Jessie, telefonda Max ile konuşurken kendisini vurup ölmüştür. Bunalıma girip evine kapanan Max bir radyo programına telefonla katılıp sorunlarından söz eder. Programın sunucusu olan genç ve güzel Clara günün birinde Max’ın kapısını çalar. Ondan sonra her adımda insanı şaşırtan, Max’ın “şimdi”ye tutunma çabası içinde geçmişin hayaletleriyle boğuştuğu müthiş bir hikâye başlar. Ama bu romanda hiçbir şey göründüğü gibi değil. Balkanlar’daki iç savaştan, Avrupa Birliği’nin genişleme sürecine ve uyuşturucu ticaretine dek uzanan korkunç bir ilişkiler ağının yarattığı muammanın içine davet ediyoruz sizi.
“Avrupa’nın büyük bir bölümünün savaş yüzünden mahvolduğunun farkında mısın? Sağ kalanlara ihanet edildi, aşağılandılar ve unutuldular.”
Juli Zeh’nin ilk romanı Kartallar ve Melekler, insanı yalnızca düşünmeye zorlamakla kalmayıp içine işleyen, öfke dolu bir yapıt. En küçük ayrıntısında bile bir pırıltı gizli. İdeolojilerin çökmesinden sonraki dönemde karşıt dünyaları, okuyucuyu dehşete düşürerek gözler önüne seriyor. Trajik kahramanları Max ve Jessie’nin sıradışı ve umutsuz aşkının anlatıldığı romanın arka planında Balkanlardaki dram, hukukun aczi, soykırım, uluslarası çıkar ilişkileri ve şebekeler sorgulanıyor.
Tüm olayları anlatmada kullanılan akıcı ve güncel dil, romanın kahramanlarının duyarlılığını ve güven yoksunluğunu da ortaya seriyor. Romanı okurken şimdiki zamanda sunulmuş bir anlatıyı dinler gibi oluyorsunuz.
**
s. 7-13
Balina
Sesi kapının arkasından bile tanıyorum; yürekten istediği bir şey ondan esirgenmişçesine daima biraz kırgın. Gözümü kapının gözetleme deliğine uyduruyorum ve aşırı büyük, yamuk bir gözbebeğiyle karşılaşıyorum. Sanki merdivenin sahanlığında bir balina durmuş evimi gözetliyor. Şaşkınlıkla geri çekilip kapıyı açıyorum.
Siyah saçlı olduğuna hiç kuşkum yoktu; oysa sarışın. Paspasımın üzerinde dikilmiş, sol gözü hâlâ yumuk, biraz önce gözetleme deliğinin olduğu yere abanmış duruyor. Telaşlanmadan doğruluyor.
Hay Allah, diyorum. İçeriye gir. Nasılsın?
İyi, diyor. Portakal suyun var mı?
Yok. Bana, sanki hemen markete koşup o şeyden üç kutu almam gerekirmişçesine bakıyor. Büyük olasılıkla yanlış marka alacağım için beni yeniden markete koşturacak. Evimin içinde dolaşmasını izliyorum. Gördüğüm kadarıyla kolunun altında bir kullanım kitapçığıyla gelmemiş. Kapıyı çaldı, ben de açtım.
Üç saniye sonra mutfak masasına oturuyor ve ev sahibi rolünü oynamamı bekliyor. Gerçekten var olduğu ve burada ansızın bitiverdiği için felç olmuş gibiyim. Büyük bir olasılıkla, böyle bir sesin yalnızca onun gibi bir kızda olabileceğini varsaydığı için kendini tanıştırmak zahmetine girmiyor. Sandalyenin arkasına savurduğu uzun sarı saçlarına karşın, haklı olması beni sinirlendiriyor. Onunla sadece iki dakika geçirdikten sonra, o saçma sapan programı dinlerken kafamda onu nasıl canlandırmış olduğumu hatırlamakta zorlanmaya başlıyorum. Biraz Mata Hari gibiydi sanırım. Çok genç duruyor; sanki o değil de küçük kardeşi. Oysa, onu arayanlar abuk sabuk öykülerini anlatırlarken dünyadaki tüm haksızlıkları içine çekiyormuşçasına kırgın bir sesi var hep; bu sesin başka birine ait olması olanaksız. Onu arayanların çoğu erkek. Onları dinlerken arada sırada, annelerinin büyük bir olasılıkla onları kollarında sallarken çıkardıkları dolgun, titreşimli bir sesle, Hı, hı, diyor. Bazıları ağlamaya başlıyorlar. Ben hiç ağlamadım. Üç dakika dolduğunda, gözyaşlarına boğulmuş cümleyi buz gibi bir tavırla yarıda kesmesine bayılıyorum. Engizisyon mahkemelerinden aşağı kalır yanı yok. Anlatacak aptal bir öyküm olmadan önce de aylarca her çarşamba ve pazar programını dinlemiştim.
Büyük bir olasılıkla arayanların numaralarını kaydediyorlar. Onlara sahte bir ad verdim ama telefon numarası olduktan sonra bir adresi bulmak işten bile değil. Aramamın sonucu bu oldu işte.
Başımı pencereye çeviriyorum. Ay kızıla çalıyor, abartılı bir irilikte ve bir yanı kemirilmiş. Kötü bir şeyin habercisi gibi; içimi ansızın bir korku kaplıyor. Haftalardır hiç korkmadım; peki şimdi bu korku niye? Garip davranıyorum, ona bir şeyler ikram etmem gerekir.
Portakal suyum yok ama istersen elma suyu içebilirsin, diyorum.
Hayır, teşekkür ederim, portakal suyu yoksa başka bir şey istemem, diyor.
Gözlerinde aşağılayıcı bir bakış var. Şimdi de onu portakal suyundan mahrum bırakan Max rolünde, susuzluktan ölmesini izlemek zorunda kalacağım. Bir şey yapmış olmak için espresso makinesinde kahve yapıp hazır olunca önüne bir fincan kahve koyuyorum. Kahveyi koklayıp yüzünü ekşitiyor. Sanki domuz kanı koymuşum.
Kandan konu açılmışken, diyor.
Ben kanla ilgili bir şey söylemedim ki! Belki düşünceleri okumak işinin bir parçasıdır.
Nerede oldu?
Hiç kimsenin o olayla ilgili bir şey sormaya hakkı yok. Onu saçından tutup, karşı çıkarsa tekme tokat koridor boyunca sürükledikten sonra kapı dışarı etmem gerekir. Ama yapmıyorum. Uzun süredir süpermarketteki kasiyer kızın ve pizzayı getiren ibne oğlanın dışında kimseyle konuşmadım. Oğlan sürekli çeneme bakıp sakalımın uzayıp uzamadığını gözlüyor. Bozuk para ararken onu mutfağa aldığımda, ocağın kefeki taşından yapılmış olması ve tavandan zincirlerle sarkıtılmış evyenin görüntüsü onu çok heyecanlandırıyor. Bir kez sahanlıkta kıçımı avuçlamaya kalktı, ben itince de merdivenlerden aşağıya yuvarlandı. Buna karşın pazar günü dışında her gün gelmeyi sürdürüyor. Şimdiye dek kaç kez geldi bilemiyorum.
Söylesene, diyor, ne zaman oldu bu?
Gülümsüyor. Bu gülümseme sesine bir kılıf gibi uyuyor. Sesi odayı aşarak gelip omuzuma dokunuyor. Şimdi ben de, başkalarının kapıldığı duyguyu anlıyor ve ağlamak istiyorum. Ama hayır, yeter artık, bir kez daha olmaz.
Ağladım aslında. İki gün iki gece boyunca, yerlerde sürünerek ve hiç uyumadan durmamacasına ağladım. Birkaç saatte bir, gözlerim patlamış çıbanlar gibi kupkuru, Jessie’nin de o işi yapmadan önce su içtiği yarı dolu şişeden birkaç yudum alıyordum. Telefonda onun, bu şişeden içtiği suyu gırtlağındaki kasların yardımıyla nasıl yuttuğunu duymuştum.
Gözyaşlarımın yeniden boşanmasına bir yudum su yetiyordu. Şişedeki su bittiğinde kör olacağımı sandım; olmak istiyordum da. Gözlerimi bir daha açmak istemiyordum. Zaten yarı yarıya sağır olmuştum. Sol kulağımın patlamış zarının rüzgârda açık bırakılmış bir pencerenin perdeleri gibi dalgalandığını bildiğim için elimle sürekli kulağıma bastırıyor, akmayan gözyaşlarıyla sarsılarak ağlamayı sürdürüyordum. Ahşap döşemenin üzerinde önce bir tahta parçası gibi kaskatı, sonra da yatağın üzerine fırlatılmış bir giysi yığını gibi pörsümüş bir halde yatıp kalmıştım. Ölümün çok istendiğinde geleceğini sanmıştım, oysa gelen uyku olmuştu. Uyandığımda kendimi zorlukla mutfağa atıp buzluktan bir gram kokain çıkarmış, burnum iyice tıkalı olduğu için ağzımı zor zahmet açıp kokaini ağzıma tıkarak boğazıma yapışıp kalmasın diye çabucak yuttuktan sonra, sokak kapısını kapamadan sendeleye sendeleye evden çıkıp binadan ayrılmıştım… Aradan sekiz hafta geçti. O günden beri de ne ağladım ne de şu ana dek böyle bir gereksinme duydum. Radyodan gelen bu kızda garip bir şey var. Bir an için her şeyin iyi olacağı duygusuna kapılıyorum.
Çalışma odasında, diyorum.
Açık mutfak kapısından yan gözle hole doğru bakıyor. Holdeki iki kapıdan biri tahtalar çakılıp kapatılmış. Gözlerini kapıya dikip dalgın dalgın kahvesinden ilk kez bir yudum alıyor. Parmakları üçünü birden fincanın sapına geçirecek kadar narin. Yeniden konuşana dek uzun bir sessizlik oluyor.
Nasıl tanıştınız? diye soruyor.
Onu yıkık dökük bir kentin kalıntıları arasında buldum, diyorum.
Yüzüme baktığında, gözlerindeki garipliğin ne olduğunu anlayabiliyorum; ikisi de mavi ama biri daha çok su, öbürü de daha çok gökyüzü renginde.
Hakikaten biraz garipsin, diyor.
Bu dünyada neler olup bittiğinden haberin yok, diyorum, söylesem inanmazsın.
Öyle, diyor alaycı. Ne de olsa henüz yirmi üç yıldır yaşıyorum.
Bana yaşını söylemiş oldu, yalan söylemiyorsa tabii. Benden on yaş küçük.
Senin farklı bir yaşantın var, anlamazsın, diyorum.
Belki de anlatsan iyi olur, diyor.
Belki sen de karın üstü bir sehpanın üzerine yatırılsan ve canına okunsa iyi olur, ama bunu ben değil, başka biri yapsın, diye geçiriyorum içimden.
Anlatacağım, diyorum.
Karabiber değirmenimle oynuyor. Önünde mikrofon olmadan dinleyemediği için onu mikrofon yerine kullanıyor galiba. Radyodaki spikerlerin karabiber değirmenine hiç benzemeyen kulaklıklı mikrofonlar kullandıkları geliyor aklıma.
Avrupa’nın büyük bir bölümünün savaş yüzünden mahvolduğunun farkında mısın? diye soruyorum, sağ kalanlara ihanet edildi, aşağılandılar ve unutuldular.
Hayır, diyor.
Ben farkındayım, diyorum.
Yine uzun bir sessizlik oluyor. Farklı yerlerde, o kendi mutfağında, ben de benimkinde kafalarımız dolu ya da boş oturup havalara bakar gibiyiz. Öyle olsa, aramızda şimdikinden daha büyük bir kopukluk olamazdı. O fincanın geniş sapına olabildiğince çok parmağını sokarken ben de bir çay kaşığıyla kareli masa örtüsünün üzerine kaçış planları çiziyorum.
Adı neydi? diye soruyor.
Önce onun konuşmasını beklememe karşın irkiliyorum.
Bu seni hiç ilgilendirmez Allah’ın cezası, diyorum.
Bana olayın olduğu odayı göster.
Sana odayı bok gösteririm.
Lütfen, diyor.
Bir daha o odaya adım atmayacağım, diyorum.
İki yatak odalı bir dairede oturmana karşın, odalardan birine bir daha hiç girmeyeceğini mi söylüyorsun?
Kes sesini, diye bağırarak elimin ayasıyla masaya vurunca kaşık tıngırdayarak yere yuvarlanıyor.
O zaman oturma odanla yatak odan kalacak, diyor.
Yalnızca oturma odası, diye fısıldıyorum. Yatak odasına çalışma odasından geçiliyor.
Bu konuyu bir daha düşünsen iyi olur, diyor.
Derin bir soluk alabilmek için sandalyemde doğrulup elimin tersiyle ağzına vuruyorum. Başı yana savruluyor. Gevşek örülmüş saçları, havada uçuşarak yüzüne ve omuzlarına dağılıyor. Bu sahne bir şampuan reklamında ağır çekim olarak gösterilse çok iyi dururdu. Saçını toplamasına zaman tanımak için kalkıp pencereye gidiyorum. Pervazın sol alt köşesindeki tül gibi bir örümcek ağının içinde üç tane uğurböceği ölmüş; üçünün de sırtında aynı sayıda nokta var. Örümceklerin onların yenilebilir yumuşak içlerine ulaşıp ulaşamadıklarını düşünüyorum. Radyodan gelen kıza yeniden baktığımda, elimin değmediği yerlerde yüzünün yer yer kızarmış olduğunu görüyorum; sağ gözünün su mavisine minik bir kırmızılık karışmış, içinde yaralı birinin yüzdüğü bir suya benziyor şu anda ve bana ayı çağrıştırıyor. Yeniden başımı kaldırıp baktığımda ayın kanamasının durmuş olduğunu görüyorum; küçülmüş ve açık portakal rengine dönüşmüş; kenarları daha belirgin ve yıldızlara doğru yükselmiş.
Kız yeniden konuşmaya başladığında “tez çalışması” diye bir laf duyuyorum. Bir an için ona yeniden vurmak geçiyor aklımdan, ama iyi bir fikir olmadığını düşünüp tekrar yerime oturuyorum.
Biraz daha kahve ister misin? diye soruyorum.
Portakal suyu, diye sızlanıyor.
İstediğini elde edemediğinde onun gibi sızlanan Jessie’yi hatırlatıyor bana. Düşüncelerden arınabilmek için dikkatimi ağızboşluğuma vermeye çalışıyorum. Ağzımda bir hastanenin bekleme odası tadı var; steril. Tat alma hücrelerim, dilim ve dudaklarım duyarlığını yitirmiş; konuşmaya kalktığımda bir şeyler gevelemekten öteye gidemeyeceğim. Umarım salyalarım akmaz. Her şey harika, daha da harika olacak. Sonuçta her şey bir oyun, her şey bundan ibaret. Anıların da televizyondan bir farkı yok.
Mutfak masamda oturan kadına gülümsüyorum; dürüstçe bir gülümseme bu. O da şiş dudağı yüzünden çekinerek gülümsediğinde ışıltılar saçmaya başlıyorum; bin vatlık bir lamba gibi; halojen. Harikayım, gerçekten öyleyim. Ona “yavrum” desem mi demesem mi diye düşünüyorum.
Ne dedin, yavrum? diye soruyorum.
Portakal suyu, diye yineliyor.
Hayır, ondan önce, diyorum dostça.
Tez konum olabilirsin.
Ya, demek yalnızca çalışmıyorsun, eğitimini de sürdürüyorsun. Bu harika. Sigaran var mı?
Gevezeleşmeye başladım. Kuşkuyla bakıyor bana,
Dalga mı geçiyorsun? diye soruyor.
Hayır, diyorum, gerçekten bunun çok klas olduğunu düşünüyorum. Eğitim görmek muhteşem bir şey. Dalın ne?
İlgiyle yüzüne bakıyorum. Dudağı hâlâ şişiyor, ama ona yakışıyor. Benim dudaklarım da şiş olabilir, biraz sarkıklar zaten. Parmaklarımın ucuyla dudaklarıma dokunuyorum. Hiç his yok. Konuşurken alt dudağım dişlerimin arasına girip duruyor. Ağzımda lastik varmış gibi geliyor ve onu tükürmek zorunda kalıyorum. Bakışıyoruz.
Sosyoloji ve Psikoloji, diyor.
Anlaşıldı, diyorum, harika. Yaptığın işe de uygun.
Ben gidiyorum, diyor.
Ve ayağa kalkıyor.
Hayır, hayır, hayır!
Yeniden oturması için kolundan yakalıyorum. Elimden kurtuluyor. Konuşmaya ihtiyacım var.
Gitme, diyorum.
Bin vatlık gülümsemem gözlerini kamaştırıyor, hole doğru geri geri gidiyor ve bana bir paket sigara fırlatıyor.
Gel, bir tane beraber içelim, diye sesleniyorum.
Ben sigara içmem, diyor. İş gereği bu paket. Radyo istasyonu böyle ziyaretler için bize bunları verir. Ceketini alıyor; ben de yarı felçli ağzıma karşın çabuk çabuk konuşarak gitmemesi için bir şeyler gevelerken buluyorum kendimi. Biriyle konuşmak zorundayım. İçimde öylesine güzel, öylesine olağanüstü sözler var ki, bunları birinin dinlemesi gerekiyor. Kendimi, içinde oraya buraya uçuşan ateşböcekleri olan cam bir kavanoz gibi hissediyorum. Ateşböceklerini verip kurtulmak istiyorum. Radyo kızı hemen giderse işim bitik demektir.
Hoşça kal, diyor. Yine gelirim.
Sokak kapısı arkasından kapanıyor. Serin seramik zemine çöküp milli marşı söylemeye başlıyorum. Aklıma başka bir şarkı gelmiyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKartallar ve Melekler
- Sayfa Sayısı336
- YazarJuli Zeh
- ISBN9789753424981
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2005
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ecinniler ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ecinniler
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Hayat acı vericidir, hayat korku doludur ve insanoğlu mutsuzdur. İnsanoğlu hayatı seviyor. Acıyı ve korkuyu sevdiği için hayatı seviyor. Yaşamak, acı ve korkunun karşılığında...
- Meyve Hırsızı ~ Peter Handke
Meyve Hırsızı
Peter Handke
Peter Handke, “Son Destan” adını verdiği bu romanı yazmaya 1 Ağustos 2016’da başlıyor. Yolculuk sahipsiz koydan çıkıp, dolambaçlı yolları takip ederek, arayarak seyrediyor ve...
- Ateşböceği Yolu ~ Kristin Hannah
Ateşböceği Yolu
Kristin Hannah
DOSTLUĞUN BÜYÜSÜ ÜZERİNE OLAĞANÜSTÜ BİR ROMAN “Ateşböceği Yolu’nda Kristin Hannah sevgi ve sadakat üzerine keskin ve unutulmaz bir hikaye yazmıştır.” Jacquelyn Mitchard “Kristin Hannah...