Gazete her gün eve gelirdi. Erkek ilk sayfadan sonuna kadar okurdu. Sandy onun her şeyi okuduğunu görürdü, ölüm ilanlarına varana kadar, belli başlı şehirlerin hava sıcaklıklarını gösteren bölümü de, şirket birleşmeleri ve faiz oranlarını yazan ekonomi sayfasını da. Sabahları, erkek ondan önce kalkar ve tuvaleti kullanırdı. Sonra televizyonu açar ve kahve yapardı. Sandy onun günün o saatinde iyimser ve neşeli göründüğünü düşünürdü. Ama Sandy işe gitmek için evden çıktığı sırada, erkek kanepeye kurulmuş, televizyon da açık olurdu. Çoğunlukla akşamüstü Sandy eve döndüğünde televizyon hâlâ açıktı.
Yaşamın acı yüzüyle bu kadar erken tanışmasaydı, kuşkusuz yine yazar olurdu ama hiçbir zaman okurları tarafından böyle sahiplenilmezdi Raymond Carver. Gençlerin haytalık yapıp havai aşklar kovaladığı yaşlarda o evli ve iki çocuk babasıydı. Hayatı öğrenmenin yolu, bulduğu her işte çalışmaktı. Benzincide çalıştı, hademelik, garsonluk yaptı. Yaşananlar, kâğıda döküldüğünde bazen Çehov tadındaydı, bazen Kafka… İnsanların yaşamlarında barınan, gizlenen öyküleri, yalın, gerçekçi, acıtan şiirsel bir dille yansıttı. Yenilenler içkiye sığınırken, kısa öykü türünü yeniden var eden Carver, her başarısında içti, çok içti, ölümüne içti…
Yazarın en başarılı eseri olarak değerlendirilen Katedral, kitaba adını veren öykünün yanı sıra, “Küçük, İyi Bir Şey” ve “Nereden Aradığım” gibi ödüllü öyküleri de içeriyor.
İçindekiler
Tüyler ……………………………………………………………………. 13
Şef’in Evi ……………………………………………………………….. 37
Muhafaza ……………………………………………………………….. 43
Kompartıman ………………………………………………………….. 55
Küçük, İyi Bir Şey …………………………………………………….. 67
Vitaminler ………………………………………………………………. 97
Dikkatli ………………………………………………………………… 115
Nereden Aradığım ………………………………………………….. 129
Tren ……………………………………………………………………… 149
Ateş …………………………………………………………………….. 159
At Başlığı ………………………………………………………………. 189
Katedral ……………………………………………………………….. 211
TÜYLER
İşten arkadaşım Bud, Fran’le beni akşam yemeğine çağırdı. Karısını tanımıyordum, o da Fran’i tanımıyordu. Bu da bizi eşitliyordu. Ama Bud’la ben arkadaştık. Ve Bud’ın evinde küçük bir bebek olduğunu biliyordum. Bud bizi akşam yemeğine çağırdığında, o bebek sekiz aylık olmalıydı. O sekiz ay nereye gitmişti? Allah kahretsin, o günden beri geçen zaman nereye gitmişti? Bud’ın bir kutu puroyla işe geldiği günü hatırlıyorum. Onları yemekhanede dağıtmıştı. Tekel bayisinden alınma puroydu. Dutch Masters. Ama her puronun üstünde kırmızı bir etiket ve “OĞLUMUZ OLDU!” yazan bir kılıf vardı. Ben puro içmezdim ama yine de bir tane aldım. “İki tane al,” dedi Bud. Kutuyu salladı. “Ben de puro sevmem. Bu onun fikri.” Karısından söz ediyordu. Olla. Bud’ın karısıyla hiç karşılaşmamıştım ama bir keresinde telefonda sesini duymuştum.
Bir cumartesi akşamüstüydü ve canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Ben de bir şey yapmak ister mi diye Bud’ı aradım. Bir kadın telefonu açıp, “Alo,” dedi. Şaşaladım ve adını hatırlayamadım. Bud’ın karısı. Bud, onun adını bana defalarca söylemişti. Ama bir kulağımdan girip öbüründen çıkmıştı. “Alo!” dedi kadın yine. Televizyonun sesini duyabiliyordum. Sonra kadın, “Kimsiniz?” dedi. Bir bebeğin ağlamaya başladığını duydum. “Bud!” diye seslendi kadın. “Ne?” dediğini duydum Bud’ın. Kadının adını hâlâ hatırlayamıyordum. Ben de telefonu kapadım. Bud’ı işyerinde bir dahaki görüşümde, aradığımı ona söylemedim tabii. Ama karısının adını söyletmeye özen gösterdim. “Olla,” dedi.
Olla, dedim kendi kendime. Olla. “Büyütülecek bir şey değil,” dedi Bud. Yemekhanede kahve içiyorduk. “Sadece dördümüz. Sen ve karın, ben ve Olla. Abartılı bir şey değil. Yedi gibi gelin. Bebeği altıda emziriyor. Daha sonra onu yatırır, biz de yemek yeriz. Evin yeri kolay. Al sana harita.” Ana ve ara yolları, sokakları gösteren çizgilerle dolu bir kâğıt verdi, üstünde pusulanın dört kutbunu işaret eden oklar da vardı. Büyük bir X evinin yerini gösteriyordu. “Sabırsızlıkla bekliyoruz,” dedim. Ama Fran çok da heyecanlı değildi. O akşam, televizyon seyrederken, Bud’a bir şey götürsek mi, diye sordum. “Ne gibi?” dedi Fran. “Bir şey getir, dedi mi? Ben nereden bileyim? Hiçbir fikrim yok.” Omuz silkti ve bana o bakışıyla baktı. Daha önce Bud konusunu açtığımı duymuştu. Ama onu tanımıyordu, tanımakla da ilgilenmiyordu. “Bir şişe şarap götürebiliriz,” dedi. “Umurumda değil. Neden şarap almıyorsun?” Başını iki yana salladı. Uzun saçları omuzlarının üzerinde ileri geri sallandı.
Neden başka insanlara ihtiyacımız olsun ki? der gibiydi. Birbirimize sahibiz ya. “Gel buraya,” dedim. Ona sarılabileyim diye biraz daha sokuldu. Fran uzun boyluydu, bir içim suydu. Beline kadar inen sarı saçları vardı. Saçının birazını elime alıp kokladım. Elimi saçına doladım. Ona sarılmama izin verdi. Yüzümü saçlarına gömdüm ve ona biraz daha sarıldım. Bazen saçı önüne gelirse, onu alıp omzunun üzerinden atması gerekir. Buna çok kızar. “Şu saç var ya,” der. “Tam bir baş belası.” Fran bir sütçü dükkânında çalışıyor ve işe giderken saçını toplaması gerekiyor. Her gece yıkaması ve televizyonun karşısında oturduğumuz sırada fırçalaması gerekiyor. Ara sıra saçını keseceğine dair tehditler savurur. Ama bunu yapacağını sanmıyorum. Saçını çok sevdiğimi bilir. Saçına deli olduğumu bilir. Saçı yüzünden ona âşık olduğumu söylerim. Saçını keserse onu sevmeyi bırakacağımı söylerim. Bazen ona “İsveçli” derim. Görseniz İsveçli sanırsınız.
Akşamları birlikteyken saçını fırçalardı ve yüksek sesle sahip olmadığımız şeyleri dilerdik. Yeni bir araba dilerdik, dilediğimiz şeylerden biri buydu. Ve Kanada’da birkaç hafta geçirebilmeyi dilerdik. Ama dilemediğimiz bir şey varsa, o da çocuktu. Çocuğumuz olmamasının nedeni, çocuk istemememizdi. Belki bir gün, derdik birbirimize. Ama şimdilik bekliyorduk. Beklemeye devam etmemiz gerektiğini düşünüyorduk.
Bazı geceler sinemaya giderdik. Diğer geceler evde kalıp televizyon seyrederdik. Bazen Fran bana bir şeyler pişirirdi ve hepsini bir oturuşta yerdik. “Belki şarap içmiyorlardır,” dedim. “Yine de şarap al,” dedi Fran. “Onlar içmezse biz içeriz.” “Beyaz mı kırmızı mı?” dedim. “Tatlı bir şey götürelim,” dedi, beni duymazdan gelerek. “Ama bir şey götürüp götürmememiz umurumda değil. Bu senin şovun. İşi gösterişe dökmeyelim, yoksa gitmem. Ahududulu kahveli kek yapabilirim. Ya da küçük yuvarlak keklerden.” “Tatlıları vardır,” dedim. “Tatlı hazırlamadan insanları akşam yemeğine davet etmezsin.” “Sütlaç çıkarabilirler. Ya da jöle! Sevmediğimiz bir şey,” dedi. “Kadın hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne çıkaracağını nereden bileceğiz? Ya bize jöle verirse?” Fran başını iki yana salladı. Omuz silktim. Ama haklıydı. “Sana verdiği şu eski purolar,” dedi. “Onları al. Yemekten sonra sen ve adam misafir odasına gidip puro ve Porto şarabı içebilirsiniz ya da filmlerdeki insanlar her ne içiyorlarsa.” “Peki, sadece kendimizi götürürüz,” dedim. Fran dedi ki: “Benim yaptığım ekmekten bir tane götürelim.” Bud ve Olla kasabanın otuz kilometre kadar dışında yaşıyordu. Biz o kasabada üç yıl yaşamıştık ama Allah kahretsin, Fran ve ben kırlarda şöyle bir dolaşacak fırsat bulamamıştık. O dolambaçlı, dar yollarda arabayla gezmek iyi geliyordu.
Akşamın ilk saatleriydi, hava güzel ve sıcaktı, otlaklar, demiryolu çitleri, eski ahırlara doğru ağır ağır ilerleyen sağmal inekler gördük. Çitlerde kırmızı kanatlı karatavuklar gördük, güvercinler samanlıkların etrafında çember çiziyordu. Bahçeler filan vardı, yabani çiçekler açmıştı ve yoldan içerlek küçük evler vardı. “Keşke burada bir evimiz olsaydı,” dedim.
Boş bir düşünceydi, hiçbir yere varmayacak bir dilek daha. Fran cevap vermedi. Bud’ın haritasına bakmakla meşguldü. Onun işaretlemiş olduğu dörtyol ağzına geldik. Haritanın söylediği gibi sağa döndük ve tam olarak beş kilometre üç yüz metre gittik. Yolun sol tarafında bir mısır tarlası, bir posta kutusu ve uzun, çakıl döşeli bir garaj yolu gördüm. Garaj yolunun sonunda, gerideki ağaçların arasında, önünde veranda olan bir ev vardı. Evin bir bacası vardı. Ama yaz mevsimiydi, dolayısıyla elbette bacadan duman çıkmıyordu. Ama bence güzel bir manzaraydı, Fran’e de böyle söyledim. “Burası taşra,” dedi. Garaj yoluna döndüm. Yolun her iki tarafında mısırlar boy atmıştı. Mısırlar arabadan yüksekti. Lastiklerin altında çakılların gıcırdadığını duyabiliyordum. Eve yaklaşınca, beyzbol topu büyüklüğünde yeşil şeylerin asmalardan sarktığı bir bahçe gördük. “Nedir bu?” dedim.
“Ben nereden bileyim?” dedi. “Kabaktır belki. Hiçbir fikrim yok.” “Hey, Fran,” dedim. “Sakin ol.” Hiçbir şey söylemedi. Altdudağını içine çekip bıraktı. Eve yaklaştığımız sırada radyoyu kapadı. Ön bahçede bir bebek beşiği duruyordu, verandada ise oyuncaklar vardı. Arabayı evin önüne çekip durdurdum. O sırada o korkunç feryadı duyduk. Evde bir bebek vardı, tamam ama bu çığlık bir bebek için fazla yüksekti. “Neydi o ses?” dedi Fran. Derken akbaba kadar kocaman bir şey ağır kanatlarını çırparak ağaçların birinden aşağı indi ve tam arabanın önüne kondu. Silkindi. Uzun boynunu arabaya doğru çevirdi, kafasını kaldırdı ve bize baktı. “Vay canına!” dedim. Ellerim direksiyonda, öylece oturup yaratığa bakakaldım. “İnanabiliyor musun?” dedi Fran. “Daha önce hiç gerçeğini görmemiştim.” İkimiz de onun bir tavus kuşu olduğunu biliyorduk tabii ama kelimeyi yüksek sesle söylemedik. Sadece seyrettik.
Kuş, kafasını havaya kaldırdı ve o kulak tırmalayıcı çığlığı yine koyverdi. Tüylerini kabartmıştı ve konduğunda olduğunun iki katı kadar görünüyordu. “Vay canına!” dedim yine. Ön koltukta olduğumuz yerde kaldık. Kuş biraz ilerledi. Sonra kafasını yana çevirdi ve yerini sağlamladı. Parlak, vahşi gözü tam üstümüzdeydi. Kuyruğu kalkıktı, katlanıp açılan büyük bir yelpaze gibiydi. O kuyrukta gökkuşağının bütün renkleri vardı. “Tanrı’m,” dedi Fran usulca. Elini dizime koydu. “Vay canına!” dedim. Başka söylenecek bir şey yoktu. Kuş, o tuhaf inleme sesini bir kez daha çıkardı. “Meyov, mey-ov!” diyordu. Gece geç saatte ve ilk kez duydu- 18 ğum bir şey olsaydı, ölmekte olan biri ya da vahşi ve tehlikeli bir yaratık sanırdım. Sokak kapısı açıldı ve Bud verandaya çıktı. Gömleğini ilikliyordu. Saçları ıslaktı.
Az önce duştan çıkmış gibiydi. “Kapa gaganı, Joey!” dedi tavus kuşuna. Kuşa ellerini çırptı, yaratık da biraz geri çekildi. “Bu kadarı yeter. Tamam, kapa gaganı! Kapa gaganı, moruk!” Bud basamaklardan indi. Arabaya gelirken gömleğini içine soktu. Her zaman işte giydiği şeyleri giymişti: blucin ve kot gömlek. Benim üzerimde bol pantolon ve kısa kollu spor gömlek vardı. Ayağımda kaliteli mokasenlerim. Bud’ın üzerindekileri görünce, giyinip kuşanmış olmam hoşuma gitmedi. “Gelebilmenize sevindim,” dedi Bud arabanın yanına gelince. “İçeri buyurun.” “Selam Bud,” dedim. Fran’le ben arabadan indik. Tavus kuşu biraz yana çekildi, kötü kötü bakan kafasını sağa sola oynattı. Onunla aramızda biraz mesafe bırakmaya dikkat ediyorduk. “Evi bulmakta zorlandınız mı?” dedi Bud bana. Fran’e bakmamıştı. Tanıştırılmayı bekliyordu. “Yol tarifi iyiydi,” dedim. “Selam Bud, bu Fran. Fran, Bud. Senin hakkında çok şey anlattım, Bud.” Bud güldü ve el sıkıştılar. Fran, Bud’dan uzundu. Bud’ın başını yukarı kaldırması gerekiyordu. “Boyuna senden söz ediyor,” dedi Fran. Elini geri çekti. “Bud şöyle, Bud böyle. Buralarda sözünü ettiği tek insan sensin. Seni tanıyor gibiyim.” Gözü tavus kuşunun üzerindeydi. Hayvan verandaya yaklaşmıştı. “O benim arkadaşım,” dedi Bud. “Benden söz etmeli.” Bud böyle söyledi, sonra da sırıtarak koluma hafifçe vurdu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıKatedral
- Sayfa Sayısı232
- YazarRaymond Carver
- ISBN9789750722196
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaz ~ Albert Camus
Yaz
Albert Camus
Kışın ortasında, en sonunda içimde yenilmez bir yaz bulunduğunu öğreniyordum. Denize, güneşe her daim derin bir sevgi besleyen, Akdeniz’de kendine bir sığınak, düşüncelerine bir...
- Oyunun Sonu ~ Julio Cortázar
Oyunun Sonu
Julio Cortázar
Bir işadamı, okuduğu romanın sonunda nasıl öldürüleceğinin anlatıldığını fark eder. Gittiği akvaryumda aksolotlları ziyaret eden bir adam, kendini bu hayvanlardan birine dönüşmüş bulur. Motosiklet...
- Vahşetin Çağrısı ~ Jack London
Vahşetin Çağrısı
Jack London
Jack London, Vahşetin Çağrısı’nda, çetin doğa koşullarıyla ve sahiplerinin acımasızlıklarıyla mücadele eden bir köpeğin üzerinden insanlığın dizginlenemeyen hırsını anlatıyor. Güneşli, yeşil bir vadideki konforlu...