Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kaş’ta Gün Batımı – Anılar
Kaş’ta Gün Batımı – Anılar

Kaş’ta Gün Batımı – Anılar

Serhat Karakartal

Bir Osmanlı ailesinin cumhuriyet dönemine geçişten sonraki inişli çıkışlı hikayesi gölgesinde 1970’lerin talim terbiye ve tedrisatından çıkmış son kuşağından bir üyesinin hayata tutunmasının, kendini…

Bir Osmanlı ailesinin cumhuriyet dönemine geçişten sonraki inişli çıkışlı hikayesi gölgesinde 1970’lerin talim terbiye ve tedrisatından çıkmış son kuşağından bir üyesinin hayata tutunmasının, kendini bulmasının, hatta kendine itirafçı olmasının gerçek hikayesidir. Balkanlardan İstanbul’a, Çerkez isyanından Eminönü köle pazarına; oradan saraya uzanan savrulan hayatlar… 1970’lerin yaratılmaya çalışılan “sınıfsız imtiyazsız” toplumunda adeta bir film dekoru içinde yaşanan belki de Türkiye’nin ilk “Factory Town”-orta sınıf yaşam örneği “Ereğli Erdemir Lojman” hayatı… Doğulu mantığı ile Batı normlarında bir “Beyaz Türk” hayatı yaşamaya çalışırken sadece tutunmaktan öteye geçmeyen yaşamlar… Sadece basılı cümlelerin arkasında yatanı görebilen, hayal edebilenler için… SERHAT KARAKARTAL kimdir? Yazar, 4 Aralık 1967’de doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi’ni bir yıl da sınıfta kalarak 1986’da bitirdi. “Lisans eğitimi yapacaksam sevdiğim bölümde yaparım” dedi ve 1986’da girdiği Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü 1990’da bitirdi. Askerlik hizmetini yedek subay olarak Ankara’da Genelkurmay Başkanlığında yaptı. Sonra 30 yıl lojistik sektöründe çalıştı. 2017 yılında İstanbul’dan pılını pırtısını toplayıp sevgili eşi Leyla ile Antalya-Kaş Sarıbelen köyüne yakın bir yayla evine taşındı. Motosiklet ve dalış sporları ile uğraştı. Çizgi romanlar, eski saatler, tarihi hatırat kitapları, model arabalar, antika silahlar gibi koleksiyonlar yaparak oldukça gereksiz işlerle de uğraştı; uğraşıyor.

*

Disconnectus Erectus

Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” isimli romanı neden bir anda aklıma geldi? Üniversiteyi bitirdiğim yıl, mezuniyet töreninden önce okumuştum. Küçük bir önsezi de olsa hayatımın roman kahramanı ile benzeşeceğini hissetmiştim. Hoşuma da gitmişti bu duygu, hatırlarım.

Charles Bukowski, “Postane” adlı romanının önsözünde uzun yıllar çalıştığı postaneden ayrılıp, aynı gece alkol ve sigara ile kapandığı otel odasında günlerce yemek yemeden, bir çırpıda romanı yazdığından bahseder. Benimki böyle bir durum değil, sadece “Forrest Gump (Başrolde Tom Hanks’in oynadığı kült film)” nasıl birden koşmak istediyse ben de yazmak istedim.

Peri masallarına inanmam, malumu ilan edenlerden ise uzak dururum. Kimseye verecek tecrübem, yapacağım koç luk falan da yok, inanmam öyle şeylere. Almak isteyen alır, o ayrı… Kendim için yazıyorum, içimden geldiği gibi belli bir konu da yok aslında.

Tecrübelerimi aktarmak mı? Hayır; fakat evet (İsviçrelilerin o meşhur lafi: “Ja… Aber nein.”). Böyle bir şey de yok, üstelik tecrübe dediğiniz şey elli yaşına gelmiş pavyon kadınlarına benzer; sadece meraklıları arar bulur. Yaş ortalamasının 2930 olduğu ülkemde doğal olarak çalıştığım şirketlerin yaş ortalaması da aynı seviyede idi. Son çalıştığım şirkette en yaşlı bendim. Zaman zaman düşünürüm nerede bu elli yaşını geçkin insanlar? Nerelerde dolaşırlar? Zamanlarını nasıl geçirirler? Sahilde hep onlar mı yürürler?

Evet, 56 yaşındayım ve hâlâ çalışıyorum. Eski bir laf vardır: “İnsan, 40 yaşına kadar dünyasını kurmaya sonra ise dünyasına alışmaya çalışır.” Ben alışma evresini de geçtim, yolun büyük kısmını kat ettiğimi söyleyebilirim… Final her köşe başında olabilir.

Stefan Zweig’in bir eserini çeviren çevirmen, önsözüne şöyle yazmıştı Zweig’ın ağdalı dilini görünce: “Kimi zaman sizi yazara, kimi zaman da yazarı size getireceğim.” Okuyan varsa eğer biz ortada buluşalım diyorum.

Çalışmak ve getirdiği alışkanlıklar bir insanın hayatına bu kadar mı hükmeder? ABD iç savaşından sonra özgür bırakılan köleler, ne yapacaklarını bilemediklerinden eski sahiplerine geri dönmüşler. Beyaz bir “Fluence” ya da “Corolla” şirket arabası, tablet, sabah “Starbucks”ta acele içilen kahve ve bu endüstriyel dünyanın diğer bütün insanı saran bağımlılıkları bu kadar mı önemli?

İlk işsiz kaldığım zaman sokakta herkesin bana baktığını sanırdım. Boşandığım zamanda aynı hisse kapılmıştım. Ne kadar güçlü bir inanmışlık, daha doğrusu adanmışlık…

İlk işimde tecrübeli bir abimiz vardı, emekliliğinden hemen önce bir gün faks makinesi başında sıra beklerken hüngür hüngür ağlamış ve kendisine “Neden ağlıyorsun abi?” diye sorduğumda “Benim yaşıma gel anlarsın.” demişti.

O yaşta anlamıştım ve o zaman karar vermiştim. Maskara olmadan ayrılmak lazım bu düzenden.

Becerebilecek miyim? Becerdim mi? Siz bir okuyun bakalım.

İlk işe başlayacağım zaman yönetim kitapları yeni yeni moda oluyordu. Kitapçı gezmeyi severim, Lee lacocca’nın bir kitabını görmüştüm ve önsözü beni çok etkilemişti. Şöy le diyordu: “Üniversiteden ilk mezun olduğum zaman, iş hayatında bizi büyük güçlüklerin beklediğini falan sanır. dim; oysa şimdi bakıyorum da işler aslında çok kolay ve olması gerektiği gibi oluyor zaten. En önemli sorun yan masanda oturan ile anlaşmak…” Yüzde yüz katılıyorum. Ekip yaratmak… Aynı renkteki kuşları beraber uçurmak, en zeki kuşları değil… Rengin farklı olursa, Jerzy Kosiński’nin “Boyalı Kuş” isimli kitabında olduğu gibi ayıklayıverirler adamı.

Aynı renkteki kuşları beraber uçurarak takım yaratma becerisi, sadece ortalama seviyedeki yöneticilerin becerebileceği ve hiç küçümsenmemesi gereken bir başarıdır. Geneli böyle yapar ve başarılı da olurlar. Efsane olanlar ise en zekileri bir araya getirenlerdir. Ancak çoğu yönetici bundan korkar. Klasik nedenler… Koltuk sevdası… Siz siz olun, bir şeyde uzmanlaşın. Genel müdür olmaya heveslenmeyin, bir şeyin uzmanı olmaya çalışın. Hele bir de uzmanı olduğunuz şey bir zanaat ise muhteşem… Unutmayın, zanaatkâr adam kanaatkår da olur.

Ülkemde nüfus genç, malum… Hindistan gibiyiz. Birbirinden yetenekli ve zeki ülkemin gençleri… Inanmayan, aynı yaş grubunu İngiliz veya ABD’li gençlerle kıyaslasın. Bence tek sorun bireyselleşememeleri, bireyselleşenleri de dışlamaları… Genelde her 30 yaşına gelen Türk erkeği müdür, her Türk kızı da evli olmak istiyor. Canım şimdi “Cinsi yet ayrımı yapıyor.” demeyin. Ben gördüğümü yazıyorum, savunduğumu değil. Bu öyle bir istek ki evlenilecek adam ile müdür olunacak şirket sadece teferruat olarak kalıyor. Şirketler unvan bolluğundan geçilmiyor. Birine eposta yollayın: 15 kişi CC’de… Neden? Hepsi işin bir ucundan tutuyor unvanları gereği. Unvan bağımlısıyız. Kölelik zamanında pamuk tarlalarında çalışan kölelerin başında, at üstünde yine bir köle bekçilik edermiş. Diğer basit köleler için at üstü bekçilik bir havuç ve kariyer fırsatı… Tek farkı; at günümüzde “Renault Fluence” ya da “Volkswagen Jetta” ile yer değiştirdi.

İlk işe girdiğim zaman müdürler hakikaten müdür gibiydi. Bir şey sorardınız, bilirlerdi. Durup dururken “Hadi sizi eğiteceğim.” diye anılarını ya da bildiklerini anlatmazlardı ama sorduğunuz zaman da saklamazlardı. Tanrı gibiydiler ve azdılar. Şimdi aradan geçen zamanla müdürler, soruları cevaplayanlar değil, soruları soranlar oldular: “Bugün inovatif ne yaptın?”, “Bu sorunu nasıl gidermeyi düşünüyorsun?”, “Bu zararı nasıl kapatacaksın?” Yahu etmeyin, eylemeyin. Delegasyonun ve inisiyatif kullandırmanın bir sınırı var.

Bireysellik

New York’a ilk gidişimdi, galiba 1998 yılıydı. Times Square’in ortasında, üzerinde don ve kovboy şapkasından başka bir şey olmayan bir adam gitar çalıyordu. Hâlâ durur mu, bilmem. Avrupalı, lowali, Nebraskalı turistler fotoğrafını çekiyordu. New Yorklular bakmıyordu bile. New York, bireyselliğinizi herhålde dibine kadar yaşayacağınız tek yerdir. Tabii ölseniz yüzünüze bakmazlar, çok bireysel bir şekilde ölürsünüz. Bir yerde okumuştum: 1950’lerin ABD güzellerinden biri (hatta Hollywood’da birkaç B filmde oynamış) Brooklyn’de bulunan ve tek başına yaşadığı apartmanda, 1990’larda ölmüş; ancak apartman dairesinin kliması açık kaldığı için ceset uzun süre kokmamış, üç ay sonra falan bulmuşlardı. Ne müthiş bir son!

Charles Bukowski’nin bir enstantanesi geldi aklıma şimdi: Süpermarketin içki reyonunda şarap seçerken Bukowski’nin gözleri, konserve reyonunda yakın gözlüğü ile konservelerin son kullanma tarihini okumaya çalışan, altmış yaşlarında bir kadına takılır. Yaşlı olmasına rağmen bir za-

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı
  • Kitap AdıKaş’ta Gün Batımı - Anılar
  • Sayfa Sayısı192
  • YazarSerhat Karakartal
  • ISBN9786257097277
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviLikya Kitap / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam ~ Jean-Louis FournierAsla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam

    Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam

    Jean-Louis Fournier

    “Bir sabah, çok erken vakitte, annem odama geldi, ‘Sanırım baban öldü’ dedi. ‘Yine mi…’ dediğimi hatırlıyorum. Kalkmak istemiyordum, yorgundum ve yorganın altına girdim. Babamı...

  2. Aslanlı Yol ~ Sevan NişanyanAslanlı Yol

    Aslanlı Yol

    Sevan Nişanyan

    Düşünce dünyamızın özgün ismi Sevan Nişanyan, okurlarının karşısına bu kez anılarından oluşan Aslanlı Yol ile çıkıyor. Yanlış Cumhuriyet’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu mitlerini sorgulayan, Sözlerin...

  3. Kadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum ~ Ricardo ColerKadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum

    Kadın Krallığı -Son Anaerkil Toplum

    Ricardo Coler

    Burada evlilik denen bir kurum yok. Bu kadınlara göre gayet gereksiz bir kurum. Neden bütün ömürlerini tek bir erkekle geçirsinler ki? Toplumda erkek ast ve yetkisiz. Erkekler, ne yaşadıkları evin ne de bölgedeki herhangi bir malın sahibi olamazlar. Sadece kadınlar için çalışabilirler.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur