İSPANYOL YAZAR JULIA NAVARRO’DAN NEFESİNİZİ KESECEK BİR ROMAN…
Hıristiyanların Kutsal Cuma gününde, İtalya, İspanya ve İsrail’de Hz. İsa’ya ait kutsal emanetler eşzamanlı olarak tahrip edilecektir. Bu komployu düzenleyenlerin planları bununla da sınırlı değildir. Topkapı Sarayı’nda bulunan Hz. Muhammed’e ait Kutsal Emanetler de hedeflerinin arasındadır. Böylece İslam ve Hıristiyanlık arasında büyük bir savaş başlayacaktır.
Engizisyon döneminden günümüze uzanan bir zaman aralığına yayılan ve yerleşik inanca kafa tutan kahramanların hikâyesini anlatan Kayıp Mürit, dünyanın farklı yerlerindeki farklı hayatlara dokunuyor. Oksitanya’dan Filistin’e, Nazi Almanyası’ndan İstanbul’a birçok farklı yer ve zamanda geçen hikâyeleri barındıran Kayıp Mürit, dünya tarihine şahitlik ederken bir yandan da kahramanlarının kişisel çatışmalarını ustaca yansıtıyor.
Papazların Engizisyon’a, soyluların ailelerine, teröristlerin elebaşlanna karşı gelebildiği bir dünya mümkün mü? Hitler boyunduruğundaki bir Alman, bir Yahudi’ye yardım edebilir mi? Bir Yahudi, bir Filistinliyle arkadaş olabilir mi? Bu ve benzeri birçok soruyu tekrar düşünmeye davet eden ve tabularınızı yıkmanızı sağlayacak bu çarpıcı roman sayesinde dünyayı farklı gözlerle göreceksiniz.
***
1
Languedoc, XIII. Yüzyıl ortaları
Ben bir casusum ve korkuyorum, Tanrı’dan korkuyorum çünkü O’nun için korkunç şeyler yaptım.
Ama hayır sefaletimin suçunu O’na atmayacağım çünkü bu O’nun suçu değil, benim ve hanımımın suçu. Aslında sadece ve sadece hanımımın suçu çünkü o yanındakilere her şeye gücü yeten biriymiş gibi davranıyor. Ona karşı gelmeye asla cesaret edemiyoruz; kendi eşi, benim melek efendim bile yapamıyor bunu.
Öleceğim, bunu hissediyorum. Beni muayene eden doktor şikâyetimin öldürücü bir şey olmadığını ve daha uzun süre yaşayacağımı söylemişti ama ben zamanımın dolduğunu biliyorum. Çünkü o sadece gözbebeklerimin ve dilimin rengine bakıyor; beni iyileştirmek için kanımı akıtmaya devam ediyor ama buna rağmen mide ağzımdaki amansız ağrının önüne geçemiyor.
Beni tüketen kötülük aslında ruhumda, çünkü ne kim olduğumu ne de gerçek Tanrı’nın hangisi olduğunu biliyorum. Her ikisine de hizmet ettikçe, her ikisine de ihanet etmiş oluyorum.
Zihnimi rahatlatmak için, sadece bunun için yazıyorum. Bu yazdıklarımın düşmanlarımın ve hatta arkadaşlarımın eline geçmesi halinde, kendi ölüm fermanımı imzalamış olacağımı bilsem de yazmaya devam ediyorum.
Hava soğuk, belki de ruhum donmuştur, örtüme ne kadar sarılırsam sarılayım, kemiklerimi ısıtmayı başaramıyorum.
Bu sabah bana sıcak çorba getiren Papaz Pèire, Noel’in gelişinden söz ederek beni neşelendirmeye çalıştı. Papaz Ferrer’in daha sonra ziyaretime geleceğini bildirdi fakat engizisyon üyesine özürlerimi bildirmesini rica ettim Papaz Pèire’den. Papaz Ferrer’in gözleri başımı döndürüyor, duraklayarak konuşması ise beni korkutuyor. En korkunç kâbuslarımda beni cehenneme gönderdiğini görüyorum ve orada bile üşüyorum.
Fakat konudan uzaklaşıyorum, benim üşümem kimin umurunda ki?
Kardeşlerim benim yazdığımı görünce herhangi bir şeyden şüphelenmiyorlar. Çünkü benim işim bu, yazmak. Engizisyon mahkemesinin noteriyim.
Diğer kardeşlerim de şüphelenmiyorlar. Hanımımın benden, dünyanın bu ucunda olan bitenleri anlatan bir günlük yazmamı istediğini biliyorlar. Tanrı’yı temsil ettiklerini söyleyenlerin yaptıkları haksızlıkların bir gün ortaya çıkmasını istiyorlar. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda sisler içinde Montségur’u görüyorum ve onun bu bulanık görüntüsü beni tedirgin ediyor.
Hanımımın herkese emirler yağdırarak bir oraya bir buraya yürüyüşünü hayal ediyorum. Bayan Maria perfecta olmuş, yani Katharizm akımına kapılıp en üst mertebeye ulaşmayı başarmış olsa da emir vermek onun doğasında vardı. Erkek olsaydı bizi ne hallere sokardı, düşünmek bile istemiyorum.
Odamın kalın duvarlarının ötesinden kumandanın sesi duyuluyor bazen. Hugues des Arcis’in keyfi bu sabah pek yerinde değil galiba, ama kimin keyfi yerinde ki zaten? Hava soğuk, kar vadiyi ve dağları örtmüş. Adamlar yorgun, Mayıs ayından beri buradayız ve Bay Pèire Rotger de Mirapoix’in kuşatmaya daha uzun aylar direneceğinden endişe duyuluyor. Bay Mirapoix yanında olan bölge halkına güveniyor, kumandanın ruhu bile duymadan kuleye girip çıkabilen bu insanlar erzak ve akrabalarla arkadaşlardan haber getiriyor.
Dün hanımım Bayan Maria’dan, bu akşam kendisiyle buluşmamı emreden bir mektup aldım. Belki de şu anki tedirginliğim de, bu emre uymak zorunda olduğumu bilmemden kaynaklanıyordur.
– Kumandana keçi peyniri tedarik eden köylülerden biri, Bayan Maria’nın mektubunu bana verebilmek için çadırıma gelmeyi başarmıştı. Talimatları kesin: Akşam olur olmaz karargâhtan ayrılmalı ve vadinin girişine kadar yürümeliyim. Orada birisi beni karşılayacak ve Montségur’a giden gizli geçitleri gösterecekti. Hugues des Arcis böyle geçitlerin varlığından haberdar olsaydı bu tarz bir bilgi için bana iyi bir ödeme yapardı, belki de böyle önemli bir bilgiyi neden zamanında vermediğim için beni yargılatırdı.
Akşamüzeri geçmek bilmiyordu. Birinin adımlarını duydum, kim olabilirdi ki?
“İyi misiniz, Julián? Papaz Pèire ateşlendiğinizi söyledi.”
Papaz hemen ayağa kalktı ve izin istemeden çadıra dalan bu uzun boylu ve yapılı adama sarıldı. Gelen onun erkek kardeşiydi. Bir an için kendini daha iyi hissetti; tıpkı küçüklüğündeki gibi, Fernando’nun güçlü görünümü sayesinde kendini güvende hissetmişti ve yaklaşan tehlike her ne olursa olsun atlatabileceğine inanmıştı. Fernando’nun en etkileyici yanı rakiplerini korkutan, arkadaşlarına güven veren sakin bakışlarıydı.
“Fernando, demek geldiniz! Çok sevindim! Ne zaman geldiniz?”
“Biz karargâha geleli bir saat olmamıştır”
“Biz mi?”
“Evet, beş şövalyeyle birlikte geldim. Albi Piskoposu Durand de Belcaire, Büyük Lider’den yardım rica etti. Kardeşimiz Arthur Bonard da tıpkı piskopos gibi yetkin bir mühendis.”
“Piskoposun Bay Hugues des Arcis’e gönderdiği takviye kuvvetler geleli günler oldu. Fakat Tapınak’tan da yardım isteyeceğini bilmiyordum. O kendini Tanrı’ya adamış biri ve savaşmaktan zevk duyuyor, düşmanını alt edebilmek için gerekli her türlü makine ve gereci de kafasında tasarlayabiliyor.”
“Başka yetileri de vardır diye tahmin ediyorum,” diye gülümseyerek karşılık verdi Fernando.
“Ah, evet! Bay des Arcis’den daha iyi hitap ediyor askerlerine.”
“Bir piskopos için hiç de fena değil,” diye takıldı Fernando.
“Söyleyin, Tapmak Şövalyeleri olarak bons homes‘ları yani Katharları ortadan kaldırmak mı istiyorsunuz? Hıristiyanlara eziyet etmekten hoşlanmadığınıza dair dedikodular duydum.”
Fernando hemen cevap vermedi. Bir nefes aldıktan sonra kısık bir sesle “Siz o dedikodulara kulak asmayınız,” dedi.
“Bu bir cevap değil ki. Bana güvenmiyor musunuz?”
“Tabii ki güveniyorum! Siz benim kaıdeşimsiniz! Tamam, size bir cevap vereceğim öyleyse: Hıristiyanlar olarak ziyadesiyle güçlü düşmanlarımız var, kendi içimizde birbirimize düşman olarak kaybedecek enerjimiz yok. Bons homes‘ların kime ne zararı var ki? Gerçek Hıristiyanlar gibi yaşıyorlar fakir bir hayat sürüyorlar”
“Ama haçı tanımıyorlar! Onda Efendimizi görmüyorlar”
“Haçın bir sembol olduğunu düşünüyorlar, Efendimizin çarmıha gerildiği bir yer olarak görüyorlar onu. Fakat ben teolog değilim, basit bir askerim.”
“Ama aynı zamanda keşişsiniz.”
“Yüce Kilise bana ne emir verirse, o emri Tanrı adına yerine getiriyorum, ama bu düşünmekten âciz olduğum anlamına gelmez. Hıristiyanlara acı çektirmekten hoşlanmıyorum”
“Ne siz, ne de ait olduğunuz grup hoşlanıyor bundan,” diye vurguladı Julián.
“Peki ya siz, kadınlar ve çocukların diri diri yakılmasını görmekten hoşlanıyor musunuz?”
Soru Fernando’nun içini kaldırmıştı.
Tanrı onları korusun!” diyen Julián irkilmişti, bunu söylerken bir yandan da istavroz çıkarıyordu.
“Kilise onların cehenneme gideceklerinden emin,” dedi Fernando alaycı bir ses tonuyla. “Kendimize boş yere eziyet etmeyelim ve durumu olduğu gibi kabul edelim. Masum insanların ölümleri ne sizin, ne de benim hoşuma gidiyor. Tapınak konusuna gelince… Bizler Kilise’nin itaatkâr kullarıyız, bizi çağırdılar ve işte buradayız. Burada ne yapacağımız başka bir konu.”
“Yüce Tanrım! O zaman burada yalnızca şey olarak değil… ama…”
“Öyle bir şey, evet.”
“Dikkatli olun Fernando, Papaz Ferrer de aramızda, sapkınlığı görmekte üstüne yoktur”
“Papaz Ferrer mi? Onunla ilgili bana ulaşan haberlerin ilginç olduğunu itiraf etmeliyim. Peki, neden burada?”
“Buradaki birliği o yönetiyor ve kardeşlerimizin katillerini yakalayıp, yargılatarak onları yaktıracağına yemin etti.”
“Avignonet’te katledilen Dominikenlerden mi bahsediyorsunuz?”
“Evet. Kâfirlerin peşinde bu şehre vardılar Onlara, komploya kurban gitmiş sekiz kâtip eşlik ediyormuş. Avignonefteki Toulouse Kontluğunun yöneticisi Raimundo de Alfaro, öldürülmelerine izin vermiş.”
“Ama bu söylediğiniz kanıtlanmadı ki…” diye karşı çıktı Fernando.
“Bir şüpheniz mi var, bayım?” diye bir ses duyuldu arkalarından. Julián ve Fernando, şaşırmış bir ifadeyle arkalarını döndüler. Papaz Ferrer biraz önce odaya girmiş ve söyledikleri son sözleri duymuştu. Fernando, engizisyon mahkemesi üyesinin kınayan bakışlarına rağmen sessiz kalmadı.
“Acaba siz?..”
“Papaz Ferrer,” diye cevap verdi Dominiken rahip “ve size iki kardeşimin katlinde Alfaro’nun suçu olup olmadığını soruyordum.”
“Olayın bu şekilde cereyan ettiğine dair bir kanıt yok.”
“Kanıt mı?” diye güldü Papaz Ferrer “Biliniz ki Alfaro, kardeşlerimi kalenin kulesine, gözlerden uzak bir yere kapattı; kimse onlara yardım edemez. Yine biliniz ki, gecenin bir yarısında buradan, Montségur’dan çıkan bir grup sapkın tarafından öldürüldüler; Tanrı bu günah yuvasını kahretsin! Kilise bu başkaldırıyı affetmeyecek. Kendine ‘İyi Hıristiyan’ diyenler aslında bir grup katilden başka bir şey değil.”
Julián dehşet dolu gözlerle ona bakıyor, yerinden kıpırdayamıyordu. Fernando iyice düşündü ve rahiple tartışmaya girmenin bir hata olacağına karar verdi.
“Ayrıntılara girmek istemiyorum. Eğer siz öyle olduğunu söylüyorsanız, öyledir.”
Papaz Ferrer gözlerini bayılmak üzere olan Julián’a dikti.
“Papaz Pèire dinlenmeniz gerektiğini söyledi ve sizi görmemem için çok ısrar etti, fakat sizin için endişelenmesem bu iyiliğe ve hayırseverliğe sığmazdı. Yalnız olmadığınızı görüyorum, o halde sizi başka zaman ziyaret edebilirim.”
Papaz Ferrer şaşırtıcı hızıyla odadan çıktı.
“Korkmayın lütfen, renginiz bembeyaz oldu,” diyerek güldü Fernando. “Tanrı yolunda bir kardeşiniz o sizin.”
“Siz… Siz onu tanımazsınız,” diye fısıldadı Julián.
“Sapkınların yerinde olmak istemezdim. Papaz Ferrer’de eksik olan bir duygu varsa o da merhamettir”
“Annenizin halen Montségur’da olduğunu, en küçük kız kardeşinizin de onunla kaldığını biliyorsunuz diye tahmin ediyorum.”
Fernando ciddi ve endişeli bir yüzle başını salladı. Annesi Bayan Maria’yı hatırlamak, göğsünde pişmanlık dolu bir acı duymasına sebep oluyordu. Hiçbir zaman çok yakın bir ilişkileri olmamıştı ancak annesini herkesten, babasından bile daha çok sevmişti hep. Eneıjik ve meraklı bir kadın olan anneleri, hiçbir çocuğuna fazla sevgi gösterisi yapmazdı; sevgisini onları koruyarak ve onlara iyi bir gelecek sağlayarak göstermeye çalışırdı.
“Ben… nasıl desem… onu birkaç sefer gördüm,” diye itiraf etti Julián.
“Şaşırmadım, ne de olsa kale hiçbir zaman dışarıyla bağlantısını koparmadı. Adamlardan bazılarının sadece kendilerinin bildiği gizli geçitlerden girip çıktığını biliyoruz. Daha geçenlerde annem bana da bir mektup gönderdi.”
“Size yazdı demek?” diye sordu Julián, korkmuştu. “Sadece hanımım bu tarz bir şeye cesaret edebilir!”
“Meraklanmayın. Annem akıllıdır ve bizi tehlikeye atmadı. Mektubu, kız kardeşim Marian’ın hizmetçilerinden biri aracılığıyla aldım. Kız kardeşimin eşi Bay Bertran d’Amis’in, Kont Raimundo’nun hizmetinde olduğunu bilirsiniz, bu sayede Marian sık sık annemden haber alabiliyor. Ben de buraya onu görebilmek umuduyla geldim, nasıl yapabilirim bilmiyorum… Belki de siz bana yardım edebilirsiniz.
“Böyle bir şeyi denemeyiniz bile! Efendim Hugues des Arcis sizi öldürür, piskopos da aforoz eder”
“Ben bir yolunu bulmasını bilirim, sevgili Julián. Annemi Montségur’u terk etmeye ya da en azından çocukluğunu henüz geride bırakan kız kardeşim Teresa’ya izin vermeye ikna etmeyi deneyeceğim. Er ya da geç kale işgal edilecek ve… sizin de bildiğiniz gibi Katharlara merhamet edilmeyecek. Onu ikna etmeye çalışacağım; babam, babamız için bunu yapmak zorundayım.”
Julián utançla başını eğdi. Bay Juan de Ainsa’nın piçi olduğunu düşünmek canını yakıyordu.
“Yapmayın Julián, sizi üzgün görmek istemiyorum!’’
Oturdu ve testiden doldurduğu bir bardak suyu Fernando’ya ikram etmeden iştahla içti. Diğeri de sözlerine devam etmeden önce sessizce kardeşinin kendine gelmesini bekledi.
“Bay Juan’la görüştünüz mü?” diye sordu Julián cılız bir sesle.
“Aylar önce bu ülkeye geri döndüğümde, yolumu biraz degiştirebildim ve babamızı ziyaret etmek için Ainsa’ya gittim. Yalnızca iki gün kaldım ancak hasret gidermemize yetti. Annemi ilk günkü gibi seviyor hâlâ ve onun için endişeleniyor. Bana onları, onu ve küçük kız kardeşimi kurtarmamı söyledi. Annemin Montségur’u terk etmesi için elimden gelen her şeyi yapacağıma söz verdim; oysa onun kaleyi asla terk etmeyeceğini ve kendisini bekleyen ölümle yüzleşeceğini ikimiz de biliyoruz çünkü annem hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmaz, Tanrı’dan bile.”
“Bay Juan’ın sağlığı yerinde miydi?”
“Çok hasta, gut hastalığı nedeniyle çok zor yürüyor ve kalp spazmları geçiriyor. Kız kardeşlerimin en büyüğü kendini ona bakmaya adamış. Bayan Marta’nın dul kaldığını ve iki çocuğuyla birlikte babaevine dönerek, babamızın koruması altına girdiğini biliyorsunuz.”
“Bayan Marta en sevdiği kızı olmuştur hep.”
“Kardeşlerin en büyüğü ve annemin uzun bir süre hamile kalamaması sebebiyle neredeyse tek çocuk olarak kalacaktı. Tabii ki buna, babamızın diğer çocukları dâhil değil.”
“Evet, gayrimeşru çocukları. Bay Juan, Bayan Maria’yı seviyordu fakat bu başka çiçeklerden bal almasına asla engel teşkil etmedi.”
“Anneniz çok güzel bir kadındı.”
“Evet, öyle olmalıydı. Ne yazık ki onu tanıyamadım.”
İki adam bir süre sessiz kaldılar, ikisi de kendi düşüncelerine gömülmüştü. Soğuk hava ve Papaz Pèire’nin öksürüğü onları gerçekliğe döndürdü.
“Affedersiniz, Bay Femando, Papaz Julián’ın nasıl olduğuna bakmaya gelmiştim, bizlerle akşam yemeği yiyebilecek durumda mı, yoksa buraya mı yemek getirelim diye…”
“Eğer sizin için sorun olmayacaksa, çadırda kalmak isterim,” dedi Juliân. “Kendimi iyi hissetmiyorum, biraz uyursam düzelebilirim belki.”
“Doktora sizi bir kez daha muayene etmesini söyleyeceğim,” dedi Papaz Pèire.
“Hayır! Yalvarırım size! Bir kan akıtma tedavisine daha tahammül edemeyeceğim. Biraz çorba, biraz da şarapla ıslatacağım ekmek benim için tedavilerin en iyisi olacak. Çok yorgunum, Papaz Pèire…”
“Sanırım haklısınız,” diye araya girdi Femando, “kardeşimin iyiliği için yapabileceğimiz en isabetli şey, onun istirahat etmesine izin vermek olacaktır. Güzel bir uykunun geçiremeyeceği sıkıntı yoktur”
“Efendim Hugues des Arcis ve diğer şövalyeler akşam yemeği için sizi bekliyor, Bay Fernando.”
“Bir dakika içinde geliyorum, siz iyi kardeşimiz Julián’a çorba ve şarapla ekmek getirene kadar inmiş olurum.”
Papaz Pèire seri adımlarla odadan çıktı, kardeşi Julián’ın solgunluğu onu endişelendiriyordu. Tanrı onu affetsin fakat sanki kardeşinin yüzünde ölümün yansımasını görmüştü.
“Size rahatsızlık verdiğim için üzgünüm,” dedi Fernando yeniden baş başa kaldıklannda.
“Dert etmeyin.”
“Hayır, ediyorum çünkü benim için önemlisiniz, hoşunuza gitse de gitmese de biz yarı kardeşiz. Bu sizi üzmemeli. Siz Ainsa şehrinin soylu bir beyefendisinin oğlusunuz.”
“Onun ve evindeki hizmetçilerinden birinin.”
“Kendini efendisine teslim etmekten başka çaresi olmayan güzel ve sevimli bir genç kızın. Bu kuralları ben koymadım ve onlara katılmıyorum. Ama siz de biliyorsunuz ki beyefendilerin evlilik dışı çocukları oluyor. Siz şanslıydınız, çünkü annem gayrimeşru çocukları ve annelerini hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Onların her birini mevki sahibi yapmaya çalıştı ve sizin için özel bir çaba gösterdi. Bizim aile ortamımızda büyütüldünüz, benimle aynı zamanda at binmeyi öğrendiniz, size de okuma ve yazma öğretildi, annem sizin dinî eğitiminizin masraflarını dahi üstlendi…”
“Fakat her şeye rağmen ben bir piçim.”
Tanrı’nın gözünde hepimiz eşitiz. Kıyamet Günü geldiğinde bize doğumumuzu ve nasıl dünyaya geldiğimizi sormayacaklar; bu hayatta neler yaptığımız önemli olacak.”
Dehşete düşen Julián, boğulurmuş gibi öksürmeye başladığında, Fernando boş yere ona su içirmeye çalışıyordu.
“Sakin olun ve şunu için! Ne oluyor size?”
“Tanrı’nın adaleti… Cehenneme gideceğim, biliyorum.”
Papaz titriyordu ve gözlerinden boşalan yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. Endişe ve korku, engizisyon mahkemesi noterini küçük bir çocuğa çevirmişti.
“Fakat Julián! Bu şekilde hissetmenize sebep olacak ne günah işlediniz ki?”
‘Sizin anneniz, benim çektiğim eziyetin sorumlusu o!”
“Susun! Böyle bir söz etmeye nasıl cüret edersiniz?”
Gözyaşlarına boğulan keşiş, şiddetle titreyerek kendini rahatsız yatağına bıraktı. Fernando ne yapacağını bilemiyordu. Diğer kardeşlerine tercih ettiği, hep sevdiği ve koruduğu Julián’ı böyle görmek ona acı veriyordu.
“Şövalye Armand’ın da bizimle gelmesi iyi oldu, kendisi iyi bir doktordur ve Doğu’da bilgi dağarcığını geliştirmiştir. Sizi ziyaret etmesini ve şikâyetlerinize bir çare bulmasını rica edeceğim. Şimdi gitmek zorundayım, yarın sizi yeniden ziyaret edeceğim.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKayıp Mürit
- Sayfa Sayısı704
- YazarJulia Navarro
- ÇevirmenDeniz Torcu
- ISBN9786055289928
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hırsız ve Köpekler ~ Necip Mahfuz
Hırsız ve Köpekler
Necip Mahfuz
Hırsız ve Köpekler en yakınlarının ihanetine uğrayıp hapse düşmüş Said’in intikam hayalleriyle hapisten çıkışının hikâyesi. Kendisini ele veren karısını ve âşığını öldürmek, kızı Sena’yı...
- Sahilde Kafka ~ Haruki Murakami
Sahilde Kafka
Haruki Murakami
Karga adlı delikanlı “Öyleyse, para meselesi bir şekilde halloldu?” diyor Karga adlı delikanlı, o her zamanki sakin konuşma tarzıyla. Sanki derin bir uykudan yeni...
- Ölü Evinden Anılar ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ölü Evinden Anılar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Sibirya’nın ücra köylerinde, bozkırlar, dağlar, geçilmez ormanlar arasında, tek tük kasabalarla burun buruna gelinir. En fazla iki bin nüfuslu, ahşap evlerden oluşan bu kasabalar...