Ayrı dünyalar ve ayrı hülyalar bir yerlerde kesişir; birbirine değer, birbirini ezer ya da yüceltir.
Çok sevdiğimiz bir kokuyu bile hissetmeyiz bazen. Bazen de bir nargile dumanı, yeni ve sisli bir ufuk açar önümüze; şimdiki zaman geçmişle harmanlanır.
Kendimizi rahatlatmak için kurduğumuz o müthiş soru iç dünyamızda çalkalanıp durur: “Eğer kararları biz vermiyorsak, yaptıklarımızdan nasıl sorumlu olabiliriz?”
Şairin dediği gibi, bizi ‘yakıp yıkan bir nazar’ ve ‘kaderin üstünde bir kader’ mi vardır?
Ak ile kara kadar farklıdır beklentilerimiz:
O delikli kayanın ötesinde hazine varmış… Kredi almanın püf noktaları varmış… Bu memlekette güpegündüz adam kaçırılırmış… Bu işler telefonda konuşulmazmış…
Çoğu zaman o içindeki enerjinin aslında kendisi olduğunu bilir insan. Kalbinde ona doğruları söyleyecek ikincil bir mekanizmayı arar durur.
Bu romanda varlığın ve yokluğun, bekleyiş içerisinde sorgulanan bir aşkın, değişen sosyal ve ekonomik yapımızın tarihini okuyacak, kendinizi bir iç yolculuğun ortasında bulacaksınız.
Kaderi kimin şekillendirdiğini yeniden düşünecek ve hayat için verdiğiniz kararları sorgulayacaksınız.
Kayıp Renk, hayatın sorular kadar cevapları da içerdiğine inananların öyküsü…
***
1
“HAYATIN İKİ KAPAĞI VAR” diye söylendi. Tereddüt eden ve biraz da korkan bir ruh hali içindeydi ve içinde bulunduğu sisli his dünyasını bütün hücreleri dillendiriyordu. “İç kapak ve dış kapak…” Bugün artık Ufuk’un hayatında iç kapak geri dönülmez bir şekilde kapanıyordu. Dış kapak; bulanık, figürleri karmakarışık… Kitabın içi bugüne kadar ona irade, fikir ve duygu adına ne verdiyse, bundan sonra gıdası, haritası, yörüngesi o olacaktı. Dönüp dolaşabilirdi, yalpalayabilirdi ama hücrelerini besleyen alfabe onu bir merkeze bağlı tutacaktı. Ha, belki de, içine dalmak üzere olduğu bulanık nehir ona yeni bir alfabe de öğretebilirdi. “Hayırlısı ne ise o olsun” dedi.
Ufuk, öğle sıcağında tıklım tıklım dolu belediye otobüsü ile otele dönüyordu. Hareket etmekte ve nefes almakta zorlanıyordu. Sağa sola değdirmemeye dikkat ederek ellerini boğazına getirip kravatını gevşetti. Ağzını yüzünü büzerek gömleğinin üst düğmesini çözdü.
Birisinden duymuştu veya bir yerde okumuştu: Sıkıntılı bir durumda başka bir ortama odaklanmak insanı rahatlatırmış. “İki mavi ileride bir hayli ileride tamamen birleşiyordu. Deniz ve gökyüzü nasıl oluyor da tek çizgiye dönüşebiliyordu? Gözün görebildiği en uzak mesafede aslında hiçbir şey göremiyordu. Denizin üzerinde demirlemiş demir yığınları mavi çizgiye dikey birer leke gibiydiler.”
Daha gerçekçi olabilmek için daha yakına odaklandı: “Haydi dalgalar, ıslatın ayaklarımı. Buz gibi tuzlu su tuzlasın parmaklarımın arasını.”
Yok, olmuyordu, “öyle kolay olsa!..”
“Zor şeymiş bu kravat takması” diye mırıldandı. “Bunun yüzünden insanın beynine kan bile gitmiyor.”
Ortaokul ve lisedeki öğrencilik yıllarından sonra ilk kez o gün kravat takmıştı. Aksaray’daki otobüs durağına geldiğinde inmek için hareketlendi. Kalabalığın içinde, denizde yüzüyormuş gibi kollarını uzatarak, arkada kalan bacaklarını ağır çekimde ileri atarak kapıya ulaşmaya çalışıyordu.
“Tepeme çıksaydın!”
“Dikkat etsene!”
“Önceden kapıya yaklaşsaydın ya!”
Ahalinin homurdanmalarını duymazdan gelerek otobüsten indi. Açık havada derin bir nefes almaya niyetlenirken, ağır yüküyle sarsılarak kükreyen belediye otobüsünün egzozundan çıkan duman yüzünü gözünü yaladı. Mayıs ayına göre hava oldukça sıcaktı ve nemli İstanbul havası, kaldırımlardan taşan insan seli ile birleşince, açık havanın da belediye otobüsünden pek farkı yoktu.
Aksaray’da bir ara sokakta küçük ve bakımsız otelin kapısından geçtiğinde, tavanda dönmekte olan pervanenin esintisi karşıladı onu. Resepsiyonda görevli çocuk, duvardaki cihazın düğmesine bastı. Cihazdan cızırtılar arasında. “Ne vaaaar?” diye bir yanıt geldi.
“Otele iki kolaaa!”
“Tamaaaam!”
Ufuk, “Hayatımda yeni bir dönem!” diyerek, lobideki kirli koltuğun üzerine yavaşça oturdu. Pek keyifli değildi. Bulanık bir nehrin içine giriyor gibiydi. Derinliğini ve suyun içinde nelerin olduğunu bilmeden ayaklarıyla yavaş yavaş yoklayacaktı. Görev yapacağı şantiyenin Antalya’da olması da tedirginliğini arttırıyordu. Onun hayali İstanbul’da çalışmaktı. Tanıdığı, bildiği insanlar vardı bu şehirde… Kasabadan sonra gözü burada açılmış, hayatı burada tanımıştı. Koltuğun üzerinde öylece hareketsiz, askıda kurulu kaldı.
Okul hatıraları canlandı gözünde. Geriye doğru gittikçe kendini sarıp sarmalayan özlem dolu ılık bir havaya giriyordu. Tam yirmi beş yıl geçmiş ömründen. Uzun bir okul hayatı, Cemil Bey’in yanında bir yıl sekiz ay iş hayatı denemesi ve ardından sekiz ay askerlik…
İş mülakatında şirket ortaklarından Ahmet Bey’in ilk cümlesi onun yaşını sormak olmuştu. “Yapma ya!” demişti Ahmet Bey, “on dokuz ya da yirmi diye düşünmüştüm. Yirmi altı ha?”
“Yirmi altıya girmek üzereyim efendim… 1977 doğumluyum.
Bir an dalmıştı Ahmet Bey. Yüzüne yansıyan, derin, bir hayal kırıklığıydı. Belli yaşa gelmiş herkesin geçen zamana hayıflandığı andaki yüz ifadesi! “Ah zaman! Ne çabuk geçiyor!” Ufuk kirli koltuğun üzerinde karşı duvara doğru öylesine bakıyor, “Kaç yaşınızdasınız?” sorusuna verilebilecek farklı cevapları olduğunu düşünüyordu. O esnada on üç on dört yaşlarında bir çocuk, elinde iki kutu kola ile girdi içeri. “Kolalar kimindir?”
“Kaç yaşındasın?”
“Ben mi? On yaşımdayımdır! Niye soruyorsundur?”
“On yaşında mısın? Ben on üç falan diye düşünmüştüm.”
Çocuk tuhaf tuhaf baktı Ufuk’a. Bakışlarında İstanbullu olma havasını kapmış bir eda vardı. Bir şey söylemeden çıktı otelin kapısından. Resepsiyondaki görevli bağırdı arkasından:
“Mıstooo! Bir kola daha getir lan!”
Ufuk’a göre “Kaç yaşındasın?” sorusuna çok farklı cevaplar verilebilirdi. Hem de çok farklı cevaplar:
“Bilmem” diyebilirdi mesela. “Yirmi altıya girmek üzereyim” demekle yetinmişti. Şirket sahipleri başka birçok soru sormuşlardı. Memleket, okul, askerlik, iş tecrübesi… Fakat görüşmeden çıktığında kafası sadece yaş sorusuna takılıp kalmıştı. Uzun süredir kimse ona yaşını sormamıştı. Yirmi altısına girmek üzere olduğunu söylerken, bu sesi kendi kulakları da duymuştu. Acaba şöyle bir cevap mı vermeliydi: “Yirmi beş senedir dünyadayım ama otuz yıl yaşadım. Bundan sonra ise her bir yılın ne kadar bir yaşama tekabül edeceğini bilemiyorum.” Odadaki herkes istihza ile gülümseyecek, “Nasıl yani?” diye şaşıracaklardı. “Neler söylüyorsun öyle” derken, bu genç adamın iş görüşmesinde şaka yapacak kadar laubali ya da akıl sağlığını kaybetmiş bir zavallı mı olduğuna hükmedeceklerdi?
“Nasıl mı? Bundan önceki hayatım bir zaman oyunuydu. Bundan sonraki ise… Göreceğiz bakalım.”
Ne de uzun bir çocukluk dönemi yaşamıştı Ufuk! Hafta, ay, yıl hesabı yapmadan, hatta hiçbir hesabı olmadan günleri günlere ekleyerek yaşadığı çocukluk ne kadar uzun bir dönemdi. Mesela dokuz yaşı sanki on yıl sürmüş gibiydi. On yaşı da öyle. “Her şey olduğundan farklı görünüyordu o zamanlar… Zaman da olduğundan daha uzun… Birkaç defa okunmuş bir masal kitabı gibiydi günler. Bir cümleyi daha okumadan, onun ve ondan sonra gelecek cümlenin gözümüzün önüne geliverdiği gibi… Yalın, pürüzsüz ve lezzetli…”
Giderek kısalıyordu zaman. Bir yılın bir yıl olarak yaşandığı dönemi bitirmek üzere olduğunun farkındaydı.
“Muhtemeldir ki” diye düşündü, “birkaç sene sonra; bir yıl, altı aya inecek!” Zaman akıyordu akmasına da, üzerinden çok seneler geçmesine rağmen, bazı şeyleri asla unutmuyordu. “Hayatımın mihenk taşları, hayata bakışımı şekillendiren gözlemler…” diyordu. “Kalbime değen neşter, sahibini kaybetmiş çocukluk aşkım ve bir hayal gibi görünüp kaybolan Rahşan!”
Resepsiyondaki görevlinin yan yan bakmasına aldırmadan kapandı gözleri. Birkaç dakikalığına geçiverdi kendinden. Kafası arkasına düşünce ağzının neredeyse bir karış açık olduğunu fark ederek uyandı. Resepsiyondaki çocuk muzip muzip gülüyordu. O kısacık anda rüya görmüştü Ufuk. Hangisi rüyaydı acaba?
“Ama benim acım da gerçek değil, gözyaşlarım da gerçek değil’ diyen Berkeley miydi?” O zaman okuduğunda anlamamıştı Berkeley’i. Şimdi anlar gibiydi. Peki, şimdi gerçek olan hangisiydi? Sıcaklığını ve tadını ve hatta kokusunu özlediği yoksul çocukluk günleri mi? Üniversiteye başladığı andan itibaren değişen renkler ve kokular mı? Yoksa eşiğinde beklediği ve hayatına ne getireceği hakkında en ufak bir fikrinin bulunmadığı yeni hayatı mı? Sartre’ın sözcüklerini hatırladı:
“Gelecek, şimdiden daha gerçek.” “Tamamlanmış bir hayatta son, başlangıcın hakikati olarak kabul edilir.” “Bütün açıkgözle rüya görenler gibi, hayal kırıklığı ile hakikati birbirine karıştırmıştım.”
Ne ara bitirmişti üniversiteyi? Okul bittikten sonra ne ara girmişti Cemil Bey’in şirketine?
“O küçük bir şirketti” dedi kendi kendine. “Orada olanlar, burada olmaz herhalde. Neydi o günler? Bulmuşlardı zavallı Cemil Ağabeyimi, kurt gibi saldırıyorlardı…”
Cemil Bey’in yanında iki yıla yakın çalışmıştı Ufuk. İş hayatında üçkâğıtlar konulu bir staj yapmıştı adeta.
2
ÜÇ KİŞİLİK BU AİLENİN akşamlan birlikte yemek masasına oturup, yine birlikte masadan kalkma geleneği hemen hemen bir aydır bozulmuştu. Masaya birlikte oturuyorlar ama farklı zamanlarda kalkıyorlardı. Düzeni bozan Osman’dı. Bir yandan yemek yerken, diğer yandan televizyondaki haberleri ya da tartışma programlarını izliyor, bu yüzden de yemeğini bir türlü bitiremiyordu. Melike, kocasının bu haline sinirleniyor, ülkeyi sanki o kurtaracakmış gibi, günlerdir bütün bu bağırış çağırış tartışmaları can kulağıyla dinlemesine anlam veremiyordu. Osman yemekle birlikte adeta dinlediklerini de hazmeder gibi lokmalarını ağır ağır çiğniyor, bazen de ağzı yarı açık vaziyette, çatalı ağzına bir karış mesafede beklerken, gözlerini televizyona dikip kalıyordu. “Hey Allahım! Ya Rabbim!” diyordu karısı. Ve daha fazla bekleyemiyor; masadan kalkıp karşı koltuğa, örgüsünün başına geçiyordu. Masadan en önce kalkan ise Ufuk’tu. Babası masadan kalkıncaya kadar o ödevlerini bitirmiş oluyordu.
Ekrandaki konuşmacılardan en öfkeli olanı:
“Az önce gördük işte” diyordu. “Reklamlarda gördük! Bütün bankalar faiz arttırma yarışına girdiler. Allah’ını seversen bu üç rakamlı faizle hangi şirket kredi alacak da yatırım yapacak? Özel sektörü büyüteceğiz dediler, devlet sektörünü şişirdiler. İthalat serbest! Ülke yabancıların çürük çarık mallarının istilasına uğradı. Millet üretimi bıraktı, faiz kazancının peşine düştü.” Adamın gözlerinden ateş, kulaklarından duman çıkıyordu.
“Osman” dedi Melike, “Şu bizim komşu Lütfiye var ya, bin doları varmış; dolar arttı diye amma da seviniyor. Niye arttı dolar?”
Osman gözlerini ekrandan ayırmadan ve boş elinin tersiyle hanımma “Sus” der gibi sert ve sinirli bir hareket yaptı. Aynı sertlikle diğer elinde tuttuğu çatalı ağzına sokmasıyla “Ahh!” diye bağırması bir oldu.
“Şaşkın” dedi Melike gülerek. Ufuk göz ucuyla babasına bakıyordu.
“Ağzın acıdı mı baba?”
Osman cevap vermedi. Ağzını kanamış mı diye kontrol ettikten sonra tekrar ekrana odaklandı.
Diğer konuşmacı sakin bir üslupla: “Efendim, artar tabii, faiz de artar, döviz de” dedi. “Dış ticaret açığı finanse edilemiyor. Enflasyon almış başını gidiyor… Hükümet kontrolü sağlayamadı.”
“Aldın mı cevabını?” dedi Osman, sinirli sinirli. Kendisinin de bilmediği belli olan bilmiş bir ses tonuyla “Neden artıyormuş dolar?” Ağzını hanımına doğru açıp çatalın battığı üst damağının kanayıp kanamadığını sordu.
“Kanamıyor, kanamıyor” dedi Melike umursamaz bir tavırla. “O televizyonun karşısına geçince kendini kaybediyorsun” diye homurdandı.
Öfkeli konuşmacı öbürünün sözünü yarıda kesti: “Üretmeden üleşmeye, borç üzerinde yaşamaya dayalı ekonomi… Akıllara zarar… Halkın büyük bölümü krizzede olurken, mutlu azınlığın krizzadeliği ayan beyan ortada!”
Osman hanımına döndü: “İki gün sonra bizim hesabın vadesi doluyor” dedi. “Vilayete gidip parayı dövize mi çevirsem yoksa en yüksek faizi veren bankaya Türk parası olarak mı yatırsam?”
“Kaç dolar ediyor?”
“Altı bin civarında.”
“Bana bak Osman!” dedi Melike, “oraya buraya taşıyıp durma parayı. Üç kuruşumuz var zaten onu da yollarda kaptırma. Dursun devlet bankasında işte!”
Osman bir saatten fazla süren bu hararetli tartışmayı izledikten sonra kafası iyice karışmış vaziyette masadan kalktı. Kuruş kuruş biriktirdiği ve bir ay vadeli yatırdığı ak akçesini acaba hangi bankaya yatırsındı? “Dövize çevirsem mi?” diye düşünüyordu. “Zaten kurlar iyice arttı, onu zamanında çevirmek lazımdı” diyerek parasını lira olarak tutmaya karar verdi. En yüksek faizi veren bankayı bulup, parasını o bankaya aktaracaktı.
Allah korusun ama acil bir durum olduğunda parasını bankadan çekebilecek miydi?
“Tabii ki efendim” dedi banka memuresi. “Hepsi banka değil mi? Hepsi devlet güvencesinde değil mi?”
“Öyle, değil mi? Devlet güvencesinde, değil mi ha?” dedi Osman.
Osman yıllardır kuruş kuruş biriktirdiği ak akçelerini, vilayette en yüksek faizi veren banka şubesine yatırıp, huzur içinde kasabasına döndü. Minibüsten inip evine doğru yürürken, parasının bankada büyümeye başlamış olduğunu düşünüp gülümsedi.
Akşam televizyonun karşısına geçince elini dizine vurdu: “Tüh be!” dedi, “bu gâvur parası yine yükselmiş.”
3
UZAYIP GİDEN DALGALI ve yarı taşlık yan ağaçlık bir tepenin eteğinde, dağınık bir şekilde yerleşmiş küçük bir kasaba… Anadolu’nun yüzlerce kasabasından biri… Binalar adeta havadan paraşütle bırakılmış da hava akımına göre indikleri yere razı olmuş gibi gelişigüzel oturtulmuş… Sanki buradan geçerken şöyle bir yerleşilmiş de bir süre sonra toplanıp başka bir yere göçecekmiş gibi düzensiz ve özentisiz…
Kasabanın çakır-çukur ve dar sokakları arasına girildiğinde; görüntü kirliliğine zıt bir atmosfer karşılıyordu insanı. En azından kasabaya gelen yabancılar öyle diyorlardı. Serinleten, dinginleştiren ve hoş bir duygu ile insanı sarıp sarmalayan samimi bir atmosfer bulduklarını söylüyorlardı. Kasabanın merkezine doğru ilerlediğinizde daha da karmaşık bir görüntü vardı. Öyleydi ama pek yorucu değildi bu karmaşıklık. “Belki de biz Türklerin genlerine işlemiş çabukluğun ve pratikliğin, kim bilir belki de göçebe yaşam tarzının birer neticesi olarak, mazur görmeye yatkın ve hatta hazır olduğumuz bir keşmekeş…” diyordu Haluk Öğretmen. Evler sıkışık, saçak saçağa yapışmış… Bazıları diğerlerinin üzerine abanmış… Yolun genişleme ihtimalini ortadan kaldırmak için yola sıfır yapılmış binalar. Dışarıdan gelen misafirleri tüm sıcaklığıyla kucaklayan bu kasaba, kendi sakinleri arasına irili ufaklı kırgınlıklar, küçüklü büyüklü hesaplaşmalar, dostluklar yanında çekeme-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKayıp Renk
- Sayfa Sayısı440
- YazarHüseyin Tunç
- ISBN9786051313009
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviNesil Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşk’ın Zülfikârı Şems-i Tebrizî ~ Mehmet Hakan Alşan
Aşk’ın Zülfikârı Şems-i Tebrizî
Mehmet Hakan Alşan
Ulu Şems… Şems-i Tebrizî, Şems-i Pârende, Şemseddîn Muhammed, Şems-i Kalenderî, Şems-i Melâmetî Şems-i Dâi… Bu esrarengiz Hakk dostu, gerçekte kimdi? Neden birden Mevlânâ’nın hayatına...
- Sil Baştan ~ Müge İplikçi
Sil Baştan
Müge İplikçi
Koca gar binasının içindeki sabah yoğunluğu bir süre sonar Nebiye’yi yutarken Simitçi Hacer, uzun uzun baktı Nebiye’nin arkasından. Sanki bir şey söyleyecekmiş de söyleyememiş...
- Daha Adını Koyamadık ~ Şevin Ballıktaş
Daha Adını Koyamadık
Şevin Ballıktaş
Ya bilinçli kararlarınız buzdağının sadece görünen yüzüyse! Gün içinde istemsizce verdiğiniz tepkileri gözden geçirmeye hazır mısınız? Daha Adını Koyamadık Bay Doğru’yu arayan, tam da bulduğunu sanan, sonra...