesini yerine koyup duvardan uzaklaştı, buraya daha sonra el atacaktı.
Meşeden yapılmış en az kırk çekmecesi olan, ağzına kadar dolu masa bir turtaya benziyordu. İç çekerek bir sandalye alıp oturdu ve Papaz Efendi’nin değerli gördüğü şeyleri incelemeye başladı.
Ödenmiş bir yığın makbuz vardı. Ve başka yasal dökümanlar; otomobil senetleri, mimar raporları, bina denetim sertifikaları. Başka tarihi notlar ve kayıtlar. Aile yadigârları. Ve bir yığın çöp.
Roger o kadar dalmıştı ki arkasından kapının açıldığının ve yaklaşan ayak seslerinin farkında değildi. Birden yanında büyük bir demlik belirivermişti.
Birden ürpererek doğruldu.
“Biraz çay iyi gelir diye düşündüm, Bay Wake – Roger, demek istemiştim.” Fiona üzerinde bir fincan ve bisküvi tabağı olan bir tepsi getirmişti.
“Ah, teşekkürler.” Aslında acıkmıştı, Fiona’ya gülümsemesi yuvarlak, güzel yanaklarına kan sıçramasına sebep olmuştu. Fiona bundan cesaret alarak gitmemiş ve masanın köşesine oturmuştu. Roger işine devam edip bir yandan çikolatalı bisküvileri yerken onu kendinden geçmiş bir halde izliyordu.
Roger mütevaziliği elden bırakmayarak Fiona’nın varlığından haberdar olduğunu belli etmek istemişti. Bisküviden bir ısırık alıp mırıldandı. “Çok güzel.”
“Bisküviler mi? Ben yaptım biliyorsun.” Fiona’nın utangaçlığı giderek büyüyordu. Çekici, küçük kız, Fiona. Küçük, yuvarlak, koyu kıvırcık saçlı ve büyük kahverengi gözlü. Roger birden kendini Brianna Randall’ın yemek pişirip pişirmediğini merak ederken bulmuştu. Sonra kafasındaki hayali dağıtmak için başını iki yana salladı.
Fiona bunu onun inanmayışının bir göstergesi olarak anlamış ve biraz daha yakınlaşmıştı.
“Hayır, gerçekten,” diye ısrar etti. “Büyükannemin tariflerinden birtanesi. Büyükannem her zaman bu kurabiyelerin Papaz Efendi’nin favorisi olduğunu söylerdi.” Büyük kahverengi gözleri buğulanmıştı. “Bana bütün yemek tarifi kitaplarını ve eşyalarını bıraktı. Torunu olduğum için, biliyorsun.”
“Büyükannen için çok üzgünüm.” Roger samimiydi. “Ani mi oldu?”
Fiona üzgün bir şekilde kafasını sallamıştı. “Ah, evet. O gün bütün gün hava yağmurluydu. Büyükannem akşam yemeğinden sonra biraz yorgun olduğunu söyleyip yatağına gitmişti.” Genç kız derin bir iç çekti. “Uyumaya gitti ve bir daha da uyanmadı.”
“Ölmenin en güzel şekli,” dedi Roger. “Buna sevindim.” Bayan Graham, Roger papaz evine gelmeden önce buradaydı. O zamanlar beş yaşındaydı, yeni evlatlık edinilmişti ve korkuyordu. Bayan Graham o zamanlar orta yaşlı çocukları olan dul bir bayandı, Roger eve geldiğinde okul tatildeyken ona bolca çikolata verir ve adeta anne şefkati gösterirdi. O ve Papaz Efendi tuhaf bir çift oluşturmuşlardı ama birlikte bu eski evi gerçek bir ev haline getirmişlerdi.
Roger hatıralarından sıyrılarak, Fiona’nın elini tuttu. Fiona da ona karşılık vermiş, kahverengi gözleri hemen eriyivermişti. Küçük gül goncası ağzı yavaşça aralanmış ve Roger’a yanaşmıştı. Roger Fiona’nın nefesini kulağında hissedebiliyordu.
“Ee, şey, teşekkürler,” dedi Roger ve elini Fiona’nın yanıp tutuşan elinden çekti. “Çok teşekkürler. Şey için şey… eee… çay ve bisküvi için. Güzeldi. Bu çok güzeldi. Çok iyi geldi. Teşekkürler.” Roger işine dönüp şaşkınlığını örtmek için aceleyle önüne başka bir kâğıt yığını çekti. Çekmeceden rastgele bir gazete küpürü çıkarmıştı.
Sarı gazete küpürlerini açıp masaya yaydı. Derin düşüncelerle kaşlarını çatmış ve başını kirlenmiş metinlere gömmüştü. Birkaç dakika sonra Fiona derin bir iç çekerek kapıya doğru yöneldi. Roger ona bakmıyordu.
Kendiyle baş başa kaldığında derin bir oh çekti, gözlerini kapadı ve bu olaydan kıl payı kurtulduğu için Tanrı’ya dua etti. Evet, Fiona çekici bir kızdı. Evet, şüphesiz iyi yemek yapıyordu. Ama ayrıca meraklı, müdahaleci, sinirlendirici ve tamamen evlilik meraklısı bir kızdı. Bir kez olsun elini onun elinin üstüne koysa, şüphesiz gelecek ay evlilik tarihini açıklardı. Ama eğer böyle bir evlilik açıklaması olacaksa, Roger Wakefield ile mahalle kayıtlarında olacak olan isim Brianna Randall olurdu, tabii eğer kabul ederse.
Bununla ilgili neler diyeceğini merak ederken, Roger gözlerini açtı. O sırada önünde zihninde canlandırdığı Randall’ın düğün belgesi vardı.
Tabii ki de Brianna Randall değildi, bu Claire Randall’dı. Başlıkta ölümden döndü yazıyordu. Altında Claire Randall’ın fotoğrafı vardı, yirmi sene daha genç ama şimdikinden biraz daha farklıydı. Fotoğrafı hastanede çekilmişti, saçları dağılmış, bayrak gibi sallanıyordu, ince dudakları çelik kapan gibiydi ve olağanüstü gözleri direk kameraya bakıyordu.
Roger şok olmuş bir halde gazete yığınlarını karıştırdı ve sonra tekrar o sayfaya dönerek dikkatlice okumaya başladı. Kâğıtlar hikâyeyi oldukça hüzünlü bir şekilde anlatmasına rağmen yine de gerçekleri tam olarak yansıtamıyordu.
Tarihçi Dr. Franklin W. Randall’ın eşi Claire Randall İskoçya tatilinde Inverness’da ortadan kaybolmuştu, 1945 yılı ilkbahar sonlarıydı. En son araba kullanırken görülmüştü ama hiç iz bırakmadan ortadan yok olmuştu. Bütün araştırmalar boştu, polis ve Claire’in eşi sonunda onun bir serseri tarafından öldürüldüğünü ve bedeninin kayalık bir mağarada saklandığını düşünmüşlerdi.
Ama 1948 yılında, yaklaşık üç sene sonra, Claire Randall geri dönmüştü. Darmadağınık bir halde, paçavralar içinde kaybolduğu yerde dolaşırken bulunmuştu. Kötü beslenmiş olmasına rağmen fiziksel olarak sağlıklı görünüyordu ama Bayan Randall tamamen yolunu şaşırmış bir haldeydi.
Haberi okurken kaşlarını kaldıran Roger, haberin geri kalanını okumak için sayfaları karıştırdı. Haberlerde, Bayan Randall’ın yerel bir hastanede şok geçirdiği ve tedavi gördüğünden başka bir bilgi yoktu. Yanında mutlu olan eşin, Frank Randall’ın fotoğrafı da vardı. Mutlu olmaktan çok şaşırmışa benziyordu. Gerçi Roger eleştirel bir şekilde böyle düşünüyordu, kimse onu suçlayamazdı.
Fotoğrafı iyice incelemeye koyuldu. Frank Randall ince, yakışıklı, aristokratik görünümlü bir adamdı. Hastane kapısındaki duruşu pervasız zarafetini belli ediyordu, yeniden ortaya çıkmış eşini ziyarete gelirken fotoğrafçının onu yakalaması ise onu şaşırtmışa benziyordu.
Roger uzun, dar çenesini, başının kıvrımlarını inceledi ve babasında Brianna’ya ait bir iz bulmaya çalıştı. Bu düşünce ilgisini çekmişti, ayağa kalkıp kitaplıktan Frank Randall’ın bir tane kitabını aldı. Kitabın kapağını açtı ve daha iyi bir fotoğrafını buldu. Frank Randall’ın kitaptaki fotoğrafı hem renkliydi hem de bütün yüz hatları belliydi. Saçlar tamamen koyu kahverengiydi, kızıl değildi. Bu alev gibi parlayan görkem büyükanne ve büyükbabasından geliyor olmalıydı, kedi gibi yana yatmış koyu mavi gözler çok güzellerdi ama annesininki gibi değildi ama babasınınkine de benzemiyordu. Benzetmeye çalışıyordu ama ünlü tarihçinin yüzünde alev alev yanan tanrıçaya dair hiçbir şey bulamamıştı.
Derin bir iç çekerek kitabı kapattı ve haber küpürlerini topladı. Bu hayal dünyasında gezinmeyi bırakması gerekiyordu yoksa gelecek on iki ayı da burada geçirmek zorunda kalacaktı.
Tam haberi yadigâr yığınların içine koyacaktı ki ‘Periler tarafından mı kaçırıldı?’ başlığı dikkatini çekti. Haberden çok, başlığın üstündeki tarih: 6 Mayıs 1948.
Haber küpürünü bıraktı çünkü elinde patlamaya hazır bir bomba vardı. Gözlerini kapattı ve Randalllarla yaptığı konuşmayı düşünmeye başladı. “Massachusetts’de içki içmek için yirmi bir yaşında olman gerekiyor,” demişti Claire. “Brianna’nın daha sekiz ayı var.” Yani yirmi yaşındaydı. Brianna Randall yirmi yaşındaydı.
Hafızası hesaplamak için yeteri kadar hızlı olmadığından ayağa kalkıp papazın sürekli tuttuğu takvimi karalamaya başladı. Sonunda tarihi buldu. Parmaklarıyla üzerine bastırıyordu, beynine kan sıçramıştı.
Claire Randall esrarengiz kayboluşundan dağınık, kötü beslenmiş, anlaşılmayan bir halde ve aynı zamanda hamile olarak dönmüştü.
Bunca zaman süren araştırmadan sonra Roger sonunda uyuyabilmişti ama uzun süre uyanık kalmasının sonucunda sabah geç kalkmıştı, gözlerinden uyku akıyordu ve başında inanılmaz bir ağrı vardı. Ne soğuk su ne de Fiona’nın kahvaltıdaki cıvıltıları baş ağrısını geçirebilmişti.
Bu his o kadar sıkıcıydı ki işi bırakıp biraz yürüyüş için evden uzaklaştı. Hafif yağmurun altında yürürken temiz havanın baş ağrısına iyi geldiğini fark etti ama bu maalesef dün geceki keşfini düşünmesini engelleyememişti.
Brianna bilmiyordu. Bu, devamlı babasından bahsetmesi ya da babası olarak düşündüğü adamı, Frank Randall’ı anlatmasından gayet açıktı. Herhalde Claire de bilmesini istememişti ya da kendisi anlatacaktı. Bu İskoçya gezisinin sebebi bu muydu? Asıl babası İskoçyalı olmalıydı. Ayrıca, Claire İskoçya’da kaybolmuş ve yine burada bulunmuştu. Acaba adam hâlâ burada mıydı?
Bu şok edici bir düşünceydi. Claire gerçek babasıyla tanıştırmak için mi kızını İskoçya’ya getirmişti? Roger şüpheyle kafasını salladı. Bu riskli bir düşünceydi. Brianna için kafa karışıklığına Claire için de acıya sebep olacaktı. Babası için de korku verici bir şeydi. Ve kız maalesef babası Frank Randall’a çok düşkündü. Sevdiği ve idol olarak kabul ettiği adamla kan bağının olmadığını öğrendiğinde ne hissedecekti?
Roger kendini onun yerine koyduğunda içini kötü bir his kapladı. Bunların hiçbirini sormak istemiyordu. Keşke dünkü gibi çok mutlu bir durumda olsaydı. Claire Randall’ı çok seviyordu, hem de çok. Ama artık onun zina suçu işlediğini biliyordu. Aynı zamanda aşırı duygusallığı için de kendiyle alay ediyordu. Frank Randall ile hayatının nasıl olduğunu kim bilebilirdi ki? Belki başka bir adama gitmesinin iyi bir nedeni vardı. Peki o zaman neden geri dönmüştü?
Roger terli ve canı sıkkın bir halde eve geri dönmüştü. Holde ceketini çıkarıp duş almak için yukarıya çıktı. Duş almak bazen onu rahatlatıyordu ve rahatlamaya ihtiyacı vardı.
Dolabındaki askılara bir göz attı, beyaz bornozunu arıyordu. Sonra bir müddet durdu ve eli dolabının arka tarafına uzandı, istediği şeyi bulana kadar dolabın iyice gerilerine gitti.
Sevgiyle giyilen eski bir elbise bulmuştu. Sarı ipeğin rengi solmuştu ama rengarenk tavuskuşu hâlâ cüretkar bir şekilde duruyordu. Kuyruğunu kaygısız bir şekilde dağıtmıştı, gözleri siyah boncuk gibiydi. Yumuşak kumaşı burnuna yaklaştırdı ve gözlerini kapayıp kokusunu içine çekti. Borkum Riff’in bayıltacak kokusu ve viski kokusu Papaz Wakefield’ı geri getirmişti, babasının duvarındaki önemsiz işler bunu yapamıyordu.
Birçok kez bu rahatlatıcı kokuyu içine çekmişti, üstünde Eski Baharat kolonyası diye bir not vardı. Yüzünü ipeğin rahatlatıcı çekiciliğine bastırmıştı, adeta Papaz Efendi’nin tombul kolları onu korurcasına sarmıştı ve ona sığınak olacağına dair söz veriyordu. Yaşlı adamın diğer kıyafetlerini Oxfam’a vermişti ama nedense bundan ayrılamamıştı.
Cübbeyi çıplak omuzlarına aldı, sıcaklığı onu şaşırtmıştı, sanki tenini okşayan bir parmak varmış gibiydi. Onu bedenine sarıp beline sıkı olmayan bir düğüm attı.
Fiona’nın baskınına karşı gözünü açık tutuyordu, koridordan banyoya doğru ilerledi. Şofben banyonun girişinde kutsal ilkbaharın, çirkin ve ebedi gardiyanı gibi duruyordu. Roger’ın diğer gençlik anılarından bir tanesi ise sıcak suyun akmasını sağlayan şofbenin çakmak taşını çakmaktı. Gaz tehlikeli bir tıslama sesi çıkarmış, patlama korkusuyla ter içinde kalan ve ölümün yakın olduğunu düşünen elleri çakmak taşından kaymıştı.
Şimdi ise şofben kendiliğinden yanıyordu. Gaz gümbürdemiş ve metal kalkan altındaki alevler yanmaya başlamıştı. Roger “sıcak” musluğunu açabildiği kadar açtı, sonra da ılınsın diye “soğuk” musluğunu açtı. Küvetin dolmasını beklerken aynanın karşısına geçip kendini izlemeye başladı.
Hiçbir şeyi eksik değil, diye düşündü. Kapının arkasından uzun yansıması görünmeden önce karnını içeri çekip sonra geri bırakmıştı. Yakışıklıydı. Uzun bacaklıydı ama leylek gibi bacakları yoktu. Acaba omuzlara doğru bedeni biraz sıskalaşıyor muydu? Kendini eleştirircesine kaşlarını çattı, yağsız bedenini öne arkaya büküyordu.
Sanki tıraşlıyormuş gibi elini kalın siyah saçlarının arasında gezdirdi. Kendini sakallı ve uzun saçlı hayal ediyordu. Gösterişli olur muydu? Bu durumda muhtemelen küpesi de olurdu. O zaman Edward Teach ya da Henry Morgan gibi korsana benzeyen bir görüntüsü olurdu. Kaşlarını yana doğru çekip dişlerini gösterdi.
“Grrrrrrrrrr,” dedi birden.
“Bay Wakefield?” dedi yansıması.
Roger korkarak gerileyince ayak parmağını eski küvetin çıkıntısına vurdu.
“Ahhhh!”
“İyi misiniz, Bay Wakefield?” dedi ayna. Kapı tokmağı vurulmuştu.
“Evet, tabii ki de iyiyim!” dedi kapıya öfkeyle bakarak. “Git, Fiona. Duş alıyorum!”
Kapının dışından kıkırdama sesi geliyordu.
“Bir günde iki kez demek. Defne kokulu sabun ister misin? Eğer istersen orada, dolapta var.”
“Hayır, istemiyorum,” diye karşılık verdi. Su seviyesi küvetin yarısına gelmiş, Roger muslukları kapatmıştı. Ani sessizlik rahatlatıcıydı, buharı ciğerlerine çekti. Sıcaktan irkilmişti. Suyun içine girdi ve dikkatle oturdu, sıcaklık bedenine nüfuz ettikçe yüzünün yavaş yavaş terlediğini hissediyordu.
“Bay Wakefield?” Ses geri gelmişti, ardıç kuşu gibi kapının diğer tarafından cıvıldıyordu.
“Git, Fiona,” dedi dişlerini gıcırdatarak, kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Etrafındaki buhar yükselmeye başlamıştı, bir âşığın kollarındaymış gibi rahatlatıcıydı. “İhtiyacım olan her şey var.”
“Hayır, yok,” dedi ses.
“Evet, var.” Gözleri sırasıra dizilmiş şişelerin, kavanozların, küvetin üstündeki rafın üzerinde gezindi. “Şampuan, üç çeşit. Saç tipine göre. Tıraş kremi. Tıraş makinesi. Vücut sabunu. Yüz sabunu. Tıraş sonrası losyon. Parfüm. Deodorant. Hiçbir şey eksik değil Fiona.”
“Peki havlu?” dedi genç kız tatlılıkla.
Banyoda havlunun olmadığından emin olmak için iyice baktıktan sonra Roger gözlerini kapadı, dişlerini sıktı ve yavaşça içinden ona kadar saydı. Sonra bunun çok etkili olmadığını fark edince bir kez de yirmiye kadar saydı. En sonunda ağzı köpürmeden cevap vereceğini düşündüğünde sakince seslendi.
“Tamam, Fiona. Lütfen kapının oraya bırak. Ve sonra lütfen… lütfen Fiona git.”
Geri çekilen ayak seslerinin itaatkar hışırtısı başarıyla tamamlanmıştı. Roger bir iç çekişle kendi başına kalmanın zevkini tadıyordu. Huzur. Sakinlik. Fiona’sız.
Şimdi, rahatça üzücü keşfini düşünebilirdi, kendini Brianna’nın gizemli gerçek babasını düşünürken bulmuştu. Adamın gerçekten bir çekiciliği olmalıydı; Claire Randall gibi bir kadını cezp edecek kadar etkili miydi?
Brianna’nın babasının İskoç olup olmadığını merak ediyordu. Yaşıyor muydu yoksa Inverness’da mı yaşamıştı? Claire’in kaygısının ne kadar yerinde olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Ve sakladığı sırların. Bu ondan istediği karışık ricaları da kapsıyor muydu? Brianna’yı ne Craigh na Dun’a götürmesini ne de ona Broch Tuarach kaptanından bahsetmesini istemişti. Ama neden?
Bu ani düşünce onun birden küvete oturmasına sebep oldu. Ya onun endişelendiği on sekizinci yüzyıl James yanlısı bir asker değilse, aynı zamanda adı da yoksa? Ya 1947 yılında kızının babası olan adamın adı James Fraser ise? Bu isim Kuzey İskoçya’da gayet yaygındı.
Evet, diye düşündü, bu her şeyi çok iyi açıklıyordu. Claire’in taş yapıyı kızına kendisinin göstermek istemesi belki gizli babasıyla ilgiliydi. Belki orası adamla tanıştığı yerdi ya da belki de Brianna’ya gebe kaldığı yerdi. Roger bu yerin şaşırtıcı bir buluşma noktası olduğunun farkına varmıştı. Lise yıllarında kızları oraya götürürdü, halkadaki pagan gizemin havası her zaman işe yarıyordu.
Roger’ın zihninde bir an, Claire’in güzel beyaz kollarının ve bacaklarının ilginç görüntüsü canlandı. Vahşice birbirine kenetlenmiş çıplak iki vücut… Kızıl saçlı adam bedenini zorluyor, iki beden yağmurda kayıyor ve ezilen çimlerin üstünde kirleniyorlardı. Kendinden geçmiş bedenler taşlar arasında kıvrılıyordu. Manzara o kadar şok ediciydi ki Roger titremiş ve sırtından akan ter banyodaki suyun buharına karışmıştı.
Yüce Tanrım! Bir daha görüştüklerinde Claire’in gözlerine nasıl bakacaktı? Peki Brianna’ya ne diyecekti? “Son zamanlarda iyi bir kitap okudun mu?” “En son hangi filmi izledin?” “Biliyor musun sen gayrimeşru bir çocuksun?”
Bu düşünceden sıyrılmak için kafasını iki yana salladı. Bir dahaki karşılaşmalarında ne yapacaktı? Boktan bir durumun içindeydi. Bu durumda yer almayı hiç istemezdi ama maalesef içindeydi. Claire Randall’ı seviyordu, Brianna Randall’ı da… Hatta doğruyu söylemek gerekirse genç kızı ondan daha çok seviyordu. Brianna’yı korumak, ne acı yaşayacaksa yaşasın onu korumak istiyordu. Ama bunun başka bir yolu yoktu. Onun yapacağı en iyi şey Claire Randall yapmak istediği şeyi yapana kadar çenesini tutmak olacaktı. Sonra zaten parçalar yerine oturacaktı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Tarihi - Aşk
- Kitap AdıKehribardaki Yusufçuk
- Sayfa Sayısı896
- YazarDiana Gabaldon
- ISBN9789944822756
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mart Menekşeleri ~ Sarah Jio
Mart Menekşeleri
Sarah Jio
Bir kadının yüreği sırlarla dolu bir denizdir… Gerçek aşkı yaşadığına inanan ünlü yazar Emily Wilson, kocasının başka bir kadını ona tercih ettiğini öğrenince, hayal...
- Aşk’ın Kandili Yunus Emre ~ Galip Argun
Aşk’ın Kandili Yunus Emre
Galip Argun
“Göz bir adım ötesini görür, Gönül ise ötelerinde ötesini…” Aşkın Kandili Aşkı nereye ve ne biçimde yazabilirsin? Hangi kalemin mürekkebi dayanır? Hangi nakkaş nakşeder...
- Yedi Gün Yedi Gece ~ Evangeline Collins
Yedi Gün Yedi Gece
Evangeline Collins
“Her Ladyship’s Companion’ın duyularla örülmüş dünyasına adım attığınızda, asla çıkmak istemeyeceksiniz!” Eşsiz bir güzellik… Bazı fedakarlıklar, diğerlerinden daha zordur. Babasının ölümünden sonra yokluk içinde...