İki kadın. İki dönem. İki hayat.
Tek bir amaç: dayanışma!
Günümüz, Paris. Solène hukuk kariyeri için hayallerini, arkadaşlıklarını, aşkını feda etmiş bir avukat. Ama artık yolunu kaybetti, tükendi… Psikiyatristi, tekrar ayağa kalkmasına yardımcı olabilmesi için gönüllülük faaliyetlerinde yer almasını öneriyor. Solène çok istekli olmasa da denemeye karar veriyor ve bir kadın sığınmaevine, “Saray”a arzuhâlci olarak gitmeye başlıyor. Toplumun dışına itilmiş, şiddet ve kayıtsızlıkla hırpalanmış kadınlarla işi kolay değil. Mesafeli, zor ve hırçınlar. Solène ya dayanamayıp eski, mutsuz hayatına geri dönecek ya da sabredip onları tanımak için kendine bir şans verecek.
1925, Paris. Blanche Peyron hayatının anlamını keşfetmiş, mücadeleci, yoksulluğa savaş açmış bir kadın. İmkânsızı başarmak istiyor: Paris Belediyesinin bile satın almaya gücünün yetmediği o “Saray”ı alarak toplumdan dışlanan kadınlar için bir yuvaya dönüştürmek.
Laetitia Colombani, bugün Paris’in merkezinde tüm ihtişamıyla yükselen Kadın Sarayı’nın kuruluş hikâyesini, sakinlerinin trajedilerini, sefaletlerini; aynı zamanda tutkularını, yaşam güçlerini ve cömertliklerini keşfetmeye davet ediyor bizleri. Çünkü orada; eski evsizler, ağır şartlarda yaşamış, şiddete ve istismara uğramış çaresiz kadınlar değil; alın yazısına kafa tutan, yaşamak ve devam etmek arzularını haykıran bedenler var. Seslerini duyuyor musunuz?
Zemin buz gibi soğuk.
Burada, kollarım iki yana açık, alnım soğuk taşın üstünde
yatarken aklıma gelen ilk düşünce bu.
Bugün burayı ebedi ikametgâhım olarak seçiyorum.
Ebediyete kadar kendimi Tanrı’ya adamaya yemin ediyorum.
Kararımı verdim.
Hayatımı bu duvarlar arasında geçireceğim.
Kendimi, onun bir parçası olmak için dünyadan soyutlamak
istedim.
Böylece dünyanın hem ortasındayım hem de uzağında.
Burada kendimi, etraftaki hareketli mahallelerde olduğundan
daha faydalı hissediyorum.
Zamanın durduğu bu manastırda,
Gözlerimi kapatıp dua ediyorum.
Duaya ihtiyacı olanlar için;
Hayatın yaraladığı, yıprattığı,
Yol kenarında bıraktığı insanlar için dua ediyorum.
Soğukta olan, aç olan,
Ümidini yitirmiş, şevkini kaybetmiş insanlar için dua ediyorum.
Hiçbir şeyi olmayanlar için dua ediyorum.
Dualarım manastırın duvarları arasından,
Bu bahçeden, bu bostandan,
Kışın buz gibi soğuk olan bu kiliseden,
Bana verilen bu hücre gibi odadan
Gökyüzüne yükseliyor.
Sizler bu dünyadan geçip giderken
Durmayın, dans etmeye devam edin.
Ben burada, sessizlikte ve gölgede dua ediyorum.
Bütün bu gürültü patırtının ortasında
Olur da düşerseniz
Sımsıcak ve güçlü bir elin,
Dost bir elin
Hiç yargılamadan
Sizi tutup düştüğünüz yerden kaldırması
Ve dans etmeye devam etmek üzere
Sizi hayatın girdabına geri döndürmesi için dua ediyorum.
İsimsiz bir rahibe,
Kutsal Haç Rahibe Manastırı,
XIX. yüzyıl
1
Paris, bugün
Her şey bir anda oldu. Solène, Arthur Saint-Clair ile birlikte duruşma salonundan çıkıyordu. Ona, hâkimin kendisine karşı gösterdiği sert tutumu ve verdiği kararı anlayamadığını söylemeye hazırlanıyordu. Ağzını açmaya dahi vakti olmadı. Arthur Saint-Clair ani bir hamleyle cam korkuluğun üzerinden atladı. Kendini Adalet Sarayı’nın altıncı katından merdiven boşluğuna bıraktı. Bedeni, sonsuzluğu andıran birkaç saniye boyunca boşlukta süzüldükten sonra yirmi beş metre aşağıdaki zemine çakıldı. Solène devamını hatırlamıyordu.
Olayın görüntüleri bölük pörçük, ağır çekim bir film gibi gözünün önüne geliyordu. Bayılıp düşmeden önce çığlık atmış olmalıydı. Uyandığında duvarları beyaz badanalı bir odadaydı. Doktorun teşhisi iki kelimeden oluşuyordu: burn-out. Solène, doktorun kendisinden mi yoksa müvekkilinden mi bahsettiğini anlayamadı önce. Sonra hikâyenin bütün parçalarını bir araya getirmeyi başardı.
Vergi kaçakçılığıyla suçlanan nüfuzlu iş adamı Arthur Saint-Clair’i uzun zamandır tanıyordu. Kaç kere evlenip boşandığından sevgililerine, eski eşlerine ödediği nafakalara hatta yurt dışı seyahatlerinden çocuklarına getirdiği hediyelere kadar, hayatı hakkında her şeyi biliyordu. Sainte-Maxime’deki villasına, gösterişli bürosuna, Paris’in VII. Bölge’sindeki muhteşem dairesine defalarca gitmişti. Özel hayatına ve bütün sırlarına hâkimdi. Solène duruşmaya hazırlanmak ve hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamak için aylarca çalışmış; gecelerini, tatillerini, bayramlarını feda etmişti. O çok iyi bir avukattı. Son derece çalışkan, mükemmeliyetçi ve sorumluluk sahibiydi. Yetenekleri, çalıştığı ünlü avukatlık bürosunda istisnasız herkes tarafından takdir ediliyordu. Hukuk dünyasının inişli çıkışlı olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçekti.
Buna rağmen Solène böyle bir cezayı hiç beklemiyordu. Hâkim, müvekkilini hem hapis cezasına hem de milyonlarca avroluk tazminat ödemeye mahkûm etmişti. Hayatı boyunca ödese bitiremezdi. Adına leke sürülmüş, toplumdaki bütün itibarı yerle bir olmuştu. Ve Saint-Claire buna tahammül edememişti. Kendini Paris Adalet Sarayı’nın derin ışık kuyusuna atmayı tercih etmişti. Mimarlar bunun haricinde her şeyi düşünmüşlerdi.
Mükemmel tasarımlı şık bir bina, bir “cam ve ışık sarayı” tasarlamışlardı. Binanın dış cephesini her türlü saldırıya direnç gösterecek malzemelerden seçmişler; girişine güvenlik kapıları, kontrol birimleri, kameralar yerleştirmişlerdi. Binanın bulunduğu alan her türlü izinsiz girişi engelleyecek biçimde elektronik kapılarla, görüntülü diyafonlarla ve son model ekranlarla donatılmıştı. Tasarımcılar planlarında tek bir şeyi atlamışlardı: Adaletin zaman zaman, artık hiçbir ümidi kalmamış insanlara da dağıtıldığını. Altı katlı binanın duruşma salonları beş bin metrekarelik bir avluya açılıyordu. Yirmi sekiz metre yüksekliğindeki tavanıyla insanın başını döndürüyordu. Adaletin mahkûm ettiklerinin aklına kötü fikirler sokması da cabasıydı. Hapishanelerde mahkûmların intihar etmelerine engel olmak için her türlü güvenlik önlemi alınıyordu. Burada ise hiçbir önlem yoktu. Merdiven boşluklarının önüne basit korkuluklar konmuştu. Saint-Clair de tek adımda korkuluğu aşıp boşluğa atlamıştı. Solène’e musallat olan bu görüntü bir an olsun aklından çıkmıyordu.
Müvekkilinin Adalet Sarayı’nın mermer zemininde paramparça olmuş hâlde yatan bedeni gözünün önünden gitmiyordu. Ailesini, çocuklarını, dostlarını, çalışanlarını düşünüyordu. Ölmeden önce yanında olan ve onunla en son konuşan kişi kendisiydi. İçini kemiren pişmanlık duygusuna engel olamıyordu. Nerede hata yapmıştı? Ne söylemesi yahut ne yapması gerekirdi? Bu korkunç sonucu öngörüp bir önlem alabilir miydi? Arthur Saint-Clair’in nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu gayet iyi biliyordu, bununla birlikte bu hareketini açıklayamıyordu. Solène müvekkilinde en ufak bir ümitsizlik, çöküntü ya da patlamaya hazır bomba olduğunu sezdirecek bir işaret görmemişti. Yaşadığı olayın şoku hayatında bir sarsıntıya yol açtı. Solène yıkıldı. Duvarları beyaz badanalı odada yataktan hiç çıkmadan, perdeleri dahi açmadan günlerce yattı. Işığa tahammülü yoktu. En ufak bir hareket için bile insanüstü bir çaba harcaması gerekiyordu.
Çalıştığı avukatlık bürosundan gelen çiçeklerdeki kartları ve meslektaşlarının gönderdikleri moral mesajlarını okumaya dahi gücü yoktu. Benzini bittiği için aniden yolda kalan bir araba gibi duruvermişti. Henüz kırk yaşında tükenmişti…
Burn-out. Kelime İngilizcede kulağa daha hafif, daha modern geliyordu. Depresyon kelimesinden çok daha hoştu. Solène başta inanmamıştı. O değildi, hayır, bahsettikleri kişi kendisi değildi. Onun, dergilere sayfalarca içini döken o zayıf insanlarla alakası yoktu. Daima güçlü, aktif ve hareket hâlindeydi. O, ayakları sapasağlam yere basan bir insandı, en azından öyle olduğunu düşünüyordu. “Mesleki sürmenaj sık görülen bir hastalıktır,” dedi psikiyatrist sakin ve tumturaklı bir sesle. Psikiyatristin kullandığı serotonin, dopamin, noradrenalin gibi tıbbi terimleri ve anksiyolitik, antidepresan, benzodiazepin gibi son derece renkli ilaç isimlerini tek kelime anlamadan dinledi. Psikiyatrist ona geceleri uyuyup sabahları uyanmasını sağlayacak birtakım ilaçlar yazdı. Yaşamasına yardımcı olacak haplar. Oysa her şey gayet güzel başlamıştı.
Refah düzeyi yüksek bir banliyöde doğan ve ailesinin kendisi için büyük ümitler beslediği Solène; akıllı, hassas ve çalışkan bir çocuktu. Anne babası hukuk fakültesinde profesör olan Solène’in bir de kız kardeşi vardı. Eğitim hayatı boyunca hiçbir güçlükle karşılaşmamış, yirmi iki yaşında Paris Barosu’na kabul edilmiş ve ünlü bir avukatlık bürosunda ortak olarak çalışmaya başlamıştı. Buraya kadar her şey normaldi. Elbette çok fazla çalışıyor; hafta sonlarını, gecelerini, tatillerini aldığı dosyalara feda ediyor, çok fazla uykusuz kalıyor, davalarının ve randevularının ardı arkası kesilmiyordu. Hayat, son sürat giden ve durdurulması mümkün olmayan bir tren hızıyla akıyordu. Bir de Jérémy vardı; öncekilerden çok daha fazla âşık olduğu ve bir türlü unutamadığı sevgilisi. Jérémy çocuk istemiyordu, bağlanmak istemiyordu. Bunu ona açıkça söylemişti ve bu seçim kendisine de uyuyordu. Solène, bir gün anne olma hayaliyle yaşayan o kadınlardan değildi.
Hiçbir zaman kendini,kaldırımda yorgun kollarıyla çocuk arabası iten genç annelerden biri olarak hayal etmemişti. O zevki, ev kadını olmaktan pek mutlu görünen kız kardeşine bırakmıştı. Solène özgürlüğüne çok düşkündü, en azından öyle olduğunu söylüyordu. Jérémy ile ayrı evlerde yaşıyorlardı. Onlar modern bir çiftti: âşık ama bağımsız. Nihayetinde Solène ayrılığa hazırlıksız yakalanmış, düşüşü çok şiddetli olmuştu. Birkaç haftalık tedaviden sonra duvarları beyaz badanalı odasından çıkıp hastanenin parkına inmeyi başardı. Bankta yanında oturan psikiyatrist, bir çocuğu pohpohlar gibi, gösterdiği gelişmeden dolayı onu tebrik etti. Tedavisine devam etmek kaydıyla yakında evine dönebileceğini söyledi. Solène bu haberi hiçbir sevinç belirtisi göstermeden karşıladı. Kendini, evinde tek başına, amaçsız ve plansız bulmak istemiyordu. Paris’in şık mahallelerinden birindeki üç odalı, güzel dairesi birden gözüne çok büyük ve çok soğuk göründü. Dolaplardan birinde Jérémy’nin giderken almayı unuttuğu ve Solène’in gizli gizli giydiği kaşmir kazak vardı.
Jérémy’nin çok sevdiği ve Solène’in nedenini bilmeden satın almaya devam ettiği yapay aromalı Amerikan cipsleri de vardı. Solène cips yemiyordu. Bir film veya televizyon seyrederken cips paketinin sesini duymaya tahammül edemiyordu. Oysa bugün o sesi bir kez daha duyabilmek için neler vermezdi. Kanepede yanında oturan Jérémy’nin cips paketinin sesini. Büroya dönmeyecekti. Çok da anlaşılmaz bir istek değildi bu. Adalet Sarayı’nın kapısından girme düşüncesi dahi midesini bulandırıyordu. Uzun bir süre o mahalleye ayak basmayacaktı. İstifa edecekti, yaygın tabirle barodan adını çıkarttıracaktı. Daha yumuşak olan bu tabir, bir gün geri dönme ihtimali olduğunu ima ediyordu aslında. Oysa geri dönmesi söz konusu değildi.
Solène psikiyatriste akıl hastanesinden çıkmaya korktuğunu itiraf etti. İşsiz, programsız, toplantısız, sorumluluklar olmadan bir hayatın neye benzediğini dahi bilmiyordu. Onu limana sımsıkı bağlı tutan halatlar olmazsa açıklara sürüklenmekten korkuyordu. “Başkaları için bir şeyler yapabilirsiniz,” dedi psikiyatrist. “Belki bir gönüllülük faaliyeti?” Solène bunu hiç beklemiyordu. Psikiyatrist, yaşadığı şeyin bir anlam krizi olduğunu ekledi. “Kendinizden çıkıp başkalarına yönelmeli, sabahları yataktan kalkmak için bir sebep bulmalısınız. Bir şeye veya birine faydalı olduğunuzu hissetmelisiniz.” İlaç ve gönüllü olarak çalışmak dışında önerecek bir şey bulamamış mıydı yani? Bunun için mi on bir yıl boyunca eğitim almıştı? Solène sarsılmıştı. Gönüllülük faaliyetlerine karşı değildi ama kendinde bir Rahibe Teresa ruhu olduğunu hiç zannetmiyordu.
Yataktan bile güçlükle çıkıyorken kime, nasıl bir faydası dokunabilirdi ki? Ama psikiyatrist kararlı görünüyordu. “Deneyin,” diye ısrar etti çıkış belgesini imzalarken. Solène günlerini evde, kanepede uyuyarak ve daha alır almaz pişman olduğu dergileri karıştırarak geçiriyordu. Ailesiyle arkadaşlarının telefonları ve ziyaretleri, içine düştüğü melankoliden çıkmasına yetmemişti. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyor, kimseyle konuşmak istemiyordu. Her şey canını sıkıyordu. Salonla odası arasında amaçsızca dolanıyordu. Ara sıra köşedeki bakkala kadar gitmek ve eczaneden biten ilaçlarını almak için sokağa çıksa da hemen geri dönüp kendini yeniden yatağa atıyordu. Boş olduğu bir öğleden sonra –diğer bütün öğleden sonraları gibi– bürodaki meslektaşlarının, burn-out’undan kısa bir süre önce, kırkıncı yaş günü vesilesiyle hediye ettikleri ve neredeyse hiç kullanmadığı son model MacBook bilgisayarının başına oturdu. Gönüllü çalışmak… Neden olmasın?
Arama motoru onu Paris Belediyesi’nin internet sitesinde çeşitli dernekler tarafından yayımlanan ilanların olduğu sayfaya yöneltti. Alan adı bir hayli şaşırtıcıydı: angajeoluyorum. fr. “Bir tıkla kendinizi adayın!” diyordu ana sayfada. Ardından pek çok soruya cevap vermek gerekiyordu: Nereye yardım etmek istiyorsunuz? Ne zaman? Nasıl? Solène’in hiçbir fikri yoktu. Açılır menüde bir görev listesi yer alıyordu: okuma-yazma bilmeyenlere okuma-yazma dersleri vermek, Alzheimer hastalarını evlerinde ziyaret etmek, bisikletle yiyecek dağıtmak, sokaktaki evsizlere gece ziyaretinde bulunmak, borç içindeki ailelere yardımcı olmak, yoksul mahallelerdeki çocukların ödevlerine yardım etmek, yurttaş tartışmalarında moderatörlük yapmak, tehlike altındaki hayvanları kurtarmak, göçmenlere yardım etmek, işsizlere rehberlik etmek, huzurevinde konferans vermek, hastanelerde animasyon yapmak, hapishanelere ziyarete gitmek, giyecek dağıtmak, engelli lise öğrencilerine ders vermek, SOS Dostluk Hattı’nda telefona cevap vermek, ilk yardım kursu vermek…
Koruyucu melek görevi bile vardı. Solène gülümsedi, onun koruyucu meleği nereye gitmişti? Çok uzağa uçmuş ve yolunu kaybetmiş olmalıydı. Aramayı bıraktı, zira ilanların çokluğu karşısında aklı iyice karışmıştı. Bütün bu davalar son derece asildi ve her biri savunulmayı hak ediyordu. Bir seçim yapmak imkânsızdı. Bütün derneklerin istedikleri tek şey, zamandı. Kuşkusuz, her saniyenin sayılı olduğu bir toplumda vermesi en zor olan şey buydu. Zamanını vermek; gerçekten angaje olmak, kendini adamak demekti. Solène’in zamanı vardı ama kesinlikle enerjisi yoktu. Kendini buna hazır hissetmiyordu. Aşırı zor bir teşebbüstü, çok fazla yatırım gerektiriyordu. Para vermeyi tercih ederdi, en azından çok daha az bağlayıcı bir eylemdi bu.
Vazgeçtiği için kendini bir korkak gibi hissediyordu. MacBook’unu kapatıp kanepeye geri dönecekti. Bir saat, bir ay, bir yıl boyunca uyuyacaktı. Düşünmemek için ilaçlarla beynini uyuşturacaktı. Tam bilgisayarını kapatacağı sırada gözü bir şeye takıldı. Sayfanın en altında, gözünden kaçmış küçücük, birkaç kelimelik bir ilan vardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKazananlar
- Sayfa Sayısı192
- YazarLaetitia Colombani
- ISBN9786057463227
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sabahın Üçü ~ Gianrico Carofiglio
Sabahın Üçü
Gianrico Carofiglio
Anne ve babası o henüz çocukken ayrılan genç Antonio, bir gün sebebi belirsiz krizler yaşamaya başlar; konan teşhise göre epilepsi hastasıdır. Marsilya’da alanında uzman...
- İhtiyarlara Yer Yok ~ Cormac McCarthy
İhtiyarlara Yer Yok
Cormac McCarthy
Modern Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan, sıklıkla Herman Melville ve William Faulkner gibi ustalarla kıyaslanan Cormac McCarthy kariyeri boyunca Güney gotiği, Western...
- Babil ~ R. F. Kuang
Babil
R. F. Kuang
Son yılların en çok ses getiren romanlarından Babil şimdi Türkçede! #1 NEW YORK TIMES ÇOKSATANI NEBULA EN İYİ ROMAN ÖDÜLÜ LOCUS EN İYİ FANTASTİK...