Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kâtip Bartleby – Bir Wall Street Hikâyesi
Kâtip Bartleby – Bir Wall Street Hikâyesi

Kâtip Bartleby – Bir Wall Street Hikâyesi

Herman Melville

Çok kısıtlı bir çevrenin tanıdığı adsız sansız bir yazar olarak öldüğünde, Melville ardında bugün klasik romanın başyapıtlarından biri kabul edilen Moby Dick’i ve kült…

Çok kısıtlı bir çevrenin tanıdığı adsız sansız bir yazar olarak öldüğünde, Melville ardında bugün klasik romanın başyapıtlarından biri kabul edilen Moby Dick’i ve kült kısa öyküsü Kâtip Bartleby’yi bırakmıştı. 19. yüzyıl New York’unda Wall Street’te, bir avukatın yazıhanesinde kâtip olan genç Bartleby zamanla “yapmamayı tercih etmesi” ve kayıtsızlığıyla patronun nasıl başa çıkacağını bilemediği bir soruna dönüşmüştü.Konu olduğu metinden bağımsızlaşıp adeta kendi yaşamını sürmeye başlayan, başka edebi eserlere ilham veren, canlı kanlı bir insana dönüşen Bartleby, 20. yüzyıl edebiyatının simge karakterlerinden biri haline geldi. Deleuze’den Derrida’ya Blanchot’dan Negri’ye birçok düşünürün üzerine kalem oynattığı bu çetrefil karakter, çarkın uyumsuz dişlisi yeni okumalara, çözümlemelere konu olmaya devam ediyor.“Bartleby, ustalığın ya da düşsel imgelemenin uçarılığının ötesindedir; her şeyden önce evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren üzücü ve gerçek bir kitaptır.”Jorge Luis Borges

*

Efendim, bendeniz ihtiyar bir adamım. Şu son otuz senedir de, mesleğim münasebetiyle bugüne bugün kendileri hakkında pek az kimsenin bir şey yazma zahmetine girdiği bir insan türüyle, şu hukuki belgeleri kopya eden kişilerle, yani kâtiplerle epeycene bir içli dışlı oldum. Gerek mesleki gerekse kişisel sebepler yüzünden pek çok kâtip tanımışımdır; canım istese şimdi hemen neşeli okurları gülmekten kırıp geçirecek, duygusal olanları ise hüngür hüngür ağlatacak envai çeşit hikaye anlatabilirim bu kâtipler hakkında. Ama Bartleby’nin hayatından çıkma birkaç sahneyi aktarabilmek uğruna bu hikayelerin hepsine de boş veriyorum. Çünkü efendim, bu Bartleby denilen adam, bendenizin hayatı boyunca görüp gördüğü kâtiplerin en tuhafıydı. İstesem hukuki belgeleri kopya etmeyi meslek edinen diğer kâtiplerin hayat hikayelerini, nerede doğmuşlar, nerede yetişmişler, yazarım, fakat söz konusu olan kimse Bartleby olduğu vakit, böyle bir şey hiç mümkün değil efendim. Zannım odur ki, bu adamcağızın hayatını yazmak için elimizde doğru düzgün bir malzeme yoktur ve şunu da söylemeyi çok isterim: bu, yani bu adamcağızın hayatına dair elimizde herhangi bir belge bulunmayışı, edebiyatımız için büyük bir kayıptır. Kâtip Bartleby, kimseciklerin hakkında bir şey karalamadığı, tanımak için insanın şahsen görmüş olması lazım gelen biriydi; bu hikayenin sonunda sizlerle paylaşacağım ufak bir söylenti bir kenara bırakılırsa, Bartleby hakkında bendenizin bildikleri de, gördüklerinden ibarettir sadece.

Sizlere, kendisiyle ilk tanıştığımızda bu kâtibin neye benzediğini anlatmaya başlamadan evvel, öncelikle kendi hakkımda, yanımda çalıştırdıklarım hakkında, işim hakkında, bürom hakkında ve nasıl bir çevrede yaşadığım hakkında birkaç laf etmem uygun düşecektir diye düşünmekteyim, çünkü hikayesini aktaracağım kişiyi layığıyla anlamak için bunları yapmam gerekmektedir.

İlk olarak: efendim, bendeniz ilkgençlik yıllarımdan bu yana kolay yolu, rahatlığı seçmenin en iyisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Epey bir çalkantılı, hareketli, insanın sinirlerini geren bir meslek icra etmekle birlikte, bu tür şeyler benim huzurumu hiç kaçırmamıştır bugüne dek. Ben, asla jüri karşısında ter dökmeyen, seyircilerin alkışlayacağı konuşmalarla falan da hiç işi olmayan o hırssız avukatlardan biriyim: Güvenli sığınağımın huzurlu atmosferinde oturmuş, zengin müşterilerimin senetleriyle, ipotekleriyle ve de tapu belgeleriyle uğraşıp durmaktayım. Tanıyan herkes tarafından güvenilir bir kimse olarak bilinirim. Şiirsel heveslere hiç kapılmayan bir dosta, rahmetli John Jacob Astor’a1 kalırsa, en önemli meziyetlerimden biri basiret, diğeri de yöntem sahibi biri oluşumdur. Caka satmak maksadıyla söylediğim sanılmasın bunları: tek isteğim, John Jacob Astor hâlâ hayattayken benim mesleğimi icra etmekte olduğumun kayıtlara geçmesi. John Jacob Astor ismini sürekli olarak tekrarlamaya bayıldığımı da, evet efendim, kabul ediyorum; John Jacob Astor’un yusyuvarlak, dairesel bir ismi var ve doğrusu insanın kulağına da çok saygıdeğer bir isimmiş gibi geliyor John Jacob Astor’unkisi. Rahmetli John Jacob Astor’un hakkımdaki düşündüklerine kayıtsız kalmadığımı da burada, laf arasında, sözlerime ekleyeyim.

Sizlere aktarmak niyetinde olduğum hikaye vuku bulmadan bir süre evvel, bendeniz işi başından aşkın bir vaziyette çalışıp durmaktaydı; şimdi lağvedilen New York Eyaleti Mühürdarlığı işi bana verilmişti, ben de öyle çok yorulmamakla birlikte güzel güzel paramı kazanmaya koyulmuştum. Efendim, bendeniz çok nadiren öfkelenen bir kimseyimdir; karşımdaki kimse bir hata yapsın yahut kötülük etsin, ben öyle hemencecik sinirlenmem; ancak bununla birlikte, yani nevri öyle çabuk dönmeyen bir kimse olarak, lütfen izin veriniz de burada biraz sert konuşayım ve şöyle söyleyeyim: yeni anayasanın buyrukları doğrultusunda1 mühürdarlık işinin aniden ve zorbaca lağvedilişi iyi düşünülmeden verilmiş bir karar olarak değerlendirilmelidir. Bendeniz sırtını buradan gelecek kara dayamıştı ve bu lağvedilme hikayesi dolayısıyla da beklediğim para elime birkaç sene boyunca geçmişti yalnızca. Bunları da geçerken şöyle bir anlatıyorum size.

Bürom Wall Street’teki falanca numaralı binanın üst katında bulunmaktaydı. Büromun pencereleri binaya tepeden aşağı girmiş bir sütunun beyaz duvarına bakıyordu. Tekdüze ve de sıkıcı bir manzara olduğu söylenmişti bunun: manzara ressamlarının “hayat” dediği şeyden yoksun bir görüntüymüş. Böyle olsa dahi, büromun diğer pencerelerinden görünen manzara bu tarif ettiğim görüntüye bir karşıtlık da sunmaktaydı. Bu pencereler, arada hiç engel de olmadan, gerek yapılışından bu yana aradan geçen yıllar gerekse bizim binanın ebedi gölgesi yüzünden kararmış, yüksek bir tuğla duvara hakimdiler; yakını göremeyen kimselere kendini göstermemezlik etmek istemediğinden olsa gerek, bu duvarla aramızda üç metre ya var ya yoktu. Çevredeki başka başka binaların muazzam yükseklikleri yüzünden ve bir de benim büromun da ikinci katta olması dolayısıyla, bu tuğla duvarla pencerem arasındaki boşluk dev bir sarnıcı getirmekteydi akla.

Bartleby’nin gelişinden hemen önceki dönemde yanımda iki kâtip çalıştırıyordum, bir de ayak işlerimi görsün diye akıllı, genç bir delikanlı vardı büromuzda. Bu kâtiplerden ilkinin adı Hindi, diğerininki Kıskaç’tı. Ayak işlerine bakan çocuğun ismi ise Zencefilli Çörek’ti. Farkındayım efendim, bu isimlere telefon rehberinde pek sık rastlanmıyor. Zaten işin aslı şu ki, bunlar kâtiplerimin birbirlerine koydukları takma isimleriydi ve bu takma isimlerin çalışanlarımın kişiliklerini yansıttıkları düşünülmekteydi. Hindi’nin yaşı benimkine yakındı; bir başka deyişle altmışlarının başındaydı. Bu adamın suratı sabahları kıpkırmızı olur, vakit öğleyi geçince yüzü, sanki adamcağız ağzına kadar kömürle doluymuşçasına, çevresine ışıklar saçardı. Saat altı oluncaya dek ağır ağır gücünü kaybetmekle birlikte Hindi’nin suratı bu biçimde ışıldamaya devam ederdi; o vakitten sonra da güneşle birlikte batan, ertesi gün de benzer biçimde yeniden doğup en tepeye yerleşip ışıldayacak ve nihayetinde batacak olan o yüzün sahibini daha fazla görmezdim artık. Hayatım boyunca eşi benzeri bulunmayan pek çok olaya rast gelmiştir bendeniz ve bu tuhaf olaylardan biri de şudur: O kıpkırmızı, ışıl ışıl çehresi parlamaya başlar başlamaz, Hindi’nin işine olan ilgisi de büsbütün azalıyordu. Bu Hindi aslında ne tembel bir herifti ne de çalışmaya düşman biri, tam tersine çalışkan bir kimseydi. Derdi şuydu belki: Hindi yerinde duramıyordu. Hararetliydi hep, telaşlıydı, başına buyruktu, yani yerinde duramıyordu bir türlü. Kalemini mürekkep hokkasına daldırırken aklı her zaman başka yerlerdeydi. Kaleminden akan mürekkep hukuki belgelerimin üzerine damladığında, saat her seferinde öğlen on ikiyi geçmiş olurdu. Öğleden önce iş yapmayı reddetmekle kalmazdı yalnızca bu Hindi, aynı zamanda boş yere yaygara da çıkarırdı ve böyle anlarda, içinde adeta beş-on tane kömür aynı anda yanmaya başlamışçasına, Hindi’nin suratı ışıl ışıl olurdu yine. Sandalyesinin ayağından korkunç bir gıcırtı yükselir; kutusunu düşürür ve yerdeki kalemlerini düzene sokmaya çalışırken korkunç bir sabırsızlığa kapılarak elindeki kalemleri parçalar ve öfkeyle yere fırlatırdı onları; ardından ayağa kalkar, kendisine hiç yakışmayan bir hareket yapar ve öne, masaya doğru iyice eğilip kalemleri kutuya yerleştirirdi. Onun gibi yaşlı bir adamı bu vaziyette görmek çok üzücüydü doğrusu. Tüm bu anlattıklarıma karşın, benim için çok değerli biri olduğundan ve de saat on ikiye gelmeden evvel bu dünyanın en hızlı ve en güvenilir kişisi olarak eşi benzeri zor bulunur bir hızla binlerce işi nihayetine erdiriverdiğinden, evet efendim, bu sebeplerden ötürü, arada sırada kendisiyle tartışmakla birlikte Hindi’nin tuhaflıklarını göz ardı etmeye razıydım ben. Kendisiyle tartışırken çok nazikçe yaptım bunu, çünkü bu Hindi denen adam sabahları dünyanın en kibar, en saygıdeğer adamıyken, öğleden sonraları hakimiyetini aniden yitiriveriyor, çevresindekilere olan tüm saygısını da, söylemesi ne kadar üzücü olsa da, evet efendim, çevresindekilere olan tüm saygısını da yitiriyordu. Hindi’nin şahsıma sunduğu hizmetlerden memnun olduğum için ve de bu hizmetlerden mahrum kalmayı hiç mi hiç istememem dolayısıyla, fakat bir yandan da saat on ikiyi geçince bu kâtibin davranışlarında meydana gelen değişikliklerden de zerre hoşlanmadığımdan ve de barışçıl bir kişilik olarak kendisine bu konularda yapacağım uyarılar karşılığında çirkin cevaplar duymaya da niyetim hiç olmadığından, bir cumartesi günü, öğle saatlerinde (cumartesileri hep daha beter olurdu kendisi) Hindi’ye çok kibar bir biçimde şöyle dedim: Madem yaşlanmıştı artık, belki de biraz daha az çalışması daha uygun olacaktı, yani kısaca, saat on ikiyi geçtiğinde bizim büroya gelmesine gerek yoktu, yemeğini yedikten sonra evine dönüp akşama dek keyif çatabilirdi. Ama hayır. Hindi ısrar etti: Öğleden sonra da çalışmak istiyordu. Odanın diğer ucunda, elinde uzun bir cetveli sallayarak gündüz vakti yaptıklarından faydalanıyorsam şayet, öğleden sonra nasıl faydasız biri haline dönüşebildiğini sordu bana; bu esnada yüzü kıpkırmızı olmuştu.

“Müsaadenizle efendim,” dedi Hindi, “şunu söylemeyi isterim ki ben kendimi sizin sağ kolunuz olarak görmekteyim. Gündüzleri yaptığım tek iş çevreyi kolaçan etmek ve de askerlerimi dizmektir; vakit öğleyi geçtiğinde ise askerlerin başına geçer, büyük bir yiğitlikle düşmana saldırırım, işte böyle efendim!” Bu sözlerle birlikte Hindi elindeki cetveli vahşice aşağı indirivermişti.

“Peki ya kağıtlara damlayan mürekkebe ne diyeceksin?” dedim.

“Doğrudur efendim, ama müsaadenizle sizi saçlarıma bakmaya davet ederim efendim! Ben yaşlanıyorum artık. Şimdi tabii ki de, sıcak bir öğle vakti elimdeki bir kağıda iki-üç damla mürekkep damladı diye kimsenin de çıkıp bunun sebebi saçımdır demeye hakkı yok. Efendim, bu yaşlılık denen şey, bazı kağıtların üzerlerinin mürekkep lekeleriyle kaplanmasına neden olsa dahi, onurlu bir şeydir. Hem efendim zaten sadece ben değil, ikimiz de yaşlanmaktayız.”

Bu şefkat talebine karşı koymama imkan ihtimal yoktu. Ne olursa olsun Hindi’nin gideceği yoktu; bunu iyice anladım. İki farklı karara vardım: yanımda kalmaya devam edecek, ancak öğleden sonraları daha önemsiz belgelerle meşgul olacaktı.

Listemdeki ikinci kişi olan Kıskaç, yirmi beş yaşlarında, uzun favorili, hasta görünümlü ve genel olarak korsanlara benzeyen bir gençti. İnancım şudur ki, Kıskaç’ın başına musallat olan iki tane bela vardı. Bunlardan biri hırs, diğeri ise hazımsızlıktı. Hırslı olduğunu şuradan anlıyordum: Basit bir kâtip olmaya hiç dayanamıyor, üstüne vazife olmamasına karşın uzmanlık gerektiren işlere burnunu sokuyor, mesela oturup kendi başına hukuki bir metin kaleme alıyordu. Hazımsızlığını gösteren işaretlerse şunlardı: arada sırada sinirli bir havaya bürünüyor, rahatsız edici bir ifadeyle pişmiş kelle gibi sırıtıyor, kopya ederken yaptığı her hatayı takiben dişlerini çok yüksek bir sesle gıcırdatıyor, hiç gerek olmadığı halde, bir işin en mühim yerinde bela okuyor, daha doğrusu, bela fısıldıyordu. Onu asıl çileden çıkaran şey ise çalıştığı masanın yüksekliğiydi. Kafası böyle işlere çalışmakla birlikte, Kıskaç bir türlü masayı kendi istediği biçime sokmaya muvaffak olamıyordu. Masanın altına tahta parçaları, çeşit çeşit malzemeler sıkıştırmış, en sonunda da katladığı kağıtlarla masayı yükseltmeye kalkışmıştı. Ama Kıskaç’ın icatlarından hiçbiri masasının yükseklik sorununu çözmeye yetmedi. Sırtını şöyle bir dinlendirmek maksadıyla masanın kapağını çenesinin üstüne gelecek bir açıyla havaya kaldırdığı vakit, şu yamuk Hollanda evlerinden birinin çatısını yazı masası olarak kullanan birine dönüştüğünü, bu şekilde de kollarındaki kan dolaşımının sekteye uğradığını anlatmıştı bir defasında. Kemerinin hizasına kadar indirdiği masanın üzerine yazmak maksadıyla eğildiğinde sırtına hemen bir ağrı saplanıveriyordu. Kısacası işin aslı şuydu ki, Kıskaç ne istediğini hiç bilmiyordu. Ya da belki şöyle söylemem lazım gelir: Kıskaç’ın istediği bir şey vardıysa şayet, masasından tamamen kurtulmaktı bu. O korkunç hırsının ortaya çıktığı durumlardan bir başkası da, müşterileri olduğunu söylediği pis ceketler giymiş, ne idüğü belirsiz çeşit çeşit adamlar onu görmeye büroma geldiğinde yaşanırdı. Bu Kıskaç’ın arada sırada bir taşra politikacısına dönüştüğünün de, mahkemeye gidip çeşitli işler çevirdiğinin de, Tombs Hapishanesi’nin basamaklarına yabancı olmadığının da farkındaydım. Yine de bana gelip Kıskaç’ı soran ve havalı bir edayla onun “müşterisi” olduğunu söyleyen kişinin aslında onun alacaklılarından biri olduğuna inanmaktayım; tapu diye bahsettikleri şey de aslında bildiğimiz paraydı – Kıskaç’ın borçlu olduğu para. Fakat tüm bu zayıflıklarına ve bana verdiği rahatsızlıklara karşın Kıskaç, tıpkı hemşerisi Hindi gibi, işime yarayan bir adamdı, inci gibi bir elyazısı vardı ve üstelik çok da hızlı yazardı. Ayrıca Kıskaç, canı çektiği zamanlarda tam bir beyefendi gibi davranmayı da bilirdi. Tüm bu anlattıklarıma ilaveten, kâtibim kıyafet konusunda da zevk sahibiydi ve de bu özelliğiyle büromu daha saygın bir yere dönüştürürdü. Hindi’ye gelince: Beni utandırır diye korktuğumdan bu aksi adamın giysileri konusunda epey bir yaygara kopardıydım. Genellikle yağ içinde olurdu Hindi’nin kıyafetleri ve aşevleri gibi yemek kokardı buram buram. Yazları pantolonunun kemerini sıkmaz, bu yüzden de kıyafeti üzerine tam oturmazdı. Giydiği paltoların hali içler acısıydı; şapkalarının ise kullanılacak hali kalmamıştı artık. Yanımda çalışan bir İngiliz beyefendisi olarak içten gelen zarafeti ve saygısıyla odaya girer girmez başından hemen çıkarıverdiği şapkası benim için öyle çok önemli olmamakla birlikte, sıra Hindi’nin paltosuna gelince işin rengi değişiyordu. Kendisiyle paltosu hakkında konuşmuş, fakat bu girişimimden bir sonuç alamamıştım. Gerçek şuydu, geliri böylesine kısıtlı olan birinin düzgün bir surata ve düzgün bir paltoya aynı anda sahip olmaya gücü yetmemekteydi. Kıskaç’ın bir defasında gözlemlediği üzere, Hindi’nin parası çoğunlukla büromda kullandığı kırmızı mürekkebe gidiyordu. Günlerden bir gün, bir kış sabahı, çok saygıdeğer bir görünümü olan ve içine giren kişiyi hemencecik ısıtan, dizden başlayıp boyun kısmına dek iliklenebilen, pofuduk, gri bir palto verdim kendisine. Bu kıyağımdan hoşlanacağını, bu paltonun Hindi’nin öğleden sonraları meydana çıkan saygısızlıklarını ve de dik kafalı davranışlarını azaltacağını düşünmüştüm. Nerede! Düğmelerini ilikleyip de böylesine yumuşacık, battaniyemsi bir paltoyu giyip düğmelerini iliklemek Hindi’ye çok fena tesir etti; yulafın fazlası ata zarar derler ya, işte tam da buydu kâtibimin başına gelen. Kaba, dik başlı bir at nasıl yulafını önce şöyle bir yoklarsa Hindi de elleriyle paltosunu sevip okşamaya adamıştı kendini. Kâtibim bu yüzden saygısızlaşmıştı ve ben şimdi onun eline bir şey vermenin kendisinden çok şey götürdüğü insanlardan biri olduğunu anlıyordum.

Canının çektiği gibi yaşayan Hindi’nin hal ve tavırları konusunda kendi fikirlerim vardı oysa, Kıskaç söz konusu olduğunda, diğer konularda ne tür kusurları olursa olsun, bu kâtibimin mülayim bir genç olduğunu düşünüyordum. Bu şarap sanki bizzat doğanın kendisinin mahsülüydü; doğumundan itibaren konyağımsı bir tat vermişti kendini tadanlara ve onu değiştirmeye uğraşmak lüzumsuzdu. Büromuzun sessiz ve durgun havasında bazen Kıskaç’ın nasıl da sabırsızca koltuğundan kalkıverip masasının üzerine eğildiğini, bu esnada kollarını nasıl da iki yana açtığını, kendisine sürekli engel çıkarıp ona rahatsızlık vermeye hayatını adamış bir düşmanmışçasına masayı sıkıca kavradığını, sonra da yere sürte sürte, yükselen gıcırtılar eşliğinde onu nasıl da bütün gücüyle sürükleyiverdiğini düşündüğümde, bu genç kâtibimin yaradılışındaki karışımı değiştirmenin deveye hendek atlatmaktan zor olduğunu da görürdüm.

Efendim, şanslı bir adamdım ben, çünkü kendisinden bahsedip durduğum bu Kıskaç’ın hazımsızlığı dolayısıyla çektiği dertler de, büründüğü sinirli ruh hali de öğleden sonraları hafifleyiverirdi. Uzun lafın kısası diğer kâtibimin, Hindi’nin öfke nöbetlerinin her gün saat on iki civarında ortaya çıkması dolayısıyla, bendeniz öfke nöbeti geçiren iki kişiyle aynı anda baş etmek zorunda kalmamaktaydım. Birinden biri nöbet geçirmeye başladığında, diğeri sanki ikisi de bekçilik yapıyormuş da şimdi nöbet sırası diğerine geçmişçesine rahatlayıveriyordu. Kıskaç görev başındayken Hindi tatildeydi; nöbeti Hindi devraldığında Kıskaç keyif çatmaya başlıyordu. İçinde bulunduğumuz koşullar göz önünde bulundurulduğunda bundan iyisi can sağlığıydı doğrusu.

Listemdeki üçüncü kişi olan Zencefilli Çörek on iki yaşlarında bir delikanlıydı. Babası arabacıydı, en büyük hayali de oğlunu bir arabanın sürücü koltuğunda değil de, bir hakim kürsüsünde otururken görmekti. Bu yüzden de biricik yavrusunu çalışıp meslek öğrenmek üzere benim büroma göndermişti. Zencefilli Çörek haftada bir dolar karşılığında yalnız meslek öğrenmekle kalmıyor, aynı zamanda büromun ayak işlerini görüyor, düzenli olarak da ortalığı süpürüp temizliyordu. Genç delikanlının kendi masası vardı, ama pek az kullanıyordu bu masayı. Günlerden bir gün, Zencefilli Çörek’in çalışma masası incelendiğinde çekmecelerin çeşitli tür ve büyüklükte fındık kabuklarıyla ağzına kadar dolu olduğu ortaya çıkmıştı. Bu kıvrak zekalı genç için, öğrenmeyi onca arzuladığı hukuk biliminin anlamı bir fındığın kabuğunda gizliydi adeta. Zencefilli Çörek’in yaptığı pek çok işten biri de Hindi’yle Kıskaç’a kek ve elma tedarik etmekti. Kâtiplerim ne kadar sıkıcı olduğu herkesçe bilinen mesleklerini icra ederlerken gümrük binasıyla posta idaresinin yakınlarında kurulmuş pek çok tezgahta bulunabilen Spitzenberg’leri1 dişleyip serinlemekten çok hoşlanırlardı. Kâtiplerim ayrıca Zencefilli Çörek’i o küçük, yassı, yuvarlak ve de çok acı olan çöreklerden almaya da gönderirlerdi; zaten delikanlının ismi de bizzat almaya gittiği bu çörekten gelmekteydi. Yapacak başka işi olmadığı soğuk sabahlarda Hindi ağzını sanki tek seferde yutulabilecek küçük yiyeceklermiş gibi bu çöreklerle doldurur, böylece kaleminin kağıdın üzerinde kayarken çıkardığı ses de ağzından yükselen çiğneme seslerine karışırdı. Sizlere Hindi Efendi’nin öğleden sonra yaptığı en büyük hatalardan ve de utanç verici davranışlardan birini de burada aktarmak isterim: Kâtibim, önce iki dudağının arasında zevkine vara vara ıslattığı zencefilli çöreğini daha sonra ağzından çıkarmış ve bir ipotek belgesinin üzerine, evet efendim, bir ipotek belgesinin üzerine mühür olarak basmıştı. Bu olayı takriben kendisini işten atmanın eşiğine gelmişti bendeniz. Ancak Hindi tıpkı Doğuluların yaptığı gibi önümde yerlere kadar eğilip de, “Aman güzel efendim, bu belgenin üzerine yazıldığı kağıdın parasını ben kendi cebimden ödedim,” diyerek öfkemi yatıştırmayı başarmıştı.

Bahsettiğim üzere hukukçunun bürosuna geçtiğimde, icra ettiğim asıl mesleğim dolayısıyla yapmam gereken işlerin sayısı da hatrı sayılır derecede artmıştı. Benim…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıKâtip Bartleby - Bir Wall Street Hikâyesi
  • Sayfa Sayısı64
  • YazarHerman Melville
  • ISBN9789750740534
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2019

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Moby Dick ~ Herman MelvilleMoby Dick

    Moby Dick

    Herman Melville

    Denizlere açılmak isteyen genç Ismael, bir bacağını Moby Dick adını verdikleri büyük bir beyaz balinaya kaptıran balina avcısı Kaptan Ahab’ın gemisine biner. Düşmanın, yaniMoby...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Son Kişot ~ Cem AkaşSon Kişot

    Son Kişot

    Cem Akaş

    Sorun bir zamanlar halıydı, ama artık ötesine geçmiştiniz – halıyla birlikte eviniz de çürüyordu, eşyalarınız, giysileriniz, yiyecekleriniz. Hatta siz de. Birbirine benzemez öykülerden oluşuyor...

  2. Üç Yaşam ~ Gertrude SteinÜç Yaşam

    Üç Yaşam

    Gertrude Stein

    Anna, Lena ve Melanctha. Üç kadın, üç yaşam, üç öykü… Modernist edebiyatın öncü isimlerinden Gertrude Stein, hayata tutunmaya çalışan üç kadın karakterin hikâyesini, dönemin...

  3. Nasıl Ölünür ~ Émile ZolaNasıl Ölünür

    Nasıl Ölünür

    Émile Zola

    Ölüm gerçek, ölüm döşeği tabu, cenaze ortak, yas bireysel… Peki ölüm herkesi eşitler mi?Romanlarından tanıdığımız Émile Zola’dan toplumsal ve ekonomik koşulların ölümü nasıl şekillendirdiğini...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur