katya’nın yazı ilk ve büyük bir aşkın müthiş kurgusuna, dayanılmaz anlatımın da eklendiği klasik bir trevanian keyfi
Rahatlığı ve gerilimi aynı zaman aralığında veren, Bask kültürünün ince ayrıntılarını içinde barındıran, metin aralarındaki ipuçlarını takip edenler için soluk soluğa, edemeyenler için şok bir son…
Gerçek olamayacak kadar kusursuz ve katlanılamayacak kadar acı…
İnsan ruhunun derinliklerine inen sürpriz dönüşlerle umulmadık bir etki yaratan içinizde düğüm düğüm kalacak, inanması zor bir yaz.
***
SALIES-LES-BAINS
AĞUSTOS 1938
Büyük savaştan önceki yaza değinmek isteyen her yazar, havanın o olağanüstü güzelliğine de değinmeye kendini zorunlu hissetmektedir: Masmavi gökyüzü altında o bir türlü bitmeyen günler; o göklerde tembel tembel dolaşan küçük, beyaz bulutlar; yumuşak rüzgarların serinlettiği uzun, lavanta kokulu akşamlar; kuş sesleriyle, sarı ışıklarla dolu sabahlar… İtalya’dan İskoçya’ya, Berlin’den benim anayurdum olan aşağı Pirene’lere kadar Avrupa’nın tümü o sıra pırıl pırıl, tatlı bir havayı paylaşmaktaydı. Dört korkunç yıl boyunca da son paylaştıkları şey bu oldu… tabii savaşın getirdiği çamur, acı, nefret ve ölüm dışında. On dokuzuncu yüzyılı yirminci yüzyıldan ayıran o savaşın nitelikleri bunlardı zaten “Zerafet Çağı” “Yeterlik Çağı”ndan o savaşla ayrılıyordu.
O yazı tarif edenlerin çoğu, mevsimin olağanüstü güzelliğinin kendilerine bir ürküntü, her şeyin sonu noktalanıyormuş gibi garip bir önsezi verdiğini iddia ederler. Bitmek üzere olan bir mumun son pırıltısı gibi. Bir uygarlığın yok olmasından önceki son umutsuz parlaması gibi. Siperlerde ölecek gençlerin son neşeli, hemen hemen isterik kahkahası gibi. O son Ağustos ayından aklımda kalanların, hatıra defterime işlediğim tek tük notlar ve şiirlerin yardımıyla bile olsa, o yaz mevsimini kaderin alaycı bir jesti olarak gördüğüme dair hiçbir ima taşımadığını itiraf etmem gerek. Belki de böyle belirtilere karşı duyarlığım azdı. Çok gençtim o sıra. Hayatın özsuyuyla doluydu içim. Üstelik doktorluk kariyerimin eşik taşına yeni basmış, depar için hevesle vaziyet almış bulunuyordum.
Bu sözler dudaklarıma buruk bir gülümseme yerleşmesine neden oluyor, çünkü küçük bir Bask kasabasında bekâr bir doktor olarak geçirdiğim çeyrek yüzyılı doktorluk kariyeri diye tanımlamak, ancak “sözün gelişi” veya “dil alışkanlığı” sayesinde mümkün olabilecek bir şeydir. Yoo, elbetteki o günlerin zeki, çalışkan delikanlısı, kendini mesleki bir başarının ilk adımında saymak, öyle olduğunu ummak için her türlü nedene sahipti. Belki yanında çalıştığı Doktor Hippolyte Gros’un kendisine verdiği utandıracak kadar basit görevlerden, geleceğinin biraz sınırlı olacağını sezebilirdi. Doktor Gros, asistanının ikinci derecedeki bağımlı pozisyonunu, kimi sinsi, kimi açık, bir düzine yolla ifade etmekten geri durmazdı. Bunların etkili olanlarından bir tanesi de, hastalara durmadan asistanının “gençliğine ve tecrübesizliğine rağmen” diplomalı bir doktor olduğunu sık sık hatırlatmasıydı.
“Doktor Montjean reçetenizi hazırlayacaktır,” derdi bir hastaya tatlı tatlı gülümseyerek. “Ona her konuda güvenebilirsiniz. Gerçi diplomasının mürekkebi hâlâ kuramamıştır ama bedenin ve zihnin tedavisi konusunda en modern yöntemlerle ilgili bir eğitim görmüştür.” Bu son kamış, Doktor Freud’un o sıra pek yeni olan ve genel bir güvensizlikle karşılanan görüşlerine duyduğum hayranlıktan ötürüydü. Doktor Gros hastasının elini pat pat okşarken (hastalarının hepsi belli bir yaşta kadınlar olurdu, çünkü kendisi özellikle menopoz rahatsızlıkları konusunda uzmanlaşmış bir kimseydi), kendisinin Paris’te okumuş böyle bir asistana sahip olmaktan gurur duyduğunu söylerdi. “Paris” derken gözlerini iri iri açması, sesine dehşet içindeymiş gibi bir ton vermesi, kendi gibi basit bir kasaba doktorunun başkentte eğitilmiş parlak bir genç karşısında alçakgönüllü davranmak zorunda olduğunu belirtir gibiydi. Parlak, iyi eğitilmiş gencin tabii tek eksiği, tecrübe, anlayış, bilgelik, olgunluk ve bir de başarıydı.
Haksız yere Doktor Gros’u kötülemiş olmamak için derhal ekleyeyim; beni yaz için kendisine asistanlık etmek üzere çağırması gerçekten büyüklüktü, çünkü ben o sıra tıp fakültesinden yeni mezun, meteliksiz bir genç olduğumdan, stajımı para vererek, iyi bir yerde yapabilme olanağından mahrumdum. Üstelik Passy Akıl Hastanesi’ndeki pratisyenlik süremin raporu da pek o kadar iltifat dolu sayılmazdı. Bense, Doktor Gros’a hakkı olan minnet ve şükranı göstereceğim yerde, ona ihtisas dalının kocakarı masalları üzerine kurulmuş olduğunu, o kârlı yaz kliniğinin de boş vakti aklından fazla olan kadınlar için lüks bir dinlenme yeri olduğunu söyleyerek adamı kızdırmıştım. Bu gözlemlerimi onunla paylaşırken herhalde kendimi olağanüstü dürüst ve açık sözlü hissediyordum, çünkü gençliğin o kayıtsız güveni içinde, duygusuzluğu sık sık açık sözlülükle karıştırmaktaydım. Onun da bendeki bu özgüvene arasıra saldırıp, tecrübesizliğime, zihnin karanlık faaliyetlerine duyduğu o garip ilgiye parmak basması ve alay etmesi, bu yolla benim yaptığıma karşılık vermesi, elbette ki o kadar şaşılacak bir şey değildi.
Günün birinde klinikte konuşurken ben durumu, “hastaları değil, sağlamları tedavi etme”ye benzetince, Doktor Gros bana, “Belki seni bu yaz neden asistan olarak yanıma aldığımı merak etmiş olabilirsin, Montjean,” dedi. “Bunu düşünmüşsen, herhalde eğitiminin beni çok etkilediği, Passy’de bir yıl parasız çalışmakla gösterdiğin yardımseverliği de takdir ettiğim sonucuna varmış olabilirsin. Tabii bunlar da bir dereceye kadar geçerli. Ama beri yandan, senin Fransa’nın bu yöresinde doğmuş bir genç olman, Basklar’a özgü o esmer yakışıklılığının belli yaşa gelmiş kesinlikten uzak iştah derecelerine sahip kadınlara hizmet veren bir klinik için çekici olması da söz konusu. Ne de olsa, oralarını buralarını bir Bask gencinin muayene etmesi, işe yöresel bir renk katıyor. Ama niteliklerinin arasında en cazip olanı, ucuza çalışmaya razı olmandı. Bu gerçekten hayranlığımı çekti, çünkü tevazu, genç bir doktor için pek rastlanmayan, çok cazip bir niteliktir. Ama yavaş yavaş anlıyorum ki benim tevazu diye yanlış yorumladığım şey aslında senin gerçek kapasitenin sağlıklı bir değerlendirmesiymiş.”
Doğrusu, açık söylemek gerekirse, onun açısından pek de o kadar değerli sayılmazdım. Bir kere klinikte iki doktoru meşgul edecek kadar iş yoktu. Benim esas değerim, kendisi birkaç gün hastalanırsa ya da arasıra kaçamak kısa bir tatil yaparsa, sigorta olarak hazır bulunmaktan ibaretti. O kaçamak tatilleri, romantik meşguliyetleri için kullandığını iddia ederdi. Çünkü hastası olan kadınlar arasında Doktor Gros tam bir çapkın, bir şeytan olarak ün yapmıştı. Akşamları Salies Meydanında, ağaç altı kahvelerinde bir iki kadeh atıp arkadaşlık ettiği kasaba kibarlarına bu fetihlerini hiçbir zaman anlatmazdı. Tersine, sessiz sessiz gülümser, omuzlarını hafifçe kaldırır, zayıf itirazlarda bulunur, bu yolla hem çapkınlık ününü, hem de sır saklamasını bilen onurlu bir erkek olma ününü artırırdı.
Doktor Gros’un cinsel fırsatlar ırmağı ortasındaki bu avantajlı yeri, rakiplerinin kıskançlığının tehdidi altında da değildi, çünkü adam aynı zamanda tüm Gaskonya’nın en çirkin erkeği olarak tanınıyordu. Hatta belki tüm Fransa’nın. Onun çirkinliği, hem geniş ölçekli genel bakış açısından, hem de ince ayrıntılar açısından geçerliydi. Toplam çirkinlik, parçaların çirkinliklerinin toplamından daha büyüktü. Bu çirkinliğe, her çizgisi kendi çapında katkıda bulunuyordu. Kocaman, damarlı burnu da, lekeli, oyuklu cildi de, gevşek, etli dudakları da, sallanan yanakları da, birbirine eşit olmayan düzensiz kulakları da, ufacık çenesi de, bumburuşuk alnı da. Yalnız gözleri, o çökük, gölgeli çukurların içine yerleşmiş parlak, zeki gözleri kurtuluyordu genel estetik bütünlükten. Ama bütün bunlara rağmen, o yüzde garip bir çekicilik vardı. Doğanın bir harabeyi kucaklamasındaki hayranlık gibi, insan bakışlarının tekrar tekrar o çizgilere uzandığını hisseder, her seferinde de bakışı kendine yansır, kendinden utanırdı.
Doktor Gros kesinlikle Salies’in en espirili ve en bilgili kişisiydi ama, sözlerini dinleyenler genellikle o sağlık merkezi toplumunu yöneten budala insanlar olurdu. Otel-restoranların sahipleri, gazinonun müdürü, kasaba avukatı, bankacı… Bunların hepsi kendilerini doktora bir bakıma borçlu hissetmekteydiler, çünkü kasabanın ekonomik temelini oluşturan turist hastalan bu yere çeken şey, doktorun kliniğiydi. Buna rağmen… yani Fransız taşra burjuvalarının kâr faktörüne çok önem vermesine ve onun hatırı için hak ve namus kavramlarını gemleme huylarına rağmen, Salies tüccarlarının nispeten tutucu olanları herhalde Doktor’un bayan hastalara karşı o şövalyece davranışını pek de onaylamayacaklardı… tabii eğer o kadınlar gerçekten hasta olsaydı. Oysa onlar aslında sapasağlam orta sınıf kadınları olup, bir tek fiziksel dertleri vardı, o da, “kadın sorunları”ndan yakınmanın moda olduğu yaşa gelmiş olmalarıydı. Birbirlerine kendi sorunları hakkındaki klinik teşhisleri fısıldarken, daha genç kuşakların seks konularını tartışmada gösterdiği heyecanı gösterirlerdi. Bu böyle olunca da, Doktor Gros’un cinsel imalarını, çift anlamlı esprilerini tıbben ahlak dışı bulan tek kişi ben kalıyordum. Tıbben ahlak dışı ve sosyal açıdan da ayıp. Gençliğim nedeniyle manevi basitliğe adanmış olmam da bu görüşümü ifade etmeye zorluyordu beni. Şimdi geriye baktığımda, Doktor Gros’un benim o küstah tutumuma dayanması bile şaşırtıyor beni. Ama işin garip yanı, doktor beni, garip kendine özgü bir şekilde de olsa, severdi. Benim o düzenli, paketlenmiş ahlak anlayışımı şoka uğratmaktan şeytanca bir zevk duyardı. Ayrıca, eğitimim nedeniyle, onun yaptığı esprileri, benzetmeleri de anlayabiliyordum. Bu espriler ne yazık ki kasabalı dostları nezdinde boşa gidiyordu. Yine de sanırım doktorun beni sevmesinin esas nedeni, nostaljik bir bencillikti: Bana baktıkça, benim ihtiraslarımı, yeteneksizliklerimi gördükçe, kendi gençliğini hatırlıyordu. Zaman ve kader onun yeteneklerini bir masa mizahçısı düzeyine indirmeden önceki, umutlarının boyutlarını törpüleyip bir taşra kliniğine sığdırmadan önceki gençliğini.
Belki de takındığım ahlaki üstünlük tavrına karşı tepkisinin, yalnız bana kolay işler vermekle sınırlı kalması bundandı. Zaten benim de, eczacı kalfası düzeyine indirilmekten pek bir şikayetim yoktu. Yıllar süren o yorucu çalışmalarımı daha yeni bitirmiş, okuldan yeni diploma almıştım. Tembel bir yaz geçirmeye ihtiyacım vardı. Tatil kasabasının kırlarında dolaşacak, ulu ağaçlar altında oturacak vaktim olsun istiyordum. Dinlenmek, hayal kurmak… bir de yazı yazmak istiyordum.
Yaa, evet, yazı yazmak. Çünkü hayatımın o döneminde, her şeyi yapabileceğimi sanmaktaydım. Henüz hiçbir şeye teşebbüs etmediğim için, kendi yetersizliklerimden haberim yoktu. Bir şeye cesaret etmemiş olduğum için de, cesaretimin sınırlarını bilmiyordum. Tıp okulunun o yorucu yılları boyunca, kendime ilerisi için iki kariyer hayali kurmuştum; Başarılı, hastalarına anlayış gösteren bir doktor, ve ilham bulan, ilham veren bir şair. Niye olmasın? Çok iyi bir okuyucuydum. Duygulu bir okuyucunun içinde, gizli bir yazma yeteneği bulunduğuna inanma hatasına düşmüştüm. Sanki güzel yemekleri sevmek, iyi bir aşçı olmaya pek yakınmış gibi. Aslında Doktor Freud’a ilgimin başlaması da, gerçekle karşılaştıkları zaman yaralanan, insanlara duyduğum ilgiden çok, yaratıcılık konusuna ve motivasyonlar konusuna duyduğum kişisel meraktan geliyordu.
İşte bu yüzden, o kusursuz yaz mevsiminde her gün birkaç saat boyunca kırlarda gezinti yapıyordum. Defterimi koltuğumun altına alarak ıssız bir kahvede tek başıma oturuyor, bir aperetif yudumluyor, edebiyat dünyasının büyükleriyle hayali tartışmalara giriyor, onları çok etkiliyordum. Ya da ırmak kıyısına gidip bir ağaç altına oturuyor, defterimi kucağıma açıyor, romantik izlenimlerimi kağıda döküyordum. Yazdıklarım her zaman soluğu tıkanmış bir nesir havasına dönüşüyordu ama, yazma tekniğini öğrendikçe bu kusuru yeneceğimden emindim.
Sonra bir de aşk konusu vardı. Okuyucum da kuşku duymayacaktır eminim, bu kadar sınırsız dünyaya sahip bir genç olarak, çok büyük bir aşka yetenekli olduğuma kesinlikle inanıyordum… baş döndürücü, sersemletici bir aşka. Yirmi beş yaşındaydım. Sağlıkla coşuyordum. Durmadan roman okuyordum. Hayal gücüm genişti. Aşka hazır oluşumda da, bu nedenlerle, şaşılacak hiçbir şey yoktu.
Aşka hazır! Utangaç ve duygulu bir gencin, içinin ihtirasla dolu olduğunu söyleme biçimi değil mi bu? Aşk acaba bu duyarlı tiplerin, içlerindeki şehveti yönetmek için kullandıkları bir hayal değil mi?
Yoo, pek değil! O sıralarda yirmi beş yaşında olan o gencin yüzeysel, duygusuz, kendine aşırı güvenli ve bencil biri olduğunun farkına varıyor ve acı duyuyorum. Bir tek, içinin ihtirasla dolu olduğu doğru.
Ama zavallının hakkını teslim etmek gerekirse, aşka hazırdı gerçekten.
Kendimi rahat, biraz da tembel bir hayata kapıp koyverdim. Doktor Gros’un benden istediği şeylerin hepsini yapıyor, başka da pek bir şey yapmıyordum. Daha hırslı, ya da daha az güvenli biri, boş zamanlarını kendini eğitmekle, kendini geliştirmekle geçirirdi. Çünkü geleceğime yönelik analizler, başarı olasılığımın kesinlikten pek uzak olduğunu açıkça ortaya koymaya yeterdi. Bir kere ne ailem, ne de param vardı. Eğitimim nedeniyle borçluydum. Yeteneklerimi yoksul bir taşra toplumuna harcayıp ziyan etmeye de hiç niyetim yoktu. Ama yine da günlerimi tembel tembel geçirmekten, kendimi gelecekte karşıma çıkacağından emin olduğum bir fırsata hazırlamaktan memnundum. O fırsatın gerçekten çıkacağı hiç de belli değildi ama ben onun ilk köşeyi kıvrılır kıvrılmaz belireceğinden nedense pek eminmiş gibi davranıyordum. Şimdi geriye baktığımda görüyorum ki çalışsam da boşuna olacakmış zaten. Çünkü hemen o sonbahar savaş patladı ve ben de derhal askere alındım. Romantik ve budala bir genç olduğumdan, orduya da er olarak katıldım.
Dört yıl süren çamur, siper, koku, korku ve sıkıntı yaşamı. İki kere yaralandım. İkincisi fiziksel yaşamımı ömrüm boyunca etkileyecek kadar ciddiydi. O dört yıl, belleğimde sonu gelmez bir dehşet ve tiksinti lekesi olarak yer aldı. Bugün bile, kendi köyümün mezarlığında yapılan törenlerde silah arkadaşlarım arasında durup “Fransa uğrunda ölenler”in adlarını dinlerken içim bulanır, benliğimi garip bir öfke sarar.
Doktorluğumu kullanarak subay rütbesiyle askerlik yapabilecekken neden kendimi siperlerin kasaplığına sundum? Doktor Freud’la en ufak bir tanışıklığı olan bile, gizli bir ölüm isteğini kovalamakta olduğumu söyleyecektir… gerçekten de öyleydi. Bunu o zaman da biliyordum ama, bilmek beni ne kurtardı, ne de bu hareketime engel oldu. Oysa bilinçaltı konusundaki o acemice bilgilerim, kendini anlamanın her şeyi tedavi edeceğini sanmama yol açıyordu.
Fazla hızlı gidip hikâyenin önüne geçiyorum galiba. Ne var ki hayat sırayla giden bir şey değildir. Düzenli de değildir. Hem ayrıca, benim o yaz aşka hazır olmamla, sonbaharda gizli bir ölüm isteğini kovalamam arasında bir bağlantı da var. O bağlantı Katya.
Katya…
Üç gün önce, yirmi dört yıldan sonra ilk defa Salies’e döndüm. Ordudan ayrılıp, kendi yoksul kasabamın yaşlanan doktorunun yerini almak üzere bu yöreye geldiğimden beri ilk defa. Dört yılımı siperlerde geçirmek, gelecekle ilgili umutlarımı toz gibi dağıtmıştı. Artık ne ünlü olmayı özlüyor, ne de heyecan hayali kuruyordum. Taşra doktorluğunun getirdiği huzura, zamanımı dolduran o tekdüze hasta ziyaretlerine, şükranla sarıldım. Yıllar ben dikkat etmeden geçti, bir daha da hatırlanmadı. Derken bir sonbahar sabahı, kendimi birden kırk beş yaşında buldum; kırk beş demek, gençlik umutlarının, orta yaş başarılarıyla karşılaştırılıp tartıldığı zaman demektir. Çünkü o zamana kadar yapabileceğim her şeyi yapmış olmam gerektiği ortadadır. Kırk beşinci doğum günümün akşamında, tek başıma çalışma masamda otururken, insanın kendine sorabileceği en kalıplaşmış soruyu sordum; Nereye gitti hepsi? Ve sonra da daha az kalıplaşmış olan başka soru: Neydi ki zaten?
Kalbim eski günlerin özlemiyle dolu, hemen hemen pişmanlığı andırır bir acı içinde, tekrar Salies’e dönüp hayatımın orada kalmış ipliklerine, kişilik dokum yırtıldığı zaman kopup orada kalmış ipliklere, bir göz atmaya karar verdim. İçimden her işimi yüzüstü bırakıp hemen o akşam koşmak geldi. Ama sıradan hayatın da hayallere özgü hızlı tempoları reddedişinde her zaman yoğun bir ironi vardır. Benim de kendime bir tatil ayarlayabilmem için aradan üç yıl daha geçmesi gerekti. Ancak kırk sekiz yaşımda, on beş günlük bir tatil için Salies’e dönebildim.
Üç gündür buradayım. Dolaşıyorum, kendi kendime yürüyüşler yapıyorum. Hatta kendime bir de okul defteri satın aldım. O yazın anılarını not edebilmek için. Şu anda nehrin kenarında, koca ağacın altına oturmuş, o deftere yazmaktayım. Burada geçirdiğim ilk yazı hatırlıyorum. Salies aradan geçen çeyrek yüzyıl içinde dış görünüşüyle pek az değişmiş. Gazinonun, banyoların yapısı, yine öyle Second Empire tarzında süslü püslü, restoranlar yine eskisi gibi bir garip dekore edilmiş. Ama eskimiş boyalarda, onarım bekleyen yıkık dökük havada bir melankoli hissediliyor. Çünkü bir kadının orta yaşa geldiğinde kendini nazlayıp rahat etmesi hoş karşılanmamaya başladığından beri, Salies artık moda bir yer olmaktan çıkmış bulunuyor. Bugünlerde orta yaşlı kadınlar, gerek kendilerine bakış açıları, gerekse dıştan zorlanan idealler nedeniyle, hep gençmiş gibi davranmak zorunda kalıyorlar. Makyaj malzemelerinin hilelerini öğreniyorlar, eğlence hayalinin peşinden koşuyorlar, onu bir amaç sayıyor, hiçbir zaman doyuma varamıyorlar.
Yine de Fransız doktorluğunun su tedavisiyle ilgili branşı ekonomik durumlarla ve modayla ilgili değil demek cesaret ister. Kadınların, Salies’e gelmesi kesildikten pek az sonra, kaplıcaların suyunun geri zekâlı çocukların tedavisinde gereken ısıya, tuza ve minerallere sahip olduğu keşfedildi. Gazino ve küçük oteller, bu tür bahtsızların yıl boyu kaldığı yerler haline geldi. Şanssız çocuklar böylelikle anne babalarının günlük hayatından uzakta yaşar oldu. Bir zamanlar şık bayanların dolaştığı kaldırımlarda şimdi bu çocukları banyolara götüren iri kıyım bakıcı kadınlar dolaşıyor. Çocuklar ılık suların içinde debeleniyor, banyo sularından günlük dozlarını yutarken yüzlerini gözlerini buruşturup duruyorlar.
Ama benim savaştan önceki o yaza ait anılarımı hatırlayıp yazmamı zorlaştıran, genel havanın ve müşterilerin gösterdiği bu değişiklik değil. Aslında Salies, 1920’lerle 1930’ların çirkin mimarlık dönemini iyi atlatmış bulunuyor. Nice tatil köyünü berbat eden bu furyadan, tam o sıra gözden düşmüş olması kurtarmış onu. Bu yüzden büyüyüp modernleşmemiş. Çevrenin değişmemiş olması, daha kolay hatırlamama yol açıyor, her anı bir başka anıyı da yerinden kıpırdatıyor, bir başka sesi kulağıma getiriyor, belleğimin derinliklerinden bir başka suratı canlandırıyor. Ayrıca bugünle çeyrek yüzyıl önceki o yaz arasında bir köprü daha var. Şimdi de çevrede yeni bir savaşın fısıltıları dolaşıyor. Havada yine melankolik bir heyecan var. Çekingen bir isteri, sinsi bir vatanseverlik ateşi salgın halinde….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKatya'nın Yazı
- Sayfa Sayısı232
- YazarTrevanian
- ÇevirmenBelkıs Dişbudak Çorakçı
- ISBN9753900733
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviE YAYINLARI / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Göç – Drizzt Efsanesi 3. Kitap ~ R. A. Salvatore
Göç – Drizzt Efsanesi 3. Kitap
R. A. Salvatore
‘…İnsanlar gerçekten de akıl karıştırcı bir ırk ve dünyanın kaderi gün geçtikçe onların her yere ulaşan ellerine geçiyor. Bu nazik bir denge oluşturabilir ama...
- Şansım Olsaydı ~ Leigh Michaels
Şansım Olsaydı
Leigh Michaels
Gün gelir, herkes kendi aşkını yaşar Vikont Ryecroft’un evlendirmesi gereken güzel bir kız kardeşi vardır… ama kız kardeşine Londra’da bir sezon yaşatmak için gerekli...
- Güneş Batarken ~ Osamu Dazai
Güneş Batarken
Osamu Dazai
Savaş sonrası Japonyası’ndaki kültürel yıkımının toplumsal izdüşümünü ve bireyin kalabalıklar karşısında giderek yabancılaşarak insani değerlerini yitirişini ustalıkla işleyerek tüm zamanların en çok okunan eserlerine...