Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kehribar Gözlü Tavşan – Saklı Miras
Kehribar Gözlü Tavşan – Saklı Miras

Kehribar Gözlü Tavşan – Saklı Miras

Edmund de Waal

“Elinizde tuttuğunuz kitap bir başyapıt.” Frances Wilson, Sunday Times En fazla kibrit kutusu büyüklüğünde 264 adet ahşap ya da fil dişi oyma Japon heykeli:…

“Elinizde tuttuğunuz kitap bir başyapıt.”
Frances Wilson, Sunday Times

En fazla kibrit kutusu büyüklüğünde 264 adet ahşap ya da fil dişi oyma Japon heykeli: Edmund de Waal, ilk defa büyük amcasının Tokyo’daki dairesinde karşılaştığı bu koleksiyona tam anlamıyla tutulur.

Yıllar sonra bu küçük heykelcikler, yani “netsuke”ler ona miras kaldığında, ailenin geçmişine dair hayal dahi edemeyeceği müthiş bir hikâyenin kapıları aralanır.

İmparatorluğun en ihtişamlı günlerini yaşadığı Odessa’dan ondokuzuncu yüzyıl sonu Paris’ine, kuşatma altındaki Viyana’dan II. Dünya Savaşı sonrası Tokyo’suna, Edmund de Waal sıradışı ailesinin fırtınalı yüzyılda süregiden öyküsünü anlatıyor. Neksuke’lerin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla, yolları Proust, Monet, Rilke gibi figürlerle kesişen zenginliğin doruğundaki sanat hamisi bir ailenin, Nazilerin iktidara gelişiyle iç burkan yıkımını ve hayatta kalma macerasını gözler önüne seriyor.

“Mikro-zanaat ile makro-tarihi umulmadık bir şekilde birleştiren bu kitap müthiş bir etki yaratıyor.”
Julian Barnes, Guardian, Yılın Kitapları Seçkisi

“Bilgece yazılmış değişik, sürükleyici bir kitap.”
A.S. Byatt, Guardian, Yılın Kitapları Seçkisi

“İncelikli. Mütevazı. Trajik. Homerik.”
Stephen Fears, Yılın Kitapları Seçkisi

ÖNSÖZ

Bir Japon vakfı, 1991’de bana iki yıllık burs verdi. Amaç mühendislik, gazetecilik, endüstri, seramik gibi farklı mesleki uğraşları olan İngilizlere bir İngiliz üniversitesinde temel Japonca bilgisi kazandırmaktı; bunu Tokyo’da geçirilecek bir yıl takip ediyordu. Dildeki akıcılığımız, Japonya’yla yeni bir iletişim çağının başlamasına yardımcı olacaktı. Programa ilk kabul edilenler bizdik ve beklentiler çok yüksekti.

İkinci yılımızda sabahlar, Shibuya’daki dil okulunda geçiyordu. Burası, ayaküstü yemek yenen yerler ve indirimli elektrikli eşya mağazaları karmaşasının bulunduğu yokuşun sonundaydı. Tokyo, 1980’lerin balon ekonomisinin yol açtığı hasarı yeni yeni onarıyordu. Banliyö ile şehir merkezi arasında mekik dokuyan çalışanlar, dünyanın en işlek yaya geçidinde duruyor ve sürekli tırmanan Nikkei Borsa Endeksi’ni gösteren ekranlara göz atıyorlardı. Metronun yoğun olduğu saatlerden kaçınmak için, evden bir saat önce çıkıp benden yaşça büyük bir başka bursiyerle –bir arkeologbuluşuyordum ve birlikte tarçınlı kurabiye yiyip kahve içerek derse gidiyorduk. Öğrencilik yıllarımdan sonra ilk kez ödevlerim, hem de adamakıllı ödevlerim oluyordu: Her hafta 150 kanji. Japon karakteri öğrenilecek; magazin gazetesinden bir surun incelenecek; her gün düzinelerce konuşma cümlesi tekrar edilecek. Hiçbir şeyden bu kadar çok korkmamıştım. Diğer genç bursiyerler, öğretmenlerle Japonca konuşup izledikleri televizyon programları ya da politik skandallar hakkında şakalaşıyorlardı. Okul yeşil metal kapılar ardındaydı, bir sabah onları tekmeleyip yirmi sekiz yaşında bir okul kapısı tekmelemenin nasıl bir şey olduğunu düşündüğümü anımsıyorum.

Öğleden sonraları bana aitti. Haftada iki gün, öğleden sonra bir seramik stüdyosundaydım. Burası, çay kâsesi yapan emekli işadamlarından, pütürlü, kırmızı kil ve hasırdan avangart takılar yapan öğrencilere kadar pek çok kişi tarafından paylaşılıyordu. Üyelik ücretini ödeyip bir sıraya ya da çömlekçi çarkına geçiyor ve başınızın çaresine bakıyordunuz. Ortam gürültülü değildi, ama neşeli bir uğultu vardı. İlk kez porselen eşyalar yapmaya başlamıştım; küplerimi ve çaydanlıklarımı çarktan alıyor, sonra da kenarlarını nazikçe itekliyordum.

Çocukluğumdan beri çömlek yapıyordum ve beni akşam kursuna yollaması için babamın başının etini yemiştim. İlk çömlegim yanardöner beyaz üzerine kobalt mavisi sıçratarak sırladığım bir kaseydi. Öğrencilik yıllarımda çoğu öğleden sonrayı çömlek atölyesinde geçirdim ve okulu henüz on yedi yaşındayken bırakıp, İngiliz çömlek ustası Bernard Leach’in hayranı olan sert mizaçlı bir adamın yanında çırak olarak çalışmaya başladım. Ustam bana malzemeye saygıyı ve amaca uygunluğu öğretiyordu: Gri, dayanıklı seramikten yüzlerce çorba kâsesi ve bal kavanozu yapıp yerleri sildim. Sırlama işlemine ve oryantal renklerin yeniden-kalibrasyonuna yardımcı oluyordum. Ustam hiç Japonya’ya gitmemişti, ama Japon çömlekleri hakkında raflar dolusu kitabı vardı: Kuşluk vakti kupalardan sütlü kahve içerken, bazı çay kaselerinin avantajlarını tartışıyorduk. Nedensiz el hareketlerinden kaçın, diyordu ustam: Azı karar, çoğu zarar. Sessizlikte ya da klasik müzik eşliğinde çalışıyorduk.

Japonya’da delikanlılık yıllarımın ortasında yaptığım staj nedeniyle, uzun bir yaz boyunca çömlekçilik yapılan köylerde -Mashiko, Bizen, Tambaaynı derecede sert mizaçlı ustaları ziyaret ettim. Kapanan panel perdelerin ya da çayevi bahçesinde taşların üzerinden akan suyun sesi birer epifaniydi, tipki her neon Dunkin’ Donuts dükkânının bende huzursuzluk yaratıp surat asmama neden olması gibi. Döndüğümde bir dergi için yazdığım makale bağlılığımın derinliğini belgeliyor: Japonya ve Çömlekçilik Etiği: Malzemelerinize ve yaşlılık izlerine hürmet etmek’.

Stajımı bitirdikten, ardından da üniversitede İngiliz edebiyatı okuduktan sonra, Galler sınırında, sonra da şehrin köhne mahallelerindeki sessiz, kiralık stüdyolarda kendi başıma çalışarak yedi yıl geçirdim. Hedefe odaklanmış biriydim, çömleklerim de öyleydi. Ve işte yine Japonya’daydım; dağınık bir stüdyoda, beyzbol hakkında gevezelik eden bir adamın yanında oturmuş, kenarlarını içe doğru bastırdığım bir küp yapıyordum. Halimden memnundum: Bir şeyler yolunda gidiyordu.

Haftada iki gün, öğleden sonraları Japon El Sanatları Müzesi Nihon Mingei-kan’ın arşiv odasında geçiriyor ve Leach hakkında bir kitap üzerinde çalışıyordum. Bu bir banliyöde yer alan, çiftlik evinden bozma bir müzeydi ve Yanagi Soetsu’nun Japon ve Kore el sanatları koleksiyonuna ev sahipliği yapıyordu. Filozof, sanat tarihçisi ve şair olan Yanagi, bazı nesnelerin -bilinmeyen zanaatkârlar tarafından yapılan çömlek, sepet, dokumalarneden bu denli güzel olduğuna dair bir teori geliştirmişti. Ona göre, bu nesneler bilinçaltındaki bir güzelliği yansıtıyorlardı, çünkü öyle çok sayıda yapılmışlardı ki zanaatkâr kendi egosundan sıyrılmıştı. O ve Leach, yirminci yüzyılın başlarında Tokyo’da yaşayan iki genç olarak sıkı dost olmuşlardı; birbirlerine hararetle okuduklan Blake, Whitman ve Ruskin eserleriyle ilgili heyecan dolu mektuplar yazıyorlardı. Tokyo’ya makul uzaklıktaki küçük bir köyde bir sanatçı kolonisi bile kurdular. Burada Leach, o yöreden gençlerin yardımıyla çömleklerini yapıyor, Yanagi, bohem arkadaşlarına Rodin ve güzellik üzerine söylevler veriyordu.

Bir kapıyla taş döşeme verini ofis muşambasına bırakıyordu ve arkadaki koridorun sonunda Yanagi’nin arşivi vardı. Burası, dorde iki buçuk metre boyutlarında küçük bir odaydı. Tavana kadar yükselen raflara Yanagi’nin kitapları dizilmiş, ayrıca defter ve yazışmalarını içeren karton kutular istif edilmişti. Bir çalışma masası ve tek bir ampul vardı. Arşivleri severim. Bu arşiv odası, fazla sessiz ve son derece kasvetliydi. Burada kitap okuyup notlar aldım ve Leach’in revizyonist geçmişini yazmayı planladım. Bu Japonizmle, yani Batı’nın yüz yılı aşkın bir süredir tutkulu ve yaratıcı bir şekilde Japonya’yı yanlış anlama şekliyle ilgili üstü kapalı bir kitap olacaktı. Japonya’nın sanatçılarda bu denli büyük ilgi ve coşku, akademisyenlerde ise, birbiri ardına yanlış yorumlara işaret etmeleriyle, bu denli huysuzluk yaratan özelliğinin ne olduğunu merak ediyordum. Bu kitabı yazmamın, ülkeye duydugum derin ve delice sevdadan kurtulmama yardımcı olacağını umuyordum.

Ve haftada bir gün öğleden sonrayı büyük amcam Iggie ile geçiriyordum.

Metro istasyonundan yokuş yukarı çıkıyor, parlak bira makinelerini, kırk yedi samurayın gömülü olduğu Senkaku-ji Tapınağı, bir Shinto tarikatına hizmet eden tuhaf, barok toplant salonunu, açıksözlü Bay X tarafından işletilen suşi barını geçiyor ve Prens Takamatsu’nun çam bahçesinin yüksek duvarının…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı
  • Kitap AdıKehribar Gözlü Tavşan - Saklı Miras
  • Sayfa Sayısı400
  • YazarEdmund de Waal
  • ISBN9786051419619
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviEverest Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Tek Yalnız Ben Değilim ~ Jean-Louis FournierTek Yalnız Ben Değilim

    Tek Yalnız Ben Değilim

    Jean-Louis Fournier

    Tek Yalnız Ben Değilim Jean-Louis Fournier’nin en melankolik, en hüzünlü ve belki de en vurucu anlatılarından biri. “Yalnız olmaktan bıktım artık, bıktım her geçen...

  2. Gizli Hayatım ~ WalterGizli Hayatım

    Gizli Hayatım

    Walter

    Bir çiftin, mutluluğun doruğuna ulaştığını okura anlatmak için bazı sözlere gerek vardı. Şehveti ve seksi tüm doğallığıyla sunmak gerektiğine inanıyordum. Böylece özel yaşantımı özgürce,...

  3. Yaşamak ~ Cahit ZarifoğluYaşamak

    Yaşamak

    Cahit Zarifoğlu

    Yeni Türkçe’deki hatıra türünün en yetkin örneklerinden biri olan Yaşamak, toplumsal olarak bir ışığa dönüştürmek istediğimiz acıya, bireysel bir dünyada aydınlık sağlamaktadır. Zarifoğlu, çevremizde...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur