Atlantis Savaşı, dört büyük tufan ve onun ardından, hayatta kalanların kaderleri ilk kez burada anlatılıyor.
Atlantis…Hiçbir ad, geçen binlerce yıla rağmen milyonlarca insanda bu kadar çağrışım yapamadı. O, kimliğini bir uzay mekiğine bile ödünç vermiş, önemli filmlere ve televizyon programlarına konu olmuş büyük Atlantis…
Sulara gömülmüş bu ülke hakkında şimdiye dek pek çok şey konuşuldu, yazıldı. Bu kadar büyük bir üne rağmen, ne yazık ki, onunla ilgili aydınlığa kavuşmayan çok şey var hâlâ.
Birçok insan tarafından, okyanusta büyük bir krallık olduğu bilinen Atlantis’in, uzun yıllar boyu yerkürenin büyük bölümüne egemen olduğu, doğal bir afet sonucu denizin altında kaldığı ve afetin ardından da hayatta kalanların gezegenin çeşitli yerlerine kaçtığı tahmin ediliyor. Birçok Atlantis bilimi uzmanı, başlangıçta bu uygarlığın, en az on iki bin yıl önce “Atlantis” kıtasında doğduğuna ve büyük bir tufanla M.Ö. 9500’de yıkıldığına inanıyor. Bununla beraber, bu kitap hem kuşkucuları, hem de gerçekten inananları, geride kalmış olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor.
Bu kitap, yazarın daha önceki araştırmasının, Atlantis’in Yok Oluşu’nun (The Destruction of Atlantis) yeniden bir tartışması değil; aynı konuda tümüyle yeni bir malzemenin ortaya çıkarılmasıdır.
GİRİŞ Bir Milyon Ton Bakır
İnsanlığı yok eden çok farklı felaketler olmuştur ve
olacaktır, bunların en büyüğünü ateş ve su yapmıştır.
PLATON, TIMAIOS
Atlantis. Hiçbir ad, binlerce yıl sonra, dünya üzerindeki milyonlarca insanda bu kadar çağrışım yapmamıştır. O, kimliğini bir uzay mekiğine ödünç verdi. Önemli filmlerde ve televizyon programlarında konu edildi. Sulara gömülmüş bir ülke hakkında şimdiye kadar yayınlananlardan çok daha fazla sayıda yeni kitap ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konuda yayınlanan, tahmini 2.500 makale ve dergi yazısı da var. Gelenekçi bilim adamlarının yanında anılması ya da kayıp şehirle ilgili belli bir temel önerme bile, “yalancı manyakların” empatiyle mahkûm edilmelerini sağlamaya yeterli. Ama bir yüzyılı aşkın süren resmi muhalefete rağmen, çoğunluğu bağımsız araştırmacılardan oluşan uluslararası bir çevrenin yoğun ilgisi kadar, İnsanların Atlantis1 ten büyülenmeleri de, onun bir zamanlar gerçek olduğuna dair genel inanışın sağlamlığını gösteriyor. 21. yüzyılın başında, biriken önemli bilimsel kanıtların miktarı, teoriyi hızla gerçeğe dönüştürürken, bu çevre beklenmedik şekilde genişliyor.
Çünkü Atlantis’in bütün ününe rağmen, birçok insan onun hakkında çok az şey biliyor. Onun okyanusta bir krallık olduğunu, doğal bir afetle denizin altında kalmadan önce yer kürenin büyük bölümüne uzun yıllar egemen olduğunu, bunun ardından da hayatta kalanların gezegenin çeşitli yerlerine kaçtıklarını tahmin ediyorlar. Birçok Atlantis bilimi uzmanı, başlangıçta bu uygarlığın, en az on iki bin yıl önce “Atlantis” kıtasında doğduğuna ve büyük bir tufanla M.Ö. 9500’de yıkıldığına inanıyor. Bununla beraber, bu kitap hem kuşkucuları, hem de gerçekten inananları, geride kalmış olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Bu kitap, daha önceki araştırmamın, Atlantis’in Yok Olusu’nun (The Destnıction of Atlantis) yeniden bir tartışması değil; aynı konuda tümüyle yeni bir malzemenin ortaya çıkarılmasıdır. Atlantis savaşı, dört büyük tufan ve hayatta kalanların dünyanın üzerindeki kaderleri burada ilk kez anlatılıyor.
Atlantis’ten Hayatta Kalanlar’ın ilk tohumlarını, İngiltere’nin Cambridge şehrinde toplanan, bilimsel otoritelerin bir konferansı oluşturuyor. 1997 yılının yazında, jeolojiden astrofiziğe, arkeoastronomiye ve oşinografiye kadar çeşitli akademik disiplinlerden uzmanlar, geçmişin resmini, geçerli görüşü savunan eğitimci kuşakların öğrettikleri bildik görüntüden radikal şekilde farklılaştırmak için, birbirlerinden bağımsız olan bulgularını birleştirdiler. Ortaya koydukları yeni kanıtlar, ikna edici olduğu kadar şaşırtıcıydı da. İnsanlık tarihinin ilk döneminde, bir kaç kuyruklu yıldız silsilesinin yakından geçmesinin, gezegenimiz üzerinde dört farklı tufana yol açtığını gösterdiler. Gökyüzündeki bu olaylar ve onların meydana getirdiği felaketler, sadece teorisyenlerin çıkarsamaları değil. Birçok somut kanıt da, dünya çapındaki bu felaketlerin gerçekten meydana geldiğini ve sonuncusunun, uygarlığı yok olmanın eşiğine getirdiğini doğruluyor.
Cambridge konferansındaki düzinelerce sunumu inceledikten sonra, dünya üzerindeki birçok kültürün, ardından toplu göçlerin geldiği dört büyük tufanı hatırladığını fark etmemek imkânsızdı. Bu gelenek Peru’daki İnkalar, İrlandalı Keltler, klasik dönemdeki Yunanlılar, Meksika’dakı Aztekler gibi çeşitli halklar tarafından paylaşılmıştı. Üstelik bu halkların anılarıyla, bilimin artık, bej bin yıldan daha uzun süre önce başlayan ve yeryüzünü yıkıma uğratan doğal felaketler dörtlüsü olarak kabul ettikleri arasında yakın bir uyum da var. Ama mitolojiye, astronomiye ve jeolojiye fiziksel arkeolojinin elde elliği kanıtlar eklendiğinde kadim geçmişin üzerinde aniden yeni bir ışık göz kırpıyor. Onun parlaklığı, tarihi var eden ve bugüne kadar görülmeyen nedenleri aydınlatıyor. Açıkça görülen şey ortak bir tema etrafında tekrarlanarak çoğalan ve büyük bir insanlık dramındaki bütün iniş çıkışları anlamlandıran Atlantis’tir. Ve bu adın bütün gücüyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bu sulara gömülmüş ülkeyle, meydana geldiğini artık bildiğimiz dört ayrı küresel felaket arasında bağlantı kurmak, uygarlığın başlamasını ve gelişmesini açıkladığı gibi. aynı zamanda spekülatif bir fantezi olarak değil, gerçek tarihin güvenilir parametreleri içinde Atlantis’i de açıklıyor. O. tek değil, farklı birçok felaket yaşadı, dördüncü yıkım krallığı yok edinceye kadar her bir felaket birbirinden yüzlerce yıl arayla meydana geldi. Atlantisten Hayatta Kalanlar, bu birbirinden ayrı olayları ilk kez anlatıyor. Bunları Mısır, Mezopotamya, Fas. Kanarya Adaları, irlanda, Galler, İskandinavya, Kolomb öncesi Kuzey Amerika, Orta Amerika ve fetih öncesi Güney Amerika gelenekleriyle açıklamaya çalışıyor. Sular altında kalmış ülkeyi anlatan Atlantis tufanı mitlerinin birçoğu, genel kamuya daha önce asla ulaştırılmamın ama bu kitapta bu bilgiler, bilimsel kanıtlara insanı da katmak için sunuluyor. Her şeyden çok, klasik öncesinin bütün erkekleri ve kadınları dünyalarını tekrar tekrar yıkıma uğratan tufanların ve yok olmayan malzemelerin Üzerine tarihlerini kaydettikleri felaketlerin görgü tanıklarıydılar. Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mitolojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde korunan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, henüz anlatılmamış başka bir öykü de anlatıyor: Platon’un, Atlantislilerin dünyayı fethetmek için cesurca başlattıklarını söylediği savaşı. Onların, tarihçilerin daha önce ihmal ettikleri askeri maceraları, eninde sonunda kendilerini boğan doğal felaketlerle yakından bağlantılıydı ve bu felaketler belirleyiciydi. İnsanlığın yeryüzüne getirdiği kaos, öfkeli göklere ayna gibi yansıyordu. Bu bakımdan, Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, savaşa değinen ama ayrıntı vermeyen bu konudaki ilk araştırmamın yoldaşı.
Atlantis’in Yok Oluşu, Ölüme mahkûm olan bu uygarlığın son anlarına odaklanıyordu, çünkü bu anlar, zaman olarak bize en yakın olandı, bu nedenle daha kolayca belgeleniyordu. Atlantis’in, M.Ö. 10.000 civarında yok olduğu zaman binlerce yıldan beri var olduğunu varsayan okurlar, şehrin nihai kaderiyle sadece 3200 yıl önce karşılaştığını öğrendiklerinde şaş iriyordu. Bununla beraber, bu kitabın amacı, Atlantis’in kökenini ya da yaşını tartışmak değil, onu en son yok eden olayı, Bronz Çağı bağlamında açıklamak. Onun M.Ö. 1200 civarındaki ani sonuyla, firavunların Mısır’ından Homeros’un Yunanistanı’na, Hitit İmparatorluğu’n dan Çin’in Şang Hanedanlığı’na kadar, her yerdeki klasik öncesi uygarlık yıkıldı ya da geriye dönüşü olmayacak şekilde çöktü. Dünya çapındaki felaketin bir kurbanı da Atlantis oldu. Platon’un tanımlamasına göre, diğerleri gibi o da, yeri belli bir Bronz Çağı kentiydi.
Platon’un M.Ö. 340 civarında derlenen diyalogları, Timaios ve Kritias, kendi türlerinde, ilk hayatta kalanların öykülerini içeriyor. Bu kitaplarda Atlantislilerin, uzak mesafelere gemiyle giden ve Platon’un, yaşadığı dönemde artık bulunmadığını belirttiği, sertlik derecesi olağanüstü yüksek bir bakır olan orikalkum üreten üstün denizciler ve madenciler olarak portreleri çiziliyor. Platon’un, onların karakterlerini denizcilikle uğraşan, refah içinde yaşayan madenciler olarak tarif etmesi, iki büyük tarihsel bilmeceyi birbirine bağlayan kanıtın bir parçası.
Kuzey Amerika kıtasında on bin yıldan daha uzun süre, göçebe avcıtoplayıcı olan PaleoKızılderili kabileleri dağınık olarak yerleşmişlerdi. Bu kabileler göç eden hayvan sürülerinin peşinden gidiyorlardı ve çok az maddi kültüre (maıerial culture) sahiptiler Ara sıra Yukarı Büyük Göller bölgesinde, çekilen buzulların geride bıraktığı “yüzen bakır” parçalarım topluyorlardı. Sonra külçeleri tavlıyorlar ya da çekiçle soğuk dövme yapıyorlar, üzerlerini süsledikleri gündelik eşyalara dönüştürüyorlardı. Sonra, M.Ö. 3000 civarında, Michigan Yanmadası’ndaki Superior Gölü kıyılarında ve Superior Gölü’ndeki Royale Adası ‘nda birdenbire tutkulu bir madencilik girişimi başladı. Yirmi iki yüzyılı aşkın bir süre, dünyanın sertlik derecesi en yüksek olan bakın m n en az üç yüz bin tonu, bazıları sağlam kayaların 18 metre derinine gömülü olan beş bin maden ocağından çıkarıldı.
1995 tarihli Wisconsiri’deki Atlantis (Atlantis in Wisconsin) kitabımda anlattığım gibi, maden ocağı başına ortalama 10001200 ton cevher çıkarılıyordu, her birinden 50 ton bakır elde ediliyordu. Bu olağanüstülüğü, kadim madencilerin, hızla ve uzmanca çalışabilecekleri basit teknikleri kullanmaları sağlıyordu. Bakırın bulunduğu bir damarın üzerinde harlı ateş yakıyorlar, kayayı çok yüksek dereceye gelinceye kadar ısıtıyorlar, sonra da üzerine su döküyorlardı. Kaya kınlıyordu, bundan sonra bakın çıkarmak için taş aletler kullanılıyordu. Çentmeyi (kayayı katmanlara ayırmak) hızlandırmak ve dumanı azaltmak için ocakların dibinde sirke karışımından yararlanılıyordu. Bu kadar yüksek ısılarla nasıl çalıştıkları, bilmecenin bir parçası. Kayanın yüzünde yakılan ateşin dibi en soğuk bölgesidir. Özellikle tenekenin içinde yakılan ateşin, damarda çentik oluşturmak için yeterli ısıya ulaşması uzun zaman alabilir; şayet bunu başardılarsa. Tarih öncesi madencilerin konsantre asetilen ısıyı toprağa nasıl yönlendirdikleri, modem teknolojinin yanıt veremediği kafa karıştırıcı bir soru.
Bununla beraber, bu insanların yüksek teknolojilerinin büyük bölümü günümüze gelmiştir. Ağırlığı 3 tona yakın bakır kütleleri madenden çıkarılmış ve ağır metali ayrıştırmak için sık dokunmuş kafesler, taş ve kereste platformlar kullanılmıştır. Bu kafesler genellikle, şekil verilmiş büyük dallardan yapılıyordu. Bir dizi lovye ve takozla yukarıya kaldırılabilen, ağaçtan bir kulübe şeklindeydiler. Eski Michigan’da maden çıkarılan kayanın muazzam oranlarının bir örneği, Ontonagon Boulder’dir. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Smithsonıan Enstitüsü’ne götürülen kaya 5 ton ağırlığındadır. Ortaya çıkarılan kafeslerden birinde, terk edilmiş gibi görünen, in sitıt* 6 tonluk bir kütle bulunmuştur. Bumu ve çıkıntı yapan noktalan yer yer kesilmiştir. 3 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve 65 cm kalınlığındadır. Michigan Yukarı Yarımadası ‘nda tonlarca ham bakır işleyen madencilerle. Büyük Piramit’in taş bloklarını benzer şekilde yukarıya kaldıranlar aynı insanlar olabilirler mi?
Kadim madencilerin kullandıkları binlerce aracın bulunması inanılmaz geliyor. 1840 gibi eski bir tarihte, Michigan’da Rockland yakınında tek bir yerde on vagon dolusu taş çekiç bulunmuştur. Royale Adası’nın kuzey kıyısında McCargo Koyu’nda bulunanlar ise 1000 tondur. Bu çekiçlerin hiç biri üstünkörü üretilmemiştir. Antik bakır madenleri konusunda uzman olan yirminci yüzyıl insanlarından Roy W. Drier’a göre:
İnsan, çıkarılan araçları incelediğinde, işçiliğin mükemmelliğine ve onların benzer amaçlarla yapılmış, günümüzde kullanılan araçlarla biçimlerinin özdeş olmasına isler islemez şaşırıyor, bugünkü uygarlığımızın araçlarının prototipleri. Mızrak uçları, Keskiler, ok uçları, bıçaklar ve kasap bıçakları, neredeyse bütün örneklerde, günümüzün en iyi metal işçisi tarafından, sanatının bütün gelişmiş imkânlarıyla yapılmış gibi, simetrik ve mükemmel (DuTemple 1962, 27).
Maden ocakları basit birer çukur değildi, çöküntüleri almak ve bazısı 15 m uzunluğunda olan önemli açmaları doldurmak için, modem zam an I ardak ile re benzeyen sulama sistemleriyle donatılmıştı. Kuzey Amerika’daki kadim madencilik konusunda ilklerden biri ve hâlâ da saygı duyulan bir otorite olan William P. F. Ferguson’a göre, “Işın anıtsal bir doğası vardı ve bu, bütün oluşumun derinlerine kadar inmekten ve hektar küplerce mil küp demek gerçekten de savurganlık olmaz kayayı hareket ettirmekten oluşuyordu.”
Michigan’daki üç yerleşimden geçen kazılar, Superior Gölü kıyısında, 150 mil uzunluğunu buluyordu ve Royale Adası’nda 40 mite yayılıyordu. Şayet bütün tarih öncesi maden ocakları birleş liri İseyd i, 5 mil uzunluğundan, 6 m genişliğinden ve 9 m derinliğinden daha da büyük bir açma oluşurdu. Sonra, maden ocakları aniden, açıldıktan hızla M.Ö. 1200 civarında kapandı. Bu ocaklar konusunda önde gelen bir otorite olan Octave Du Temple, şunları merak ediyor:
Bu madenciler, ertesi günü iş başı yapmayı planlıyorlarmış gibi neden işlerini ve aletlerini bıraktılar? Neden gizemli şekilde geri dönmediler? Kızılderili destanları, her ırkın tarihine dahil edilmeye değer muhteşemlikte ve büyüklükte olan bu madencilik işlerinden hiç söz etmez. Destanlar, Kızılderililerin tarihinde beyaz ırkın çok eskilere kadar gittiğinden söz: eder (1962, 59).
Du Temple’ın göndermede bulunduğu Kızılderililer, atalarının kökenleri Michigan’daki Yukarı Yarımada’ya giden Menominee’lerdir. Onların halk geleneklerinde, bakır çıkarılmasına şiirsel bir kinayede bulunarak, “Yeryüzü Ana’yı, parlak kemiklerini kazarak yaralayan”, deniz yoluyla gelen çok sayıda açık tenli Deniz Adamlarından söz ediliyor. Üç yüz bin ton civarında bakırın yok olduğunu anladığımızda, Kuzey Amerika’daki tarih öncesi madencilik bilmecesi büyüyor. Du Temple’a göre, “Bu bakırın nereye gittiği hâlâ bir gizem.” Madison, Wisconsin Üniversitesi fahri profesörü Dr. James P. Scherz’in sözleriyle.
Henüz yanıtlanmamış temel sorulardan biri, Superior Gölü’ndeki bakırın nereye gittiği? Höyüklerde bulunan bakırın hepsi, büyük miktarda da olsa, çıkarılan madenlerin ancak ufak bir yüzdesi. Avrupalıların da benzer bir sorunu var. Bütün bu bakır nereden geliyordu? Bizim şimdi petrol için çıldırdığımız gibi, M.Ö. 3000’den M.Ö. 1000 yılına kadar Avrupalılar da bakır için çıldırıyorlardı, çünkü ekonomileri bakırla işliyordu (Joseph 1995, 54).
Scherz, bilmecenin diğer yanını da ortaya koyuyor. Bronz Çağı, Avrupa’da ve Yakındoğu’da başlamıştır, çünkü bronzdan yapılan silahlar ve aletler, bakırdan ya da taştan yapılanlardan ……………..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme
- Kitap AdıKayıp Uygarlık Atlantis/ Hayatta Kalanlar
- Sayfa Sayısı336
- YazarFrank Joseph
- ISBN9758729853
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDHARMA YAYINLARI / 2005