TIger TollIver, annesiyle küçük ama huzurlu bir yaşam sürüyordu. O ve annesi her zaman iyi bir ekip olmuştu; annesi onun koruyucu meleği, rehberi ve tek ailesiydi. Ancak Tiger birdenbire bu mükemmel düzenin gerçekte o kadar kusursuz olup olmadığını sorgulamaya başladı. Tiger, annesinin her şeyi kontrol etme ihtiyacı duyduğunu fark etmişti: radyoda çalan şarkıları, okul danslarına gidip gitmeyeceğini, hiç tanışmadığı babası hakkındaki gerçeği… Tiger, asla kendi başına karar alamıyordu.
Gerçi bu, Tiger’ın hayatını zorlaştıran şeyler listesinde milyonuncu sırada bile olamazdı. Mesela Lupe Hidalgo, okul hayatının cehenneme dönmesi için elinden geleni yapıyor gibi görünüyordu. Broken Cradle ile grup provası yapmak da bu listedeydi. En kötüsü ise hayallerinin prensi Kai’in tüm yazı Almanya’da geçirecek olmasıydı.
Ama bir gün, Tiger’ın dünyası bir anda altüst oldu. Annesinin ani ölümüyle Tiger, karanlığın içinde buldu kendini. Artık önünde tek bir yol vardı: Karanlığı kucaklamak ve onunla nasıl arkadaş olacağını öğrenmek…
“Nadir ve güçlü bir roman olan Karanlıkla Nasıl Arkadaş Olunur, kederin ve iyileşmenin özüne dürüstçe, empati kurarak ve zarafetle iniyor.”
—Karen M. McManus
“Cesurca, korkusuzca işlenmiş bir kayıp ve aşk hikâyesi. Glasgow’un dili, kendine has güzelliği ve zarafetiyle sayfalara hükmediyor.”
—Courtney Summers
“Öylesine güzel ve çarpıcı ki…”
—HelloGiggles
“Nefes kesici ve yürek parçalayıcı, tüm kalbimle sevdim.”
—Jennifer Niven
“Güçlü ve metanetli kadınlar için hiçbir depresyonun ya da yalnızlığın aşılamaz olmadığına dair güçlü bir hatırlatma.”
—Forbes
“Dürüst ve son derece can yakıcı bir okuma.”
—BookPage
“Dikkat çekici… Tiger’ın kendine özgü, akıldan çıkmayan sesini unutmak zor olacak.”
—Booklist
“İçgüdüsel, travmatik ve acı dolu… Bir trajedinin geride bıraktıklarıyla bir dakika daha yaşamanın cesur, yalın bir anlatımı.”
—Kirkus Reviews
***
bu kitap
yas tutanlara
bu kitap
geride bırakılanlara
bu kitap
bir yuva arayışı içinde olan
bütün kırık kalplere
ithafen yazılmıştır.
ÖNCE
Faturaları, annemle ortaklaşa kullandığımız şifonyerin içindeki bir iç çamaşırı yığınının altına tıkıştırılmış vaziyette tesadüfen buluyorum. Temiz çoraplar yerine, üzerlerinde Acil, Son İhtar, Derhal İrtibata Geçiniz ibareleri bulunan kalınca bir zarf yığınına değiyor ellerim. Kalbim küt küt atıyor. Elimizde avucumuzda pek fazla bir şey olduğu söylenemez, hiçbir zaman da olmadı fakat annemin ilçenin Kitapmobil’ci hanımı olarak ve Bonita’nın kreşinde yardım ederek kazandıklarıyla idare ediyoruz. Yazlarıysa Jölemobil’le, ancak o da ayrı bir konu. Ortada endişelenecek bir durum yokken gidip de bir şeyleri çekmeceye gizlemezsiniz. Annem dün sabahtan bu yana siyah-kırmızı, yün bir battaniyeye sarınmış hâlde, baş ağrısından kurtulmak için kanepede uyuyor. “Anne,” diyorum yüksek perdeden. “Anneciğim.” Çıt yok. Duvarda asılı duran eğri saate bakıyorum. Sabah etüdüne kırk dakika var. Annemin deyimiyle biz, “tıkır tıkır çalışan, şık ve güzel kokan bir makineyiz”. Fakat makinemin diğer yarısının biplemesine, bana vızıldamasına ve annelerin yapması gereken tüm o diğer şeyleri yapmasına ihtiyacım var. Şayet o olmadan kimsesiz kalırım. Durumum iki ebeveyni ve dayısıyla beraber yaşayan arkadaşım Cake gibi değil. Eğer annem hastalanacak ya da ölecek olursa, bana yardım edecek ve bakacak kimsem kalmaz. Ve tabii beni okula götürecek birisi de. “Anne!” diye bağırıyorum avaz avaz, resmen boğazım parçalanırcasına. Faturaları iç çamaşırı yığınının altına geri sokuşturup ön odaya doğru yöneliyorum. Avaz avaz bağırışım işe yaramış görünüyor. Annem kanepede doğrulmuş, yün battaniyeyse tortop olmuş vaziyette yerde duruyor. “Sana da günaydın,” diye mırıldanıyor çatallı bir sesle. Kısa saçlarının bir tarafı düzleşmiş, diğer tarafıysa dik dik. Sanki hiçbir şeyi tanımıyormuşçasına; sanki tuhaf, dünyevi atmosferimize düşmüş bir uzaylıymışçasına etrafına bakınıyor. Bir kez, ikinci kez, üçüncü kez gözlerini kırpıştırıp ardından, “Kaplan, bebeğim, bana biraz kahve getirir misin?” diyor. “Kahve kalmadı.” Elimden gelen en suçlayıcı ses tonumu takınıyorum. Birazcık kötülük etmeliyim. Yani, o kadar da oluversin. Darda olduğumuz aşikâr, ayrıca şu sıralar mesela Kai gibi birkaç mesele daha aklımı kurcalayıp duruyor zaten. Annemin, annelere has şeyler yapmasına ihtiyacım var. “Mutfak tamtakır,” diyorum. “Şey, fıstık ezmesi var. Kocaman bir fincan dolusu buharı tüten fıstık ezmesi içebilirsin.” Annem gülümsüyor, ki bu beni mahvediyor çünkü buna dayanamıyorum ve ödenmemiş fatura yığınına dair söylemeyi düşündüğüm her şey birdenbire uçup gidiveriyor âdeta. Bir hâl çaresine bakacağız. Her şey düzelecek, her zaman olduğu gibi. Yeniden bipleyip vızıldayabiliriz. Annem ayağa kalkıp kırmızı kahve makinesine doğru yürüyor. Kahve, annemin ilacıdır: O ve sigara. Bonita, Cake ve ben ne kadar iğrenç ve zehirli olduğunu söylesek de nafile. Küçükken sabahın köründe uyanır, beni kreşe götürmeden evvel onunla, yalnızca onunla oyun oynamaya can atardım ve daima annem günün ilk kahvesini ve ilk sigarasını içene dek onu beklemek zorunda kalırdım. Lego veya oyun çubuklarıyla oynamaya can atarken, o aptal makinenin lıkır lıkır sesler çıkartarak fincanı doldurmasını beklemek tam bir işkenceydi. Annem derin bir iç çekiyor. “Kahretsin,” diyor. “Bebeğim! Kıçımı kaldırsam iyi olacak, ha?” Eviyenin başında dikilmiş, musluğu açmaya yelteniyor fakat tek damla bile su akmıyor. “Su hâlâ akmıyor mu? Bu durumun yalnızca kötü bir rüyadan ibaret olmasını umuyordum.” Başıyla musluğu işaret ediyor. “Pacheco, telefonlarıma geri dönmüyor,” diyorum. Bay Pacheco, ev sahibimiz ve pek de iyi bir ev sahibi olduğu söylenemez. Annem homurdanıyor. “Sanırım bugün o meseleyi de halletmem gerekecek.” Sessiz kalıyorum. Faturalardan mı bahsediyor acaba? Belki de ona söyle‒ Derken annem kollarını bana doğru uzatıyor. “Gel buraya, bebeğim. Gel bana.” Öylesine hızla koşuyorum ki az daha yerde serili duran eski püskü, yün halıya takılıyorum ve uçarcasına yanına gidip yüzümü hemen köprücük kemiklerinin altına bastırıyorum. Annemin dudaklarıysa başımın tepesine değiyor. Annem zangır zangır titriyor. Bluzu sanki terliyormuşçasına ıslak. Sigara içmediğinden olsa gerek. “Üzgünüm,” diye fısıldıyor saçlarımın üzerinden. “Bana n’oldu böyle bilmiyorum. Acayip başım tuttu. Bonita’nın gidişi, kreşin kapanması. Ben yalnızca… her şey üst üste geldi ve galiba stres yaptım. Dün gece akşam yemeği yedin mi sen?” Geçen akşam yalnızca bir paket misket limonlu jöle yemiştim ve karnım zil çalıyor olmasına rağmen bunu ona söylemiyorum. Ona sokulmaya devam ediyorum. Annem geriye doğru çekilip kahkaha atıyor. “Grace,” diyor. Gerçek adımı işitince bir tuhaf oluyorum. “Gracie, o pijama üstü artık üstüne pek olmuyor, tatlım.” Tişörtümün kenarını karşı koyar bir tavırla çekiştirip kollarımı göğsümde kavuşturuyorum.
Annem iç geçiriyor. Ne söyleyeceğini biliyorum, o yüzden sıkıldım yüz ifademi takınıyorum. “Kaplan,” diyor ciddi bir edayla. “Sen güzel bir kızsın. Yalnızca takılıyordum, yapmamalıydım. Seni asla gizlememelisin. Harikulade bir şeye dönüşüyorsun. Kendinden utanma.” Harikulade. O ve Bonita, olumlama cümleleriyle kafayı bozmuşlar. Cake, annemlerin hayat gayesinin Kendilerinden Daha İyi Bir Kız Evlat Yetiştirmek olduğunu söyler. “Bilirsin işte,” demişti bir keresinde, “… anneleri muhtemelen okul balosundan evvel onları çökelek peyniri perhizine sokup oğlanların yanında bacaklarını kapalı tutmalarını söylüyorlardı.” Gözlerimi devirip sızlanıyorum. “Bana o tip şeyleri söylemen gerekiyor,” diye yanıt veriyorum. “Sen benim annemsin. Bu, görev tanımında var zaten.” Yüz ifadesi yumuşuyor ve suçluluk hissine kapılıyorum. Bir keresinde Bonita’ya söylediklerine kulak misafiri olmuştum: “Kaplan’a bana hiçbir zaman söylenmeyen şeyleri söylemeye çalışıyorum, anlarsın ya?” Ve ben de oldum olası onun neleri duymadığını merak etmişimdir. Çünkü annem eskiye, anne olmadan evvelki, çocukluk günlerine dair ser verip sır vermez. Ebeveyni o üniversitedeyken ölmüş ve onlardan bahsetmekten hoşlanmaz. Geçen gece fazladan yiyecek bir şeyler bulmak için dolapların altını üstüne getirmiş olsam da annem dolapları karıştırıp her nasılsa bir yerlerden tek bir kutu kola buluyor. Koladan uzun, minnettar bir yudum alıp ardından ağzını siliyor. Sigara bulmak için çantasını karıştırıyor. “Git de giyin, Kaplan. Seni okula bırakacağım ve ardından halletmem gereken bir sürü işim var. Bugün dolu dolu geçecek, söz veriyorum. Yiyecek içecek, Pacheco, işler. Yokluğumu telafi edeceğim, tamam mı?” “Tamam.” Annem sigara içmek için arka bahçeye çıkıyor ve bense yatak odama gidip isterik vaziyette, çoğunlukla uygunsuz kıyafetlerden oluşan gardırobumda giyecek uygun bir şeyler bulmakla cebelleşiyorum. Annem yolun kenarına bırakılan kutulardan giysi bulmanın, maddi durumumuzun bir göstergesi olduğundan ziyade, bunun yaratıcı, eğlenceli, ilginç ve çevreye duyarlı bir hareket olduğu kanaatinde. “Birinin çöpü başkasının hazinesidir!” Fakat kimi zaman okula tıpkı diğer kızlar gibi tayt ve tişörtle ve belki de pembe ojeli ayak tırnaklarımı ön plana çıkaran şirin, bantlı sandaletlerle gitmeyi dilediğim olmuyor değil. Ancak onun yerine çoğu zaman, zamanın unuttuğu ve işte, eski kıyafetler gibi görünen eski kıyafetler giymiş bir yaratığa benziyorum. Üzerime bir etek ve rengi solmuş bir tişört geçirip başıma bir tane beyzbol şapkası takıyorum çünkü duş suyunun da akıp akmayacağı şüpheli, o yüzden duş almayacağım kesin. Banyoda dişlerimi bir iblis gibi fırçalayıp yüzüme su çarpıyorum. Ardından her zaman yaptığım gibi düşünmek için kendime en az üç saniye tanıyorum: Bu da kim böyle? Nereden çıktı? Çünkü koyu ve düz saçlarımın annemin kısa, açık renkli, dağınık saçlarıyla alakası yok. Onun kaymak gibi pürüzsüz yüzünün yanında benim çillerim, saçılmış kum tanelerine benziyor. Pek çok hususta Adı Zikredilmeyen Kişi’ye çekmişim. Bana dair pek çok şey meçhul. Ne var ki işte buradayım ve şimdilik annemi harekete geçirmeli, okula gitmeli, etüt ve “Lupe Hidalgo Kâbusu” olarak adlandırdığım şu küçük haftada-beş-günlük rezaleti atlatmalıyım, ki eğer bundan sağ çıkmayı başarabilirsem bir sonraki ders, Biyoloji ve Kai Henderson demek. Düşüncesi bile kalbimin aptal, aşk sarhoşu bir davul misali güm güm çarpmasına neden oluyor ve kendisi anneme bahsetmem gereken şeylerden biri. Arabada annem radyo kanallarını kurcalıyor. Kazınan midem âdeta yangın alarmı misali zil çalıyor, o yüzden sırt çantamın dibinde kalan Life Savers* kırıntılarını kazıyorum. Belki iplik ve tozun kalorisi vardır ve öğle yemeğine dek beni tutabilir.
Şeker kırıntılarını emerken telefonum vızıldıyor. Cake. Uyandı mı? Evet! Arabadayız. Aman iyi! Ona söyledin mi? Göz ucuyla anneme bakıyorum. Kısmen selobant ve umutla ayakta duran külüstür Honda’mızda homurdanarak radyo istasyonunu ayarlamakla cebelleşiyor. Yorgun görünüyor. Belki hâlâ başı ağrıyordur. Belki de faturalara canı sıkılmıştır. Belki bir iş bulup ona destek olmalıyım. Stop N Shop’ta market alışverişlerini poşetleyebilirim. Ya da Cucaracha’da komilik yapabilirim. Henüz değil, yazıyorum. Yap hadi. Söyle gitsin, Kaplan. Ardından kurtulup geceye kadar bir daha onunla uğraşmak zorunda kalmazsın. Yanıt vermiyorum. Şu Kai meselesini halletmek zor olacak. Annem biraz fazla korumacıdır da. Eugene Field Anma Günleri Dansı’na Kai Henderson’la gitmemden pek hoşnut olmayacak. Onu sevmediğinden değil, çünkü onu sever. Onu, Bonita’nın kreşinde dizleri yara bere içinde ve tereyağlı kurabiyelere bayılan zıpır zıpır bir çocuk olduğu zamanlardan bu yana tanır. Yalnızca… şey, onun yanından uzaklaşmamdan hoşlanmıyor. “Hah!” Sırıtıyor. “İşte güzel bir tane buldum.” Radyonun sesini açıyor. Yıllar evvelden kalma bir şarkı daha, değişen bir şey yok, daima onun seçtiği şarkılar. Annem, Cake’le grubumuz, Broken Cradle’da* , çaldığımız şarkılara burun kıvırıp yaptığımız müziği “fazlaca deneysel gürültü” olarak adlandırıyor. Müziğimizin kulağa “deneysel” gelmesinin ardındaki neden ben olabilirim muhtemelen, çünkü çoğunlukla ne yaptığımdan en ufak bir fikrim olmayarak davullara vurup duruyorum. Grupta olmamın tek nedeni, Cake’e destek olmak, ki kendisi aslında bir müzik dehasıdır. Ve düşsel ve tatlı görünerek, okuduğum romanlardan birinin deyimiyle alnını kırıştırarak, bas gitarını çalan Kai.
Belki de birdenbire annemin daima beni kısıtladığı hissine kapılarak pat diye ağzımdan çıkıyor: “Anma Günleri Dansı’na Kai Henderson’la gideceğim.” Kelimeler dudaklarımdan dökülür dökülmez, hem pişmanlık hem de haz duyuyorum. Yani, ne yapabilir ki? On altı yaşındayım. Bir kez olsun ben de diğer herkes gibi bir dansa gidebilirim. Annem müziğin sesini kısıyor. “Ne?” Sesi usulca çıkıyor. “Ne zamandan beri? Ne ara… oldu bu?” Derin bir soluk alıyorum. “Birkaç hafta evvel. Bana teklif etti. Gidiyorum. Eğleneceğiz. Cake de gidiyor. Herkes gidiyor.” “Bir dakika,” diyor yeniden. “Kai mı? Bildiğimiz Kai mı? Hani şu bizim başı mütemadiyen tıp kitaplarına gömülü çocuk?” İç geçiriyorum. “Evet.” Sessizlik. Yüreğim eziliyor. Biliyordum. Neredeyse saniyeleri sayabiliyorum, o yüzden saymaya başlıyorum: on… dokuz… sekiz… “Bilemiyorum, Kaplan. Çok ani oldu ve bu konu hakkında konuşmamıştık. Demek istediğim, içki içilecektir, muhtemelen dans sonrasında parti de olacaktır‒” Sözünü kesiyorum. “İçki içmiyorum, partilemiyorum, sigara içmiyorum. Şu iğrenç doktor dışında kimse memelerimi ellemedi ve yalnızca bir dansa gitmek ve diğer herkes gibi dans etmek istiyorum. Bir kez olsun.” “Sen… Bu… Kai artık erkek arkadaşın mı? Bir süredir beraber misiniz?” Annemin bakışlarını üzerimde hissedebiliyorum. Utançtan boynum kızarıyor. “Hayır.” Yani henüz değil. Günün birinde. Dansın ardından olabilir. İşler böyle yürümez mi? Bir bakmışsınız ki bir şeyler yaşamaya başlamışsınız? Bu konuya dair bildiklerim kitap ve filmler ve Eugene Field’daki diğer çocuklardan gözlemlediklerim ve Cake’le Sierra Vista’lı çocuğun yaşadıklarından hatırladıklarımdan ibaret. Yani, annemsiz n’apıyorum ki zaten? Hiçbir şey.
Okula gidiyorum, ara sıra Çukur’daki kaykaycıları seyrediyorum, eve dönüyorum, kitap okuyorum, ben… Sıradan hayatımızda öylece oturuyorum. Diğer herkesi seyrederek. Bir fanusa hapsolmuş bir böcek misali. Uzakta, gençler Eugene Field Lisesi’nin otoparkı ve ön tarafındaki çimenlik alana akın ediyorlar. Eğer oraya varana dek dayanabilirsem, annesiz yedi saat geçirebileceğim. Açlıktan midemden nahoş bir gurultu yükseliyor. Kendimi bitkin ve keyifsiz hissediyorum. Neden aptalca, normal bir şey bu denli güç olmak zorunda? “Alt tarafı bir okul dansı,” diye fısıldıyorum. Gözlerim doluyor. Burnum karıncalanıyor. Boyun eğmeye başlıyorum, tıpkı daima boyun eğdiğim gibi. Jimnastik dersleri fazla pahalıymış gibi davrandığında boyun eğmiştim, oysaki uyduruk toplum merkezinde, yarı aşınmış minderlerin üzerinde yapılan birkaç dersti altı üstü. Cake onunla beraber dans dersleri almamı istediğinde, okul sonrası satranç dersine katılma fırsatım varken, hepsinde boyun eğdim. Yapabildiğim tek şey kaykay kaymaktı ve o da dört sene evveldi ve ardından annem, onu da elimden aldı. “Kai Henderson’la okul dansına gideceğim,” diyorum birdenbire buz gibi bir sesle. “Ve bana engel olamazsın. Ve bana engel olacak olursan, hata edersin.” Annem, koskocaman sırt çantasını yüklenmiş olan Mae-Lynn Carpenter’ı kıl payı teğet geçerek otoparka giriyor. Yoluna devam etmeden evvel ters ters bize bakıyor. Mae-Lynn’i gülümserken görmüşlüğüm vaki değil. “Grace,” diyor annem. “Bu konuyu daha sonra konuşmalıyız. Mühim bir mesele. Sandığın kadar önemsiz bir mesele değil.” Elini koluma koyuyor. “Hayır,” diyorum ve derken gözyaşlarım boşanıveriyor. “Tam da sandığım kadar önemsiz bir mesele. Tavan süslemeleri, alkollü meyve kokteyli, dandik müzik ve sonrasında bir partiden ibaret. Ezelden beridir gençlerin gittiği fakat benim asla gitmediğim bir şey. Şu âna dek.”
“Kaplan, lütfen,” diyor annem fakat çoktan arabadan inip çantamı omzuma attığım gibi kimse ağladığımı görmesin diye başımı öne eğerek yürümeye başlıyorum bile. Etüt dersinde yerime oturur oturmaz mesajlar gelmeye başlıyor; sırt çantamın içindeki cep telefonum ısrarla vızıldayarak, kazınan midemdeki kaosla küçük bir savaş başlatıyor. Şu Life Saver şekerlemeleri pek de hayat kurtarıcı değilmiş demek ki. Karnımdan yükselen gurultu, tıpkı peri masallarındaki uyuyan devleri harekete geçiren minik, ürkmüş insanların kokusu misali, Lupe Hidalgo’yu harekete geçiriyor. Lupe Hidalgo iç geçiriyor. Lupe Hidalgo kurşun kaleminin sivri mi sivri ucunu sıraya geçiriyor. Lupe Hidalgo’nun bacakları lömbürdeyip çizmelerinin tabanları etüt sınıfının siyah beyaz yer karolarını dövüyor. Duygusuz gözlerle bana bakıp ardından sırt çantama bakıyor. Kaşlarını çatıyor. Ben ve masamızda oturan diğer üç çocukla hızlıca bakışıyoruz. Tina Carillo bana bakıyor; ben gözlerimi Rodrigo’ya çeviriyorum; Rodrigo ellerini başının arkasında kavuşturarak Kelsey Cameron’a bakıp gözlerini deviriyor, ki o da hiçbirimize bakmıyor çünkü telefonunda kendine bakıp selfie çekerken başının doğru açısını yakalamakla meşgul. Lupe, kalemini tak-tak-tak diye vuruyor. Başını bir sağa yatırıyor, bir sola yatırıyor. İpek gibi siyah atkuyruğu bir o yana bir bu yana savruluyor. Bu, birilerine patlayacağına delalet eder. Lupe’un dikkatini toplayabildiği tek yer softbol sahasıdır. Önümüzdeki sonbaharda tam bursla Arizona Üniversitesi’ne başlayacak olan bir son sınıf öğrencisi. Topu öylesine hızlı ve sert atma becerisine sahip ki söylentiye göre tutucusu Mercy Quintero, maçlardan sonra saatlerce ellerine buz kompresi yapıyormuş. Günahsız Flagstaff’li* bir kızın narin karnına sert atış indirme becerisi.
Lupe Hidalgo, softbolda o denli iyi ki sanki takımda bir tek o varmış gibi geliyor. Yani, maç günleri Eugene Field’ın koridorlarında, yüksek atkuyrukları ve diz hizası çizgili çoraplarıyla ayaklarını sürüye sürüye yürüyen diğer kızları; düğmeleri ilikli olmayan ve savrulan siyah-gri takım formalarını, formalarının altına giydikleri maç tişörtlerinin üzerindeki Zorrolar harflerinin arasından kıvrılan büyüleyici kutup tilkisi maskotunu görmüşlüğüm var, fakat Tanrı aşkına, kim olduklarına dair en ufak bir fikrim yok. Lupe Hidalgo bir tutulmaya benzer. Her şeyin üzerine görkemli bir gölge misali çöker ve canınızın yanacağını bile bile yine de ona bakarsınız. Ve ezkaza öyle yapıyorum. Derken bakmamla yüreğimin ağzıma gelmesi bir oluyor. Üzerine keçeli kalemle yıldızlar, aylar ve grubumuza ithafen ikiye ayrılmış, küçük bir beşik çizdiğim aptal, kirli, beyaz Vans’larıma dikiyorum gözlerimi. Lupe, parıl parıl parlayan gözleriyle vücudumu tepeden tırnağa süzüyor. İstemsizce kollarımı göğsümde kavuşturuyorum. Birilerinin, bilhassa bir oğlanın, fakat kimi zaman da bir kızın, ne zaman göğüslerinizle alay edeceği hiç belli olmaz. Harika bir vücudun var, der annem her zaman. Kambur durma. Onun için söylemesi kolay tabii. Onun memeleri, ters çevrilmiş çay fincanları misali, göğsünde zarif ve ölçülü duruyor. Annemi zihnimden uzaklaştırıyorum. Arabadaki kavgamızın, beni umduğum denli muzafferane ya da cesur hissettirdiği söylenemez. Şu an daha ziyade midem bulanıyor; açım ve korkuyorum. Bugün artık daha fazla onu düşünmemeye karar veriyorum. Derken sanki annem onu günümün geri kalanından bir X-Acto bıçağıyla kesip atmaya uğraştığımı sezinlemişçesine tam o anda telefonum vızıldıyor. On altı milyon tane sinir bozucu, günümü berbat eden şeyin aynı anda gerçekleşiyor olduğuna inanamıyorum.
İçimden, Bayan Perez’in sınıfın ön tarafında öylece dolaşıp duracağına, bir an evvel derse başlamasını diliyorum, ancak inatla az sonra başıma geleceklerden bihaber vaziyette durmaya devam edip masasında kâğıtları karıştırıp duruyor. Tina Carillo, “Başlıyoruz gene,” diye mırıldanıyor ve bana bakıp omuz silkiyor. Lupe, beni baştan aşağı süzmeyi bırakıp homurdanıyor. “Kızım, bugün üstüne ne giymişsin öyle be?” Bedenim kaskatı kesiliyor. Thunder Park İlkokulu’nda üçüncü sınıfa giderken Hello Kitty’li tişörtüme patates püresi sürmesinden bu yana Lupe kıyafetlerime takıktır. “Ahmak kedi,” demişti. “Aptal tişört.” Yanımda oturan Rodrigo, burnundan gülerek cep telefonunu çıkarıyor. “Yani, Tanrı aşkına, kendini ne sanıyorsun? Stevie koduğumun Nicks’i falan mı?” Fleetwood Mac adında tuhaf bir grubun ilham perisi olan; on beş santimlik topuklu ayakkabıları, kat kat kadife kıyafetleri, parıltılı dudak parlatıcısı ve peri tozuyla, gelmiş geçmiş en acayip ve muhteşem şarkıcılardan biri olan yetmişlerin müziğinin altın tanrıçasından bihaber olabilirsiniz, fakat burada, cehennem gibi sıcak Arizona’da ‒altın kızımızın doğum yerinde‒ hepimiz Stevie’nin kim olduğunu biliriz. Lupe, tek boynuzlu at işlemeli tişörtümün kenarını, işaret ve başparmaklarının arasına alıp çekiştirerek yüzüme doğru eğiliyor. Makyajı pürüzsüz ve kusursuz; göz kalemi siyah kanatlar misali şakaklarına dek çekilmiş. “Kızım,” diyerek soluyor. Ağzının derinliklerinde bir yerlerden hafif bir sakız patlatma sesi işitiyorum. “Olacak… iş değil.” Etrafımızdaki çocuklar kıkırdıyorlar. İsmini asla hatırlayamadığım fakat suratı mütemadiyen az evvel bir limon emmiş gibi görünen bir kız, fotoğrafımı çekiyor. Harika, artık dünya çapında alay konusu olacağım: #inek #hilkatgaribesi #liseninucubesi #tekboynuzluatgiyenezik
Yüzüm alev alev yanıyor, herkesin görebildiğini bildiğim anlık bir hararet ele geçiriyor yüzümü. Kızarmamak veya utanmamak konusunda ya da öfkeli olduğumu veya bozulduğumu gizlemek konusunda berbatımdır. Annem bunu “yaşama tutkusu” olarak adlandırır, oysaki Mesa Luna, Arizona’da, Eugene Field Lisesi’nin 29 numaralı sınıfında, sabahın 07.25’inde maskara olmamın nedeni annemin ta kendisi. Her gün okula Grateful Dead konserine son dakikada bilet bulup gitmekten dolayı umutlu olan biri gibi giyinerek gidiyorum ve eğer onların kim olduğunu bilmiyorsanız, araştırın ve batik ve etek ucunda ziller olan kadifemsi etekler giyen; ekseriyetle pis tişörtler ve yırtık kot pantolonlar giyen kafası güzel tiplerden oluşan, başlattıkları bu saçmalığın çıkış noktası olan altmışlı yıllardan bu yana saçlarını yıkamamış gibi görünen bir grubu izlemeye yeltenen bir sürü şaşkın tip göreceksiniz. Gardırobum eski grupların tişörtlerinden, bahsi geçen hippi eteklerinden, erkek pantolonlarından, eski ceketlerden ve kimi zaman annemin tabiriyle “hava” katsın diye el örgüsü bir atkıdan oluşuyor. Bakışlarımı Lupe’dan çevirip kıyafetlerime bakıyorum. Kendi kahrolası kıyafetlerimi dahi seçemiyorum. Telefonum titreşiyor. İçgüdüsel olarak sanki vızıldamayı ve annemi durduracakmışçasına çantamı tekmeliyorum. Lupe bana bakıp başını iki yana sallıyor. “Ayy, annen gene seni kontrol mu ediyor?” Haaa-yıırrrr-olamaaaz şeklinde bir ses çıkarıp bileğini çevirerek elini kaldırıyor. Kelsey Cameron kahkahayı patlatıyor. Kendimi yarı ihanete uğramış hissederek ona ters ters bakıyorum. Arkadaş olmayabiliriz –tek arkadaşım Cake– fakat yine de! Bu masayı Lupe Hidalgo iblisiyle paylaşıyoruz. Bir anlam ifade ediyor olmalı. Üzgünüm, diyor Kelsey yalnızca dudaklarını oynatarak. Lupe, iç çekip parmağıyla benim oturduğum tarafı işaret ediyor. “Bununla yan yana oturamam. Ya üzerime bulaşırsa? Buna?” Sanki bir yarışma programı sunucusuymuş gibi ellerini yavaşça vücudundan aşağı doğru kaydırıyor. Lupe Hidalgo, kötü, güzel ve yalnızca bir beyaz tişört, siyah kot pantolon ve şu çizmeleri giyiyor olsa da, o ışıl ışıl ışıldayan, tehlikeli bir tanrıça. Ortada iki ergen kız varken, kızlardan birinin böylesine yetişkinvari, açıkgöz, seksi ve diğerinin, yani benim, yamuk yumuk bir hamur parçası gibi oluşunu aklım almıyor. Sanki bir bildiri yollanmış da kızlardan yalnızca bazılarına ulaşmış gibi. Bakışlarımı yukarı doğru çeviriyorum. Mae-Lynn Carpenter, başka bir masada çaprazımda oturuyor; öne doğru eğilip defterinin üzerine gömülmüş, kurşun kaleminin ucunu gelişigüzel şekilde ağzına sokmuş. Tişörtünün arka kısmı, pantolonundan yukarıya doğru sıyrılıp teninin tüylü bir kısmını gözler önüne seriyor. Yanında, Mae-Lynn’in pantolonunun elastik bel kısmından görünen parlak beyaz iç çamaşırını gören iki kız, kıs kıs gülüyorlar. Ben ve Mae-Lynn gibi kızlara bu bildirinin ulaşmadığı kesin. Gözlerimin dolduğunu hissedebiliyorum çünkü artık Lupe, tahtaya bir şeyler yazmakta olan Bayan Perez haricinde diğer herkesin dikkatini çekmiş durumda. Eğer Cake burada olsaydı, söyleyecek iğneleyici bir şeyler bulurdu, ne var ki burada değil ve bu gibi durumlarda, günde bin kez, Cake olsa ne yapardı? diye düşünüyorum. Ve şu bileziklerden bir tane almalıyım diye espri yapıyorum, üzerinde İONY* yerine CONY yazacak, fakat Cake bu fikrime gülüp geçiyor. “Daha fazla bağırıp çağırman gerekiyor yalnızca,” diyor. “Ağzına geleni söyle. İsminin hakkını ver.” Herkes Cake’i sever. Herkes Cake’e bayılır. O bir seksen boyunda bir muhteşemlik ve cesurluk abidesidir ve siyah-mor saçlarını iki yandan mükemmel Prenses Leia topuzları yapar. O, geleceğin gerçek rock yıldızı ve Eugene Field Lisesi’nin Yalnızlık Hiyerarşisi’nde tamamen Hiçbir Yer kademesine düşmememin yegâne nedeni.
Mae-Lynn Carpenter’a bakıyorum yine. O, lisenin Yalnızlık Hiyerarşisi’ndeki son durak. Muhtemelen bu durağa onun adını vermeliler. Mae-Lynn, üzerinde bir yavru kedi olan pembe bir kapüşonlu giymiş. Sahiden kürkü ve kabartma bir inci kolyesi olan bir yavru kedi. Sertçe yutkunuyorum. Hiç değilse o kadar düşmedim. Tek boynuzlu atım pullu olabilir fakat en azından tüylü değil. Karnımdan yukarı doğru sıyrılmasın diye tişörtümü düzeltiyorum. Lupe cık cık ediyor. Telefonum yine vızıldıyor. Midem acı acı inliyor âdeta. Lupe meraklı gözlerle çantama bakıyor. “Bu kadar önemli olan ne? Merak ettim doğrusu. Yoksa küçük kızımız öğle yemeğini mi unut‒” “Lupe Hidalgo ve Kaplan Tolliver, bugün öğrenmeye hazır mısınız yoksa her ikinizi de Müdür Ortiz’in odasına mı göndermeliyim?” Nihayet. Bayan Perez’in sesi sınıfın ön tarafından yankılanıyor. Derken, bir anda sıraların altına sokuşturulan telefonların, fermuarları çekilen makyaj çantalarının, temizlenen boğazların sesleri doluyor sınıfa. Okulun kapanmasına bir ay kalmış olsa da, gaza geldi mi Bayan Perez’in şakası yoktur. Lupe, atkuyruğu savrularak başını hızla çevirip sırtı bana dönük şekilde, sınıfın ön tarafına doğru dönüyor. Kürek kemikleri kumaşın altından kanatlar misali gerilerek tişörtünden görünüyor. Lupe Hidalgo öylesine güzel ki ona bakmak insanın canını yakıyor resmen, o yüzden bakışlarımı duvarda asılı duran saate çevirip Biyoloji dersi ve Kai Henderson için geri sayıma başlıyorum.
Biyoloji dersinde yanındaki aksak tabureye oturduğumda, Dünyanız ve Siz adlı kitaba kendini kaptırmış vaziyette buluyorum Kai Henderson’ı. Geçtiğimiz sonbaharda, Edebiyat dersinde okuduğumuz kitaplardan birinin tabiriyle “kaşlarını kırıştırmış”. O derste köken, alavere dalavere ve içe işleyen gibi pek çok havalı kelime öğrenmiştim. Bütün sene boyunca Biyoloji kitabının kapağını bile açmadım gerçi. Derslerden kalmam ya da dersleri ekmem fakat pekiyiler alan türden bir kız olduğum da söylenemez. Kai Henderson’ı sekiz yaşımdan bu yana tanırım ve ta ki geçtiğimiz kasım ayında bir gün, tam bu sınıfta, şu anda yanında oturduğum aynı aksak taburede oturup bana aynı aptal ders kitabındaki bir şeyi parmağıyla işaret ederken, epikardiyum ve miyokardiyum arasında bir yerlerde, birdenbire başını kaldırdı, gözlerimiz buluştu ve derken olan oldu. Ve “olan oldu” derken, yani o. Kitaplarda okuduğunuz ya da filmlerde izlediğiniz o şey. Daima işin içinde ay ışığı gibi klişe bir şeyler olacağını düşünürdüm. Veya hıncahınç dolu bir sinemada patlamış mısır kutusunun içinde kazara birbirine değen parmaklar, birbirine değen tereyağlı tenler. Hâlen birkaç gün evvel teşrih ettiğimiz inek göz yuvarları gibi kokan bir Biyoloji laboratuvarında gerçekleşeceğini düşünmezdim. İneklerin göz yuvarları şaşırtıcı derecede esnektir ve sıvıyla doludur, bu nedenle de her yere sıçrarlar. Eğer bilmiyorsanız diye söyleyeyim dedim. Gel gör ki gerçekleşti. Onunla göz göze geldiğimde bir şeyler oluverdi. Birdenbire gözleri yalnızca kahverenginden ibaret olmaktan çıkıp kahverenginin göz kamaştırıcı sarıya çalan tonları olan, mücevherimsi ve büyüleyici bir tonuna dönüşüverdi. Birdenbire çene hattını lekeleyen sivilceler, kendim ve onun adına utanç duyduğum bir şey olmaktan çıkıp narin bulduğum ve dokunmak istediğim bir şeye dönüşüverdi. Aslında geçtiğimiz sene, çok değil, az da olsa kilo alıp artık bir körüklü pipet havasından çıkmış olduğu gözümden kaçmamıştı. “Kalp acayip havalı bir şey, öyle değil mi? Güzel ve tuhaf bir motor gibi,” dedi ve nefesindeki belli belirsiz naneli diş macunu kokusu burnuma çalındı ve hoşnut bir edayla gülümsedi. Eğitim, Kai’ın sığınağıdır. Sıcak nefesi yanağıma vuruyordu ve Tanrı aşkına, birdenbire nefesini tatmak istedim. Demek istediğim, o dudaklar için niyeti bozmuştum ve tüm dünyam üç saniye içinde tepetaklak oluverdi. Ve mesele şu ki içimi titreten şey, onun da aynı şekilde hissetmeye başlaması oldu, çünkü o ânın ardından aramızda bir şeyler hafiften değişmeye başladı. Mesela, eğer Broken Cradle grup provası sırasında Cake garajdan giderse sessizliğe bürünüyordu. Birdenbire sanki nasıl yapılacağını biliyormuş gibi bas gitarının amfisini ayarlamakla yakından ilgilenir hâle geliyordu. Kaldı ki nasıl ayarlanacağını bilmez; Cake’in ona verdiği akortları bile zar zor hatırlar. Ve bense öylece davulların ardında oturup bagetleri davullara vuruyor ve Kai benim dışımda etraftaki her şeye bakarken kızarmamaya çabalıyordum. Ve Çukur’dan eve dönüşte bana eşlik ederken, etrafta bir yerlerde uluyan birkaç kırkurdu haricinde, akşamın o demlerinin kendine has bir dinginliği vardır ya? Ve arada bir ellerimiz birbirine değer? İşte o anlarda, onun da benim düşündüğüm şeyi düşünüyor olduğunu biliyorum ancak Cake’in bana söylediğine göre, her ikimiz de “ödlekmişiz”.
“İlk öpücüğünü en iyi arkadaşlarından biriyle deneyimlemeyeceksin de kiminle deneyimleyeceksin, öyle değil mi? Onun harika bir çocuk olduğunu ve bu Kai filminde karanlık ya da sapık hiçbir şey olmadığını biliyorsun, o hâlde neden rahatlayıp keyfini çıkarmıyorsun?” dedi Cake. Hatta geçen hafta onlardayken, Cake gidip annesinin bitkilerini sulaması gerektiğini söyleyerek, bizi kanepesinde baş başa bıraktı ve ansızın panik kanepesinde öylece kalakaldık. Acayip sıcak bir gündü ve öncesinde Çukur’da oturup kaykaycıları seyrettiğimizden kan ter içindeydik. Ellerimizde birer bardak soğuk, üzümlü Kool-Aid tutuyorduk. Öne doğru eğilerek dikkatlice bardağını yere koyup ardından arkasına yaslanarak, “Evet…” demesi saatler sürdü sanki. Nefesi Kool-Aid’den dolayı şekerimsi kokuyordu. Bu bana, doğru geldi, ilk öpücüğümün tatlı ve mükemmel bir tada sahip olabilmesi. Kalbim öylesine gümbür gümbür atıyordu ki konsantre olmakta güçlük çekiyordum. Ve derken Cake’in dayısı Connor, odaya bodoslama daldığı gibi Kai’ın bardağını yere devirip kafası ottan güzel olmuş vaziyette, kanepede yanına çöküverdi. Çoraplı ayağıysa yere yayılan mor Kool-Aid birikintisinin içinde duruyordu. Gözlerini kırpıştırıp televizyona ve ardından bize bakıp, “Oha, Scooby Doo hâlâ televizyonda yayınlanıyor mu? Bu çılgınca, çocuklar. Kırk sene falan oldu,” dedi. Öğleden sonranın geri kalanını Cake ve ayağını Kool-Aid birikintisinin içinden asla çıkarmayan dayısıyla birlikte, Velma ve çetenin gizemleri çözmesini seyrederek geçirdik. Şimdi işler iyice sarpa sardı çünkü Kai birkaç hafta evvel yaz sonunda bir seneliğine Almanya schlepp’ine* çıkacağını öğrendi. Orada bambaşka bir insana dönüşüp muhtemelen küt, sarı saçları, al dudakları ve benden daha büyük memeleri olan; acayip havalı ve kendine güvenen, ortada abartılacak bir durum yokmuşçasına onu öpecek olan Alman bir kıza vurulacaktır. Ja. * Nein!** Yüzüm bir kır yangını misali alev alev yanıyor. Kai başını kaldırıp bana bakıyor. “Hey, kıpkırmızı olmuşsun.” Ve ardından, “Lütfen bana bugün Broken Cradle’ın prova yapacağını söyleme sakın. Beni mahvediyorsunuz. Daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum,” diyor. Derin bir soluk alıp sesimin beni sevsene der gibi değil de normal çıkması için çabalıyorum. “Üzgünüm. Kalmak zorundasın. Eğer grupta bir oğlan olmazsa, insanlar sosyalist, feminist lezbiyenler olduğumuzu düşünür ‒bunun yanlış bir tarafı olduğundan değil tabii‒ ve dünya hâkimiyeti çabamızda kilit bir ismi kaybetmiş oluruz.” “Dünya hâkimiyeti için bana ihtiyacın yok. Cake var.” “İçli arka vokallerine ve hantal duruşuna ihtiyacımız var. Gözlerini hüzünlü hüzünlü ayakkabılarına dikişin ve kırıştırdığın kaşların, hayati önem taşıyan şirin inek kız hayran tayfasını sağlıyor bize.” Kai kalemiyle oynayıp bana bakmıyor. “Grubun şirin inek kız hususunda bir problemi olduğunu sanmıyorum.” “Çocuklar.” Genizden gelen bu ses, etrafına ot kokusu saçarak döner taburesinde bize doğru dönen Taran Parker’a ait. Taran’ın çenesinde sanki kasıtlı olarak Şeytan’a benzemeye çalışıyormuşçasına üçgen şeklinde, tuhaf bir tüy tabakası var. Üç sene evvel Phoenix’ten buraya taşındıkları günden bu yana Taran ve ikiz erkek kardeşinden nefret etmişimdir. Yedinci sınıfta İngilizce dersinde, öğretmen sınıfın ön tarafında onları bize tanıtırken, hantal hantal dikiliyorlardı ve ânında Taran bakışlarını bana mıhlayıp birdenbire, “Oha, şu memelere bak!” diyerek sınıftaki oğlanların kahkahaya boğulmasına ve benimse elimden geldiğince sıramda aşağıya doğru kaymama neden olmuştu. Şayet yer yarılıp beni içine çekecek olsa sonsuza dek minnettar kalırdım. Hatta muhtemelen adımın “Yer” olarak değiştirilmesine razı olurdum. Yer Tolliver. Kulağa o kadar da kötü gelmiyor. “Sen ve sen.” Ucu çiğnenmiş bir kurşun kalemi bize doğru işaret ediyor. “Kai-Kai ve Kaplan-Kız. Kendinize bir yer bulun. Akıllı bıdık, Deutschland’a* gitmeden evvel önünüzde buram buram liebe** kokan bir yaz olacak.” Kurşun kalemini kaptığım gibi ona doğru fırlatıyorum fakat kalem başını ıska geçip eli kolu 7-Eleven’dan aldığı devasa kahvesi ve evrak çantasıyla dolu ve gömleğinin cebinde duran on yedi bin kurşun kalemiyle kapıdan girmekte olan Biyoloji öğretmenimiz Laizure’ye çarparak, mavi ekoseli göğsünün tam ortasına isabet ediyor. Laizure, Taran’a ters ters bakıyor. “Zır, zır, zıır!” diye bağırıyor, sınıfın ön tarafına doğru sallana sallana yürürken. Geçtiğimiz sonbahar okul zili bozulduğundan bu yana, Laizure ilk dersin başlangıcını zır-zır-zırlayarak anons etmekten memnunmuş gibi görünüyor. “Okulun kapanmasına dört haftadan az bir süre kalmışken ve önümüzde heyecanla beklenen bir okul dansı varken ne yapmak hoşuma gider, biliyor musunuz? Pop quiz’leri severim. Hadi bakalım, benim küçük diploitlerim! Bir an evvel işe koyulalım. Bütün yaz boyunca beni hatırlayacağınız harika bir şey vereyim sizlere.” “Dansla ilgili her şey yolunda mı? Annene söyleyeceğini söylemiştin.” diye fısıldıyor Kai. Yüzlerimiz öylesine birbirine yakın ki. Eğer birazcık daha öne doğru eğilecek olsam… Midemden nahoş bir gurultu yükseliyor. Ansızın geriye doğru çekilerek ikimizi de ürkütüyorum. Midem altüst hâlde, açlık ve hararetten oluşan bir yumak âdeta. “Evet, kesinlikle,” diye fısıldıyorum Kai’a, Laizure’nin gazabından kaçınmaya gayret ederek. Laizure, halihazırda öğrenme konusunda tembel olduğumu düşünüyor zaten, ki değilim. “Hevessizim,” demiştim bir keresinde ona. “Hayır,” demişti, üzerinde kocaman, kırmızı bir D olan bir başka test kâğıdını daha bana geri verirken. “Tembelsin, Tolliver. Bunu biliyorum. Uzun zamandır bu işi yapıyorum. Kül yutmam.” “Kesinlikle,” diyorum Kai’a yeniden. Yani bu sabahki kavgamız yüzünden elbette hayır, ancak bunu bilmesine gerek yok. Henüz değil. Belki de hiçbir zaman. Annemin hoşuna gitse de gitmese de Kai’la bu dansa gideceğim. Kai sonbaharda başka bir ülkeye gidecek olsa da bu yazın farklı olmasını, benim için yeni başlangıçlara gebe olmasını istiyorum. O, farklı birine dönüşebilmem için bir fırsat; minnacık, harika bir fırsat. Annemden uzaklaşabilmem için. Alt tarafı kirişlerinden gelişigüzel şekilde buruşuk süslemeler ve ışıklar sarkan berbat kokan, eski bir spor salonunda düzenlenen aptal bir okul dansından ibaret olsa da. Zihnimi oyalayacak bir şey olduğu için rahatlayarak, dikkatimi önümdeki sınav kâğıdına yoğunlaştırıyorum. “Hey,” diye fısıldıyor Kai, dirseğiyle beni dürterek. “Çıkışta Çukur’da buluşalım mı? Thunder’da takılırız?” Aptalca ve klişe olduğunun farkındayım fakat yine de bunu söylediğinde sevinçten havalara uçuyorum. Başımla onaylıyorum. Evet, evet, evet. Yeniden başımı eğip kalp kapakçıkları ve atardamarlar ve borularla ve belli belirsiz şekilde iğrençmiş gibi görünen bir şeylerin kıvrımlarının anatomik çizimleriyle dolu olan sınav kâğıdına bakıyorum ve dersten kalacak olmam umurumda bile değil. İnsan bedenini ve nasıl çalıştığını hiç anlamıyorum, ancak şu anda kalbim göğsümden fırladığı gibi uçacak olan dev, rengârenk bir kuşmuş gibi hissediyorum. Gittiğimde Cake’i öğle yemeğini masaya yerleştirirken kulaklıklarıyla müzik dinleyip başıyla ritim tutarak, yemekhanedeki masamızda beni beklerken buluyorum.
Oturduğum saniye, kulaklıklarını çıkarıp öne doğru eğiliyor. “Annene söyledin mi? Çılgına döndü mü?” Ona telefonumun ekranını gösteriyorum. Dört cevapsız arama ve dokuz mesaj. Cake ıslık çalıyor. “Yuh. Annen abartmış.” Masadaki sandviçlerden birini bana doğru uzatıyor. Ardından içinde elma dilimleri olan bir torba. Ardından bir paket sert Cheetos çünkü yumuşak olanlardan nefret eder. Cake daima yanında benim için ekstra yemek getirir. Artık bu durumu kanıksadık. Bazen Cake’e öylesine minnet duyuyorum ki içim içime sığmıyor âdeta. Sandviçten bir ısırık alıyorum. Krem peynir ve çilek. Fena sayılmaz. Annesi sandviç yapmakta on numaradır. “Ağlamışsın,” diyor Cake. Sandviçten büyük bir ısırık alıp yutuyorum. “Arabada dans yüzünden kavga ettik. Ve sonrasında Lupe’u gördüm, o yüzden sabahımın harika geçtiği söylenemez.” “En azından kurtuldun. Artık geçti bitti. Artık diğer şeylere odaklanabilirsin. Değil mi? Odaklan.” Cake, hedeflerine sıkı sıkıya bağlıdır. Grup provası için, kişisel provası için, ne zaman müzik okulları araştırması ve ne zaman ödev yapacağına dair program yapar. Masada duran telefonum titreşiyor. Cake’le önce telefonuma, ardından birbirimize bakıyoruz. “Gönlünü al ve yanıt ver,” diyor. Mağlup olmuşum gibi hissediyorum. “Tüm gün yanıt vermemeyi planlıyordum.” Vıız‒vıız. Cake başını olumsuz anlamda sallıyor. “Hayır, adım adım ilerle. Kavganızın üzerinden dört saat geçmiş. Yanıt vermelisin.” Vıız‒vıız. Göğüs geçiriyorum. Önümde duran yemek karşısında ağzımın suyu akıyor resmen. Annem sanki yemek yememe bile müsaade etmiyor.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKaranlıkla Nasıl Arkadaş Olunur?
- Sayfa Sayısı424
- YazarKathleen Glasgow
- ISBN9786256826335
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Riko, Oskar ve Gökteki Cennet ~ Andreas Steinhöfel
Riko, Oskar ve Gökteki Cennet
Andreas Steinhöfel
Gerçek dostluk engel tanımaz! Alman çocuk ve gençlik edebiyatının yıldız kalemlerinden Andreas Steinhöfel’in otuzdan fazla dile çevrilen “Riko ve Oskar” serisi, uzun süredir merakla...
- Aldatma ~ Charlotte Link
Aldatma
Charlotte Link
Her kadın hayatında bir kez olsun aldatılır mı ya da aslında her erkek aldatır mı? Peki aldatılan kadın kocasını intikam için aldatır mı? Başarılı...
- Savcı ~ Scott Turow
Savcı
Scott Turow
“Sizi geceleri uyutmayacak, adrenalin yükleyecek bir kitap arıyorsanız doğru yerdesiniz.” -People- Başarılı bir savcı olan Carolyn evinde ölü bulunur. Onunla aynı departmanda çalışan meslektaşı...