Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kedi Gülüşü
Kedi Gülüşü

Kedi Gülüşü

Deniz Kavukçuoğlu

Kediler… Meleklikten şeytanlığa, can yoldaşından nanköre… Binlerce sıfatlarıyla ömürlerimizin süsü, iki kulaklı çiçekleri… Deniz Kavukçuoğlu, sanat dünyasından ve yaşamdan kedileri anlattığı bu kitabında onların…

Kediler… Meleklikten şeytanlığa, can yoldaşından nanköre… Binlerce sıfatlarıyla ömürlerimizin süsü, iki kulaklı çiçekleri…

Deniz Kavukçuoğlu, sanat dünyasından ve yaşamdan kedileri anlattığı bu kitabında onların aslında iç dünyamızda tuttukları kaleleri dile getiriyor. O kaleler ki kedi severlerin en yıkılmaz duvarlarıyla örülmüştür. Mırıltılarının, yumuşacık tüylerinin ve tabii ki sipsivri tırnaklarının başımızın üstünde yeri var.

1995 yılının ağustos ayıydı. Yumak henüz on aylıktı. Feneryolu’nda hat boyuna bakan, yeşillikler içinde, on iki katlı yüksek bir apartmanın üçüncü katında üç oda bir salonlu güzel bir evde iki kedimle tek başıma yaşıyordum. Evin düzeni kedilerimin oldukça özgür hareket etmelerine olanak sağlıyordu. Odaların halı kaplı zemininde, uzunca koridorun, mutfağın, banyonun taş döşemelerinde diledikleri gibi oynayabiliyorlar; balkona çıkarak, pencere pervazlarına tüneyerek bıyıklarını, dudaklarını titrete titrete, iç çeke çeke çam ağaçlarının dallarına konup kalkan güvercinleri izleyebiliyorlardı.

Tan Oral’ın Kedice Bir Miyavlama Denemesi’nde sözünü ettiği gibi, kedi dilinde bizim pek anlayamadığımız bazı sözcükler bulunuyor fakat onlar bu sözcükleri bize karşı hiç kullanmıyorlar. “Bunların en ilginç olanı kuş gördükleri zaman söyledikleri şeyler”dir; kuşlara karşı engelleyemedikleri bir çene düşüklüğü görülüyor kedilerde. Kuş seslerine benzer sesler çıkartırken bıyıkları titriyor, çeneleri birbirine çarpıyor. “Kedi, bir kuşu yakalamak amacıyla sotaya yattığı zaman, özellikle de kuş uzakta ise, durum da umutsuz gibiyse işte bu çene düşüklüğü o zaman ortaya çıkıyor.” Kuşları daha rahat görebilsinler diye onlar için kapısı hep açık duran okuma odamın penceresinin önüne tabandan tavana kadar yükselen, dilediklerinde oturaklarına kurulup dışarıyı izleyebilecekleri bir “kedi ağacı” yaptırmış, tırnaklarını bilemeleri için de ağacın alt kısmına iki karış boyunda kalın bir urgan sardırmıştım. Bileme urganı sayesinde odalardaki halıların ömrü biraz daha uzayabilecekti. Özveride bulunmadan kedili bir yaşam sürdürülemeyeceğini Patik’in eve gelişiyle anlamıştım. Bizler için farklı işlevleri, farklı önemleri olan “şeyler” kediler için hiçbir anlam ifade etmediğinden masaların, sehpaların, büfelerin üzerinde; bibloların, saatlerin, fotoğraf çerçevelerinin arasında rahatça dolaşıyor; bizim duyduğumuz, “Acaba bir şey düşer de kırılır mı?” korkusunu taşımıyorlardı onlar. Aynı korkusuzluk perdeler, örtüler, havlular, halılar için de geçerliydi. Özellikle de bornozlar için…

Selçuk Erez’in sözleriyle, “Kediler bornozumuzu bizim kadar seviyorlar”dı. Kısacası gülü seven, dikenine de katlanıyordu kedili yaşamda. Ama tüm bu ve buna benzer kabullenişlere karşın, kedili yaşamların özel tarihlerinin, aynı zamanda kediler ve sahipleri arasında sürdürülen sürekli savaşımların da tarihi olduğu bir gerçektir. Bu sürekliliğin temel nedeninin kedilerin “eğitilemezliği” olduğunu sanırım yinelemeye gerek yoktur. Kedilere, “Bak pisi pisi, bu masadır, bu antika bir biblodur, bu da pahalı bir perdedir” diyerek tek tek eşyaları tanıtmanın, onların önemini anlatmanın hiçbir yararı olmaz. Kedilerin dinler gibi görünüp hiç dinlemedikleri, dinlemediklerini de en yapmamaları gerekeni hemen yaparak göstermeleri bir tür “sportif alışkanlık”tır. Kedilerin bu alışkanlıklarından vazgeçeceklerini düşünmek tek sözcükle safdilliktir.

Çünkü bugüne kadar hiçbir kedinin kendi koyduklarının dışında bir disipline uyduğu, bir otoriteye baş eğdiği görülmemiştir. Bu uymazlık ve baş eğmezlik en “insanlaşmış” sanılan kediler için de geçerlidir. Eğer tersi olsaydı fizik görünüşleri dışında insanlardan ne farkları kalırdı ki onların? O yıllarda yalnız bir yaşam sürmekle birlikte evinin düzenine, eşyalarına özen gösteren bir insandım. Eve taşınmazdan önce tüm odaları duvardan duvara uçuk mavi renkte halıyla kaplatmış, yeni mobilyalar satın almıştım. Bir süre sonra rastlantılar sonucu kedili yaşama geçince o halıyı da, mobilyaları da kedilerim sahiplendiler.

Tırnaklarını törpülemek için en uygun yerler olarak o halıyı ve o koltuk takımını seçtiler. Eğer siz de bir kedi sahibiyseniz, sevgili kedinizin koltukları, kanepeleri, halıları tırnak törpüsü olarak kullanmasının hoş bir durum olmadığını, her suçüstü yakaladığınızda, “Yapma! Dur!” diye haykırmalarınızın onlar için bir anlamı olmadığını bilirsiniz. O an için durup suratlarında beliren şaşkın ifadeyle size bakarlar. Niçin böyle feveran ettiğinizi anlamadıkları açıkça ortadadır.

Gerçekten de bir kediye, “Dur! Yapma!” demek çoğu zaman boşa nefes tüketmekle eşanlamlıdır. Üstelik kendilerince haklılardır da! Onların gözüyle bakıldığında, evin içinde tırnak törpülemek için en uygun olan “şeyleri” tırmalamanın yanlış olduğunu kim söyleyebilir? Bizi kızgın görmekten hoşlanmasalar da, yapmak istedikleri şeyden ödün vermiyorlar. İşin belki daha da can alıcı olan yanı öfkelenmemize neden olan davranışlarının ne olduğunu anlamamalarıdır.

Kedilerimizi suçüstü yakaladığımızda bağırmamız, çağırmamız, tepinmemiz onların öfkemiz ile tırmıkladıkları eşya arasında bir bağ kurmalarını sağlamaz. Ne var ki anlayışın da bir sınırı vardır. Çeşitli önlemlerle ortak evimizin en azından bir bölümünü, kendime ait düzeni koruma altına almak zorundaydım. Kedilerim bu önlemleri özgürlüklerine karşı yapılan bir haksızlık olarak görüp bana bunu her olanakta göstermek isteseler de, sabahları evden ayrılmadan önce onları salondan çıkartıyordum. Fakat bunu başarmak sanıldığı kadar kolay değildi. Duşumu alıp tıraşımı olduktan sonra sıra giyinmeme geldi mi başlarına gelecekleri anlıyor, her biri bir yana kaçıp saklanıyordu. O andan itibaren eşyası bol salonun içinde oldukça uzun süren bir aramaca, kovalamaca, yakalamaca faslı başlıyordu. Dünyanın en zor şeylerinden biri, üzerindeki oymalı tacı tavana değen yüksek bir antika büfenin tepesine çıkmış, refleksi mükemmel bir kediyi oradan aşağıya indirmektir. Bin kez de çağırsam hiç oralı olmayacağını bildiğimden her defasında bir sandalyenin üzerine çıkarak yakalamaya çalışıyordum onu. Patik’ten sonra sıra Yumak’a geliyordu. O, abisi kadar çevik olmadığından genellikle koltukların, kanepelerin, masaların altlarını, dolapların arkalarını yeğliyordu. Ona ulaşmak Patik kadar zor olmasa da gene de belli bir çaba gerektiriyordu.

Sonunda ikisini de salondan çıkarmayı başarıyor, fakat her sabah yinelenen bu kovalamacalardan yorgun düşüp ter içinde kalıyordum. Bana, haklı olarak, “Bırak, nerede kalmak istiyorlarsa orada kalsınlar” diyebilir ya da, “O odada bıraksan dünyanın sonu mu gelir?” diye sorabilirsiniz. Onları o odada bırakmak doğal ki, dünyanın sonu değildi, fakat o zaman akşam eve döndüğümde karşılaşacağım olası korkunç görüntülere hazırlıklı olmam gerekecekti ki, bunu da ancak ben ve benzeri durumları yaşayanlar bilebilir. Bir keresinde İran kedisi sahibi kedisever bir arkadaşımın aklına uymuş, sabah evden çıkarken tüm odaların kapılarını açık bırakmıştım.

Ne var ki akşam eve döndüğümde ortalığı temizlemem üç saatimi almıştı. İçki barına dönüştürdüğüm eski bir Kastamonu sandığının üzerinde duran kristal likör karafakisi ile bir konyak şişesini kırmışlar, vişne likörü konyak karışımı sıvıyı emen uçuk mavi halının üzerinde kızıla çalan pas renginde büyük bir leke oluşmuştu. Benim kedilerim, arkadaşımın “soylu” İran kedisi gibi uysal değillerdi. El kadarken gelmiş de olsalar onlar sokak kedileriydi; sokağın özgür havasını solumuşlardı bir kez. “Benim kedilerim” olmalarının nedeni de gözlerini dünyaya sokakta açmış olmalarıydı zaten. Ertesi sabah Patik’i antika büfenin tepesinden indirip odadan çıkarttıktan sonra Yumak’ı altı tane ahşap sandalyenin çevrelediği yemek masasının altında yakalamıştım. Yirmi dört sandalye ve dört masa ayağının tam ortasında oturmuş, tedirgin gözlerle hareketlerimi gözlüyordu. Bir süredir onları yakalamakta eskisi kadar zorlanmıyordum. Etkili bir “silah” edinmiştim. Kadıköy Çarşısı’nda bir oyuncakçının önünden geçerken vitrinde bir plastik su tabancası görünce kafamda bir şimşek çakmıştı. Kediler sudan ürküyorlar, üzerlerine su sıçramasından nefret ediyorlardı.

Öyleyse günlük sabah kovalamacalarımızda “su”dan yararlanabilirdim. Ertesi gün denediğim ilk tabanca operasyonum başarıyla sonuçlandı; tabancanın namlusundan ilk fışkıran suyla birlikte kediler odadan kaçtılar. Bu başarılı “operasyonlar” Yumak’ı o sandalye ve masa ayaklarının ortasında yakalayana kadar iki-üç hafta sürdü. Masanın çevresindeki sandalyelerden birini çekip açılan yere dizüstü çöktüm. O sabah Yumak’ın davranışlarında bir başkalık vardı. Olduğu yerde bir heykel gibi hiç kımıldamadan duruyordu.

Önceki günlerde gözleri elimdeki su tabancasında olurken, bu kez yalnızca gözlerimin içine bakıyordu. Tedirgin olmuştum. Parmağım tabancanın tetiğine gitmiyordu. Karşımda heykel gibi durup gözlerimin içine bakan bir kediye su sıkmak, aynı hareketi her zamanki kovalamacalar sırasında arkalarından koşarak yapmaktan çok farklıydı. Su operasyonları en fazla bir-iki dakikada sonuçlandığından bunu artık giyinik durumda yapıyordum. O sabah da giyinip kuşanmış, kravatımı özenle bağlayıp çıkmaya hazırlanmıştım. Yetişmem gereken önemli bir iş toplantısı vardı.

Birkaç kez elimdeki tabancayı sallayarak, “Hadi dışarı!” diye bağırdım. Yumak hiç oralı olmuyor, beni hipnotize etmek ister gibi gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. O sırada kapının zili çaldı. Beni almaya gelen şoför iki kez klakson çalmış, ne var ki ben her sabah yaptığım gibi balkona çıkıp “geliyorum” anlamında el sallamayınca bu kez kapının zilini çalmıştı. Kapının zili de Yumak’ı yerinden kıpırdatmayınca anladım ki “iyilik”le olmayacaktı, tabancanın namlusunu kaşlarının ortasına doğrultup tetiğe bastım. Kaşlarının ortasından aşağıya doğru sular süzülmeye başladı. Alnı, uzun kirpikleri, burnu su içinde kalmıştı, ama inat etmişti ya bir kez, gene bir milim bile oynamadı yerinden. Tetiğe iki kez daha bastım. Artık kulakları, bıyıkları, ağzı, bir aslan yelesini andıran uzun boyun tüyleri de sırılsıklam olmuştu. Direnci karşısında ne yapacağımı bilemez durumdaydım, çaresizlik içindeydim.

Gösterdiği direncin, korkusuzluğunun nedenini düşünmeyi çoktan bırakmış, başka bir çözüm arıyordum. Çevik bir atakla yakalamayı deneyecek olsam silkelenecek, üstüm başım, ipek kravatım ıslanacaktı. Soyunup dökünmek içinse hiç zamanım kalmamıştı. Bunları aklımdan geçirirken o oturduğu yerden doğruldu, boynu bükük, fakat gözleri gene gözlerimde ağır adımlarla bana doğru geldi, dizlerimin dibine oturdu. Sonra pantolonumun ütü çizgisinin tam ortasına gelecek biçimde ıslak başını sağ dizime dayayıp gözlerini yumdu. Mırıldanmaya başladı.

O anda onu okşamaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Parmaklarım ıslak tüylerinin arasında, onunla ilk karşılaştığımız günü anımsadım. Soğuk ve yağmurlu bir aralık akşamıydı. Başımda berem, sırtımda paltom Feneryolu Sabit Pazarı’nın kepenkleri inmiş dükkânlarının arasından geçerek Bağdat Caddesi’ne çıkan bir sokağın içindeki lokantaya gidiyordum. Pazarın sonuna doğru ince bir “miyav” sesiyle önüme çıkmıştı. Küçücük bir yavrucuktu. Tüylerinin diplerine kadar ıslanmıştı. Eğilip sevdim. Kocaman gözleri, kulaklarının içinden fışkıran tüyleri, olağanüstü uzun bıyıklarıyla şirin bir tekirdi. Aç olduğunu düşünerek pazarda o saatte açık kalmış tek dükkân olan pasta fırınından poğaça alıp plastik kap içinde ufalayarak bir duvar dibine koydum. Hiç ilgilenmedi. Aklı bendeydi. Yanından uzaklaşınca miyavlayarak arkamdan geldi. Durdum, o da durdu. Ben yürümeye başlayınca gene peşime takıldı. Beni izlemeye kararlıydı.

Caddeye yaklaşırken birden sola, çay bahçesine doğru koşup duvarından kaldırıma atladım. Bir süre bekledikten sonra “miyav” sesini duymayınca koşar adım caddenin karşı tarafına geçtim. Lokantadan çıktığımda neredeyse geceyarısı olmuştu. İçtiğim bir şişe kırmızı şarabın etkisiyle başım hafifçe esrik, dönüşte gene pazar yoluna girdim. Girer girmez de beni o incecik “miyav” sesi karşıladı. Kedicik yolun ortasına oturmuş, beni bekliyordu.

Yanına gidip yere çömeldim. Daha dokunmadan paltomun koluna, oradan da omzuma sıçradı. Bir-iki kez sağa sola sallandım, bana mısın demedi. Ayağa kalktım. Pençelerini paltoma geçirmiş, kulağımın dibinde mırıldıyordu. “Peki, kedi” dedim, “şimdi seninle yürüyeceğiz, evin kapısına kadar omzumdan inmezsen benim kedim olacaksın, tamam mı?” Birlikte yolun sonuna kadar yürüdük, Feneryolu Tren İstasyonu’nun arkasındaki alanı geçtik, altgeçidin basamaklarını inip çıktık, Fenerli Ahmet Sokak’ta da yüz elli metre kadar yürüdükten sonra Gökdelen Apartmanı’na geldik, asansörle üçüncü kata çıktık, artık evimizdeydik. Omzumdan indi, Patik’le burun buruna gelince bir an durdu, sonra boylu boyunca halının üzerine uzandı. Bir karış bile yoktu henüz. Leonardo da Vinci’nin, “Minicik bir kedi yavrusu bir sanat şaheseridir” dediği söylenir ya, bu kedicik de öyleydi. Patik’le çok çabuk anlaşıp kaynaştılar. Adını Yumak koydum. Oldukça iri, uzun tüylü, kocaman kafalı, kuyruğu görkemli, tembelliğe teşne, fakat “iyi” bir erkek kedi olarak gelişti. Elimde su tabancası, yerde, dizlerimin üzerinde otururken o minicik kedinin geçirdiği evreler birer film karesi gibi geçiyordu gözlerimin önünden.

Onun varlığı, hemen çıksam da artık yetişemeyeceğim o iş toplantısından daha önemliydi benim için. “Seni üzdüm güzel kedim, bağışla beni” dedim, alnını öptüm. Dudaklarım ıslandı. Bu kez bir çocuğun babasına baktığı gibi güvenle baktı bana. Birlikte odadan çıktık, peşimize Patik’i de takıp yatak odasına gittik. Üzerimdekileri çıkartıp bir şort giydim altıma. Üçümüz o güneşli güzel günü balkon ile mutfak arasında tembellik yaparak geçirdik. Bir daha da elime almadım o plastik su tabancasını. Yumak bana o gün kedilerin de hüzünlenebileceğini, duydukları hüznün gözlerine de yansıyabileceğini öğretmekle kalmadı, Tomris Uyar’ın sevgili kedisi Cahide için söylediği gibi, “çok şişman ve çok güzel bir kedinin sıska ve hırpani sokak kedileri kadar zeki ve duyarlı olabileceğini de” öğretti. Birçok kedi sahibi, özellikle de erkekler, hayvanlarından kendilerine itaat etmesini bekler. Oysa kedinin doğasında itaat yoktur. Disiplin, denetim, boyun eğmek, saygı göstermek gibi kavramlara yabancıdırlar. Onların dünyasında “herkes bildiği gibi yaşasın” ilkesi geçerlidir. Böyle bir hayvan eğitilebilir mi? Tam tersine kedileri eğitmek amacıyla başvurulan her ceza bir bumerang gibi geri döner. Kediler, kalıtsal olarak cezaya alışkın köpeklerin aksine, kendilerini cezalandıranı bağışlamazlar ve başlarına geleni unutmazlar.

Daha da kötüsü size olan güvenleri sarsılır ve sizden korkmaya başlarlar. Mutlaka gözlemlemişsinizdir, bir yavru kedi kardeşleriyle oynarken onların canını yakarsa, karşılığında bir tırmık ya da ısırık alır. O anda duyduğu acı ona oyun sırasında neler yapmaması gerektiğini öğretir, fakat o bunu bir “ceza” olarak görmez. Yavru kediler sütten kesildikleri andan itibaren bağımsız birer avcıdırlar; kimse onlara ne yapmaları gerektiğini söylemez ve davranışlarını düzeltmeye çalışmaz. Bu nedenle yetişkin bir kediyi cezalandırdığınızda, büyük olasılıkla yaptığınız şeyin amacını anlamaz ve ona zarar vermeye çalıştığınızı düşünür. * Kediler özür dilemeyi de bilmezler. Kendilerini güvende ya da mutlu duyumsamak için bir grubun içinde olma ya da bir grupla özdeşleşme gereksinimi duyan ve yaptıkları yanlışlardan ötürü grubun diğer üyelerine karşı pişmanlıklarını gösteren simgeler geliştirmiş olan insanlardan ve köpeklerden farklı olarak doğada yalnız yaşayabilen bir hayvanın kendini bağışlatmak gibi bir gereksinimi yoktur. Bir kediyi azarladığınızda o hiçbir şey olmamış gibi başını çevirir, patilerini yalamaya başlar.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Onu Ben Öldürdüm Leonardo ~ Deniz KavukçuoğluOnu Ben Öldürdüm Leonardo

    Onu Ben Öldürdüm Leonardo

    Deniz Kavukçuoğlu

    “Boşlukları başka insanlarla dolduruyordu Gizem. Bense kitaplarla… Leonardo da Vinci’nin yaşamını okuyordum. Kudurmuş bir halk yığını, alçıdan yaptığı Sforza heykelini parçaladığında, büyük usta, heykelin...

  2. Zarife ~ Deniz KavukçuoğluZarife

    Zarife

    Deniz Kavukçuoğlu

    “Teknenin burnunda ayakta duran bir grup kızla konuşurken, bir ara eskiden izlediğim Türk filmlerinden sahneler canlandı gözümde. O filmlerde de böyle görüntüler vardı. Mutlu...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Memleket Hikâyeleri ~ Ayfer TunçMemleket Hikâyeleri

    Memleket Hikâyeleri

    Ayfer Tunç

    “Bu topraklarda doğan herkes gibi ben de kusurlu genlerimizden az çok taşıyor olmalıyım ki anlattığım küçük hikâyelerin hangisini yaşadım, hangisini dinledim, hatta bazılarını farkında...

  2. Derviş Hüneri ~ Nuri PakdilDerviş Hüneri

    Derviş Hüneri

    Nuri Pakdil

    İstanbul’a veda etmenin derin hüznü ‘Derviş Hüneri’. Pakdil trende giderken, el sallıyor gibi Sirkeci, Bostancı, Süleymaniye, Üsküdar… Dile gelmiş perde, kitap kolileri ve apartman...

  3. Kullanılmış Biletler ~ Murathan MunganKullanılmış Biletler

    Kullanılmış Biletler

    Murathan Mungan

    Sinemayı tutkuyla sevmiş bir edebiyatçının kaleminden, sinema seven okurlar için keyifli seyirler… Kullanılmış Biletler, Murathan Mungan’ın sinema yazılarını bir araya getiriyor. Farklı tarihlerde yazılmış,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur