Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kayıp Kız
Kayıp Kız

Kayıp Kız

Gillian Flynn

Âşık olduğunuz insanı ne kadar tanıyorsunuz? Sıcak bir yaz sabahı Nick ve Amy beşinci evlilik yıl dönümlerini kutlamaya hazırlanırken Amy bir anda ortadan kaybolur….

Âşık olduğunuz insanı ne kadar tanıyorsunuz?

Sıcak bir yaz sabahı Nick ve Amy beşinci evlilik yıl dönümlerini kutlamaya hazırlanırken Amy bir anda ortadan kaybolur. Amy’nin arkadaşları onun Nick’ten korktuğunu iddia eder. Nick’e göre bunların hepsi yalandır. Polis, Nick’in bilgisayarında tuhaf şeylere rastlar, böylece Nick kaçınılmaz şekilde baş şüpheli olur. Amy’nin ortaya çıkan günlüğü, onun manipülatif biri olduğunu gösterir. Gizemli biri tarafından sürekli aranan Nick ise polis ve medyanın artan baskısıyla birlikte şüpheli davranışlar sergilemeye başlar.

Amy ortaya çıkacak mı, yoksa Nick karısını öldüren bir katil mi? Peki, Amy’nin özenle paketleyip bıraktığı kutuda ne vardı?

Kayıp Kız’da evlilik, tam bir savaş sanatına dönüşüyor.

“Akıl almaz bir oyun… İlk okuduğunuzda yüreğinizin sıkışmasına neden olan şeyler, ikinci okuyuşunuzda tamamen farklı görünecek.”
–Janet Maslin, The New York Times

“İnsan psikolojisinin en karanlık kuytularına inen bu nefis gerilim romanı tüylerinizi diken diken edecek.”
–People

*

NICK DUNNE

O GÜN

Karımı düşündüğümde aklıma daima kafası gelir. Öncelikle kafasının şekli. Onu ilk gördüğümde kafasının arkasını görmüştüm ve o eğimde çok hoş bir şey vardı. Parlak renkli, sertleşmiş mısır püsküllerine ya da nehir yatağı fosillerine benziyordu. Viktorya döneminde zarif şekilli diyecekleri bir kafası vardı. Kafatasının şeklini kolayca gözünüzde canlandırabilirdiniz.

Nerede görsem kafasını hemen tanırım.

Ve kafasının içindekileri de bilirim. Bazen onun ne düşündüğünü de düşünürüm. Beynini, beyninin kıvrımlarını, beyninin kıvrımlarında hızla koşuşturan kırkayaklar gibi oradan oraya kaçan düşüncelerini… Bir çocuğun hayal gücüyle kafatasını açtığımı, beynini dışarı çıkardığımı ve düşüncelerini yakalamaya çalıştığımı gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Neler düşünüyorsun, Amy? Evliliğimiz boyunca hep sorduğum soru bu. Asla yüksek sesle dillendirmesem de, cevap verebilecek kişiye hiç sormasam da. Sanırım bu sorular bütün evliliklerin tepesinde firtina bulutu gibi dolaşıyor: Ne düşünüyorsun? Neler hissediyorsun? Sen kimsin? Bize ne oldu? Şimdi ne yapacağız?

Sabah altıda gözlerim açılıverdi. Kirpiklerim titreşmedi, gözlerimi kırpıştırarak uyanmadım. Uyanışım daha çok mekanikti. Gözkapaklarım, tüyler ürperten bir vantrilok bebeğininkiler gibi açılıverdi. Dünya bir an için kapkaranlıktı, sonra şov zamanı! Saatin üzerinde 6-0-0 yazıyordu; ilk gördüğüm bu oldu. 6-0-0. Değişikti. Saat başında uyandığım nadirdi. Ben küsuratlı saatlerde uyanan bir adamdım: 8:43, 11:51, 9:26. Hayatımda alarma yer yoktu.

Saat tam 6-0-0’da, güneş, meşelerin üzerinden yükselerek kızgın yaz tanrısının sıcağını yayıyordu. Nehirden yansıyan ışınlar adeta uzun alevden parmaklar gibi, ince yatak odası perdelerinin arkasından bana doğrultulmuştu. Suçlama: Seni gördüm. Seni görecekler.

İki yıldır içinde yaşadığımız halde, hala yeni ev’ dediğimiz yeni evimizdeki New York yatağımızda debelendim. Mississippi Nehri’nin hemen yanındaki, Yeni Banliyö Zenginleri diye bağıran bu kiralık ev, kasabanın diğer yanındaki arazilerin oradaki evimizde geçen çocukluğumda hayalini kuracağım türden bir yerdi. İnsanda anında tanıdıklık hissi yaratan evlerden. Türünün bütün özelliklerini taşıyan, iddiasız, karımin nefret edeceği -ve ettiğiyeni, yepyeni yeni ev.

“Eve girmeden önce ruhumu dışarıda mı bırakmalıyım?” Gelir gelmez böyle demişti. Bu bir uzlaşmaydı: Amy burada fazla uzun süre tıkılıp kalmamayı umduğundan, benim küçük Missouri kasabamda bir ev almak yerine kiralamakta diretmişti. Fakat kiralık evler de bu semte yığılmıştı. Ekonomik kriz yüzünden bankaların el koyduğu, fiyatı düşmüş evleriyle minyatür bir hayalet kasaba; daha açılmadan kapanmış bir semt. Bu bir orta yoldu ama Amy bunu hiç böyle görmedi.

Ona göre bu ev onu cezalandırmamın bir parçasıydı; ona göre tüm bencilliğimle iğrenç bıçağımı etine saplayıp kaniruyordum. Bir mağara adamı gibi onu saçlarından sürükleyerek şiddetle karşı çıktığı bir yere getirmiş, hep dalga geçtiği evlerden birinde yaşamaya mecbur etmiştim. Sanırım sadece bir tarafın öyle görmesiyle uzlaşma olmuyor; ama Amy’yle aramızdaki uzlaşmalar genelde böyleydi. Birimizden biri her zaman kızgın oluyordu. Ve bu genellikle Amy’ydi.

Bu konuda dırdır ettiğim için beni suçlama, Amy. Missouri dırdırı bu. Ekonomiyi suçla, kötü şansı suçla, ailemi suçla, kendi aileni suçla, interneti suçla, interneti kullanan insanları suçla.

Eskiden bir yazardım. Televizyon, sinema filmleri ve kitaplar hakkında yazıyordum. O zamanlar insanlar kağıt üzerinde yazanları okuyordu, o zamanlar insanlar düşüncelerime değer veriyordu. New York’a 90’ların sonunda, altın çağının son demlerinde gelmiştim; gerçi henüz kimsenin altın çağın sonlarını yaşadığımızdan haberi yoktu. Şehir yazarlarla, gerçek yazarlarla doluydu çünkü dergiler, gerçek dergiler vardı. O günlerde yayıncılık dünyası için internet, bir köşede tutulan egzotik bir evcil hayvandan ibaretti. Bir parça mama ver, kayışının ucunda küçük dansını seyret, “Ah, çok sevimli,” diye sev, geceleri de seni öldürmeyeceğinden emin bir şekilde yatağa girip uyu. Düşünün, o zamanlar üniversiteden yeni mezun olmuş çocuklar New York’a gelip yazarlıktan para kazanabiliyordu. On yıla kalmadan kariyerlerimizin sönüp gideceğinden haberimiz yoktu.

On bir yıldır işimi yapıyordum, sonra bir gün aniden işimi kaybettim. Her şey çok hızlı oldu. Ülkenin her yerinde dergiler kapanmaya, iflas etmiş ekonominin ani salgını tarafından yutulmaya başlamıştı. Yazarların (benim gibi yazarlar: Umut vaat eden roman yazarları, aydın düşünürler, blog yazacak ya da tweet atacak kadar hızlı düşünemeyen, temelde yaşlı ve inatçı moruklar) işi bitmişti. Tıpkı kadın şapkası yapanlar ya da at kırbacı üreticileri gibi zamanımız dolmuştu. İlişiğim kesildikten üç hafta sonra Amy de işini kaybetti. (Şimdi Amy’nin, omzumun üzerinden bakıp kariyerim ve kötü kaderimle ilgili söylenip durmama, onun deneyimini tek bir cümleyle kesip atmama kıs kis güldüğünü hissedebiliyorum. Ne söyleyeceğini biliyorum. Nick gibi, derdi. Bir nakarat gibi tekrarlardı: Tipki Nick gibi… Ardından ne gelirse gelsin, tıpkı benim gibi olan şey hep kötüydü.) İki işsiz yetişkin, çoraplarımız ve pijamalarımızla Brooklyn’deki tuğla evimizde haftalarca volta atmış, geleceği görmezden gelmiş, masaların ve kanepelerin üzerine açılmamış postalarımızı saçmış, sabahın onunda dondurma yemiş, öğleden sonraları saatlerce şekerleme yapmıştık.

Sonra bir gün telefon çaldı. Arayan ikiz kız kardeşimdi. Margo bir yıl önce New York’taki işini kaybettikten sonra baba evine dönmüştü. Kız kardeşim boktan durumlarda bile benden hep bir adım önde olurdu. Margo, Missouri-Kuzey Carthage’da büyüdüğümüz evden arıyordu. Onu dinlerken gözümde on yaşındaki hali canlandı. O zamanlar siyah, küt saçları ve bahçıvan şortuyla dedemizin arkadaki iskelesinde oturur, bedeni eski bir yastık gibi iki büklüm olur, cılız bacaklarını suda sallar, bir taraftan da akan suyun içindeki beyaz ayaklarını büyük bir dikkatle -henüz çocuk olmasına rağmen bir tür sükunetle izlerdi.

Buz gibi haberler verdiği halde Go’nun sesi sıcaktı. Dağ gibi dayanıklı annemiz ölüyordu. Babamız zaten gitmiş sayılırdı, hem (iğrenç) beyni hem de (sefil) kalbi büyük karanlığa doğru yalpalıyordu. Ama annemiz onu bu yolculukta yenecekmiş gibi görünüyordu. En fazla altı ayı, belki bir yılı kalmıştı. Go’nun doktorla şahsen görüştüğünü, doktorun söylediklerini eğri büğrü elyazısıyla not ettiğini ve telefonda konuşurken bir yandan da kendi yazdıklarını -tarihleri ve dozlarıçözmek için debelendiğini gözümde canlandırabiliyordum.

“Aman ya, s.ktir, ne yazdığı hakkında hiçbir fikrim yok. Bu dokuz mu? Sana bir şey ifade ediyor mu?” dediğinde lafını kestim. İşte sonunda kız kardeşim tıpkı sulu bir erik gibi bana bir amaç ve bir görev uzatmıştı. Bunun getirdiği rahatlamayla neredeyse ağlayacaktım.

“Geleceğim, Go. Eve geri döneceğim. Bunlarla tek başına uğraşmamalısın.”

Bana inanmadı. Telefonun diğer ucundan soluklarını duyabiliyordum.

“Ciddiyim, Go. Neden olmasın? Burada yapacak hiçbir şey yok.”

Uzun bir iç çekiş. “Peki ya Amy?”

İşte adam gibi düşünmediğim şey buydu. New Yorklu ilgi alanları ve New Yorklu kibri olan New Yorklu karımın elinden tuttuğum gibi onu New Yorklu ailesinden ayırabileceğimi varsaymıştım. Çılgın ve heyecan verici Manhattan’ı arkamızda bırakacak, birlikte Missouri’de, nehir kıyısında küçük bir kasabaya yerleşecektik ve her şey harika olacaktı.

Ne kadar aptalca, ne kadar iyimser, ne kadar… Ah, evet, tıpkı Nick gibi düşündüğümü o zaman fark edememiştim. Bunun sebep olacağı sorunları düşünemedim.

“Amy için de iyi olacak. Amy…”

Amy de annemizi seviyor, demem gerekirdi bu noktada. Oysa Go’ya Amy’nin annemizi sevdiğini söyleyemezdim çünkü evli olmamıza rağmen Amy annemi neredeyse hiç tanımıyordu. Birkaç kere biraraya gelmiş ve birbirlerini afallatmaktan öteye gitmemişlerdi. Amy aralarında geçen konuşmaları günler sonra bile çözümlemeye çalışırdı: “Peki öyle diyerek ne demek istedi…” Sanki annem tundralardan kucak dolusu çiğ sığır eti ve bir dolu düğmeyle gelip Amy’nin satmadığı bir şeyle takas etmeye çalışan bir kabile kadınıydı.

Amy ailemi tanımaya çalışmamıştı. Doğduğum yerle hiç ilgilenmemişti. Buna rağmen ben nedense ailemin evine taşınmamızın iyi bir fikir olacağını düşündüm.

Nefesim yastığı ısıtıyordu. Başka şeyler düşünmeye çalıştım. Olmuş bitmiş şeyleri sorgulamanın ya da pişman olmanın zamanı değildi, bugün harekete geçme günüydü. Aşağıdan uzun zamandır duymadığım sesler geliyordu: Amy kahvaltı hazırlıyordu. Ahşap dolap kapılarını çarpıyor (bam-güm!), çatal-bıçak ve bardak çekmecelerini şangırdatıyor (çin-çin!), metal kap ve tavaları karıştırıp diziyordu (çlang-çlung!). Mutfak orkestrası giderek coşuyor, azimle finale doğru yükseliyor, bir kek kabı yerde yuvarlanıyor, bir çınlamayla duvara çarpıyor… Etkileyici bir koşuşturmaca olduğu kesindi. Belki de krep hazırlıyordu. Çünkü krep özel bir şeydi ve bugün, Amy’nin özel bir şey pişirmek isteyebileceği bir gündü.

Bugün beşinci evlilik yıldönümümüzdü.

Merdivenlerin ucuna kadar yalınayak gidip aşağıyı dinledim, ayak parmaklarımı Amy’nin prensipte karşı olduğu duvardan duvara halının üzerinde büküp gerdim ve karıma eşlik etmeye hazır olup olmadığıma karar vermeye çalıştım. Amy,

benim duraksamamdan habersiz, mutfakta çalışıyordu. Melankolik ve kulağıma tanıdık gelen bir şeyler mırıldanıyordu. Anlayabilmek için iyice kulak kabarttım. Bir şarkı? Bir ninni? Sonra bunun M*A*S*H dizisinin jenerik müziği olduğunu anladım. İntihar acısızdır. Aşağı indim.

Eşikte durup karımı seyrettim. Tereyağı rengi saçları, başının arkasında mutlu bir atlama ipi gibi sallanıyordu. Yanan parmağını dalgın dalgın emiyor, farkında olmadan şarkıyı mırıldanıyordu. İlk çıktığımız akşam radyoda bir Genesis şarkısı çalmıştı: “Kızın görünmez bir dokunuşu var, yeee.” Amy ise şöyle mırıldanmıştı: “Kız şapkamı alıp en üst rafa koydu.” Ona şarkının sözlerinin bu şekilde olduğu fikrine nereden kapıldığını sorduğumda, daima şarkıdaki kadının, adamı gerçekten sevdiğine inandığını, çünkü adamın şapkasını en üst rafa koyduğunu söyledi. Ondan çok hoşlandığımı, her şeye bir açıklaması olan bu kızdan gerçekten hoşlandığımı o anda anladım.

Böyle sıcak bir anıyı hatırlayıp da buz gibi hissetmek gerçekten rahatsız edici.

Amy tavada cızırdayan krepe göz atıp bileğinden bir şey yaladı. Muzaffer bir ev kadını gibi görünüyordu. Onu kollarımın arasına alsam böğürtlen ve pudra şekeri kokacağından emindim.

Pis şortum ve dimdik saçlarımla kapıda oyalandığımı fark ettiğinde, mutfak tezgahına yaslanıp “Ah, merhaba, yakışıklı,” dedi.

Midemin asitli suyu boğazıma tırmandı. Hadi bakalım, dedim kendi kendime.

İşe geç kalıyordum. Kasabaya geri döndüğümüzde kız kardeşimle çok aptalca bir şey yaptık. Hep yapmayı konuştuğumuz şeyi gerçekleştirdik. Bir bar açtık. Bunu yapmak için Amy’den seksen bin dolar borç aldık. Bir zamanlar bu para Amy için devede kulaktı ama borcu aldığımızda, kalan son varlığıydı. Ona faiziyle geri ödeyeceğime yemin etmiştim. Karısından borç alan bir adam olmak hoşuma gitmiyordu. Bunu duysa babamın dudaklarını büzeceğini çok iyi biliyordum. Eh. cins cins adam var, diyecek, bu lanetli cümlenin ikinci yarısını söylemeyecekti: Ve sen en kötü cins çıktın.

Ama cidden, aslında gerçekçi bir karar, akıllıca bir girişimdi. Amy’nin ve benim yeni kariyerlere ihtiyacımız vardı ve benimki bar işi olacaktı. Belki bir gün Amy de kendine bir kariyer seçerdi ya da seçmezdi; ama bu arada ben Amy’nin son birikimiyle eve para getiren bir iş yapıyordum. Tıpkı kiraladığım McKonak gibi, bar da sembolik olarak çocukluk anılarımı temsil ediyordu. Sadece yetişkinlerin gittiği ve sadece yetişkinlere özgü işlerin döndüğü bir yerdi. İşsiz kaldığımda burayı satın almakta ısrarlı olmamın nedeni buydu belki. Bu bar benim bir yetişkin, olgun bir erkek, işe yarar biri olduğumun kanıtıydı; tüm bunlar olmamı sağlayan kariyerimi kaybetmiş olsam bile. Bir daha aynı hatayı yapmayacağım: Dergi yazarları önümüzdeki günlerde de internet, ekonomik kriz, televizyon seyredip oyun oynayarak arkadaşlarına elektronik ortamda yağmurun tiksinç olduğunu falan yazmayı tercih eden Amerikan halkı tarafından iskartaya çıkarılmaya devam edecek ama sıcak bir günde, serin ve loş bir barda burbon veren bir aplikasyon henüz icat edilmedi. Ve dünya her zaman bir içki içmek isteyecek.

Barımız oradan buradan gelişigüzel toplanmış eşyalarla dağınık bir dekorasyona sahip şu köşe barlardan biri. En dikkate şayan yanı, devasa Viktorya tarzı arka barı, meşeden oyulmuş ejder kafaları ve melek yüzleri; günümüzün boktan plastik estetiği düşünülürse gerçekten abartılı bir ahşap oymacılığı. Barın geri kalanı aslına bakılırsa fazlasıyla boktan. Geçmiş on yılların neredeyse en sefil tasarım anlayışlarının sergilendiği bir müzeyi andırıyor: Eisenhower günlerinden kalma muşamba yer döşemesinin kenarları yanık tost ekmekleri gibi kıvrılmış, hiçbir tarzı olmayan lambri duvarlar sanki 70’lerin amatör pornolarından fırlamış, halojen lambalar tesadüfen 1990’lara denk düşen üniversite yurduma bir saygı duruşu gibi. Bunlara rağmen bar tuhaf bir şekilde insana kendini evinde gibi hissettiriyor. Bardan ziyade birazcık bakıma ve tadilata muhtaç bir evi andırıyor. En şenlikli yanı da, bovling salonuyla aynı otoparkı paylaşıyoruz ve çift kanatlı kapılarımız açıldığında, müşterilerimizi devrilen lobutların alkışları karşılıyor.

Bara, ‘Bar’ adını verdik. “Insanlar aklımıza yaratıcı bir isim gelmediğini değil, ironi yaptığımızı düşünecekler,” diye bu fikri savundu kız kardeşim.

Evet, zeki New Yorklular olduğumuzu düşünüyorduk. Bara verdiğimiz ismin ardındaki espriyi kimse tam olarak anlamayacaktı. Bizim anladığımız gibi anlamayacaklardı. Kasaba sakinlerinin burunlarını kaşıdıklarını gözümüzde canlandırıyorduk: Neden bara Bar adını vermişler ki? Ama beyaz saçlı, pembe eşofmanlı ve çift odaklı gözlük takmış yaşlıca bir hanım olan ilk müşterimiz “Adı sevdim,” dedi. “Tiffany’de Kahvaltı filminde Audrey Hepburn’ün kedisine Kedi adını vermesi gibi.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kundakçı ~ Zoraida CordovaKundakçı

    Kundakçı

    Zoraida Cordova

    Ben Renata Convida’yım. Yüzlerce çalıntı hayat yaşadım. Artık kendiminkini yaşıyorum. Renata, yeteneği yüzünden henüz küçük bir çocukken Kralın Adaleti tarafından kaçırılır ve Andalucia’nın görkemli...

  2. Japon Sevgili ~ Isabel AllendeJapon Sevgili

    Japon Sevgili

    Isabel Allende

    “Yaz Boz Tahtası” Haldun Taner’in Devekuşuna Mektuplar başlıklı köşe yazılarından oluşan ikinci kitabı. 1970’li yıllarda günlük olaylar, toplumsal, siyasal, kültürel gelişmeler, değişmeler ve en...

  3. Alice’in Dünyası ~ Caroline StoessingerAlice’in Dünyası

    Alice’in Dünyası

    Caroline Stoessinger

    Hayat Güzeldir filmini izlemiş miydiniz? Filmde Nazi kampına düşen Yahudi baba, minik oğluna eğlenceli bir oyunun içinde olduklarını, eğer kazanırlarsa ödül olarak tanklardan birini...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur