Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Karanlığın Yüreği
Karanlığın Yüreği

Karanlığın Yüreği

Joseph Conrad

Joseph Conrad’ın denizci olduğu yıllarda Kongo’ya yaptığı bir yolculuktan esinlendiği Karanlığın Yüreği, yazarın en önemli yapıtı olmasının yanı sıra sömürgecilik konusunu derinlemesine irdeleyen bir…

Joseph Conrad’ın denizci olduğu yıllarda Kongo’ya yaptığı bir yolculuktan esinlendiği Karanlığın Yüreği, yazarın en önemli yapıtı olmasının yanı sıra sömürgecilik konusunu derinlemesine irdeleyen bir çalışmadır.Roman, başkarakteri Marlow’un karşılaştığı üç farklı karanlığı; insan eli değmemiş Kongo’nun karanlığını, Avrupalıların yerlilere yaptığı zulmün karanlığını ve her insanın içinde gizli olan kötülük yapma arzusunun karanlığını ele alır.Francis Ford Coppola’nın Kıyamet adlı kült filmine esin kaynağı olan Karanlığın Yüreği, aslında insanoğlunun ruhundaki karanlığın derinlerine yapılan bir yolculuktur.

İçindekiler

Önsöz ……………………………………………………………………. 11
Karanlığın Yüreği ……………………………………………………… 35
Kongo Günlüğü ……………………………………………………… 161

I

Çift direkli gezi teknesi Nellie1 , yelkenlerini kıpırdatmadan demir atmış, suyun üzerinde hareketsiz bekliyordu. Nehrin akıntısı durmuş, rüzgâr az çok dinmişti ve ırmağın aşağısına doğru seyahat eden yelkenlinin, gelgitin yön değiştirmesini beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu.

Thames’in denize açılan ağzı, sonsuz bir suyolunun başlangıcı gibi önümüzde uzanıyordu. Ufukta, deniz ve gökyüzü, aralarındaki çizgi kaybolmuşçasına kaynaşmış, akıntıyla sürüklenen teknelerin güneşten kararmış yelkenleri, verniklenmiş serenlerinin parlaklığıyla, ışıltılı bir boşlukta, sivri uçları dimdik duran kıpırtısız kızıl branda kümelerini andırıyorlardı. Giderek gözden kaybolan bir düzlükte denize doğru uzanan alçak kıyıların üzerinde hafif puslu bir hava asılı kalmıştı. Gravesend’in2 üzerindeki hava kararmış ve daha da gerilerde, dünyanın en büyük, en görkemli kentinin üzerinde, hüzünlü bir matem yoğunluğunda, adeta derin düşüncelere dalmışçasına hareketsiz kalmıştı. Bizi ağırlayan Şirketlerin Yöneticisi aynı zamanda kaptanımızdı. Pruvada durup gözlerini denize diktiği sırada, dördümüz1 sevecen hislerle sırtına bakıyorduk. Tüm nehrin üzerinde, onun kadar denize ve denizciliğe yakışan biri yoktu. Bir kılavuzu andırıyordu; bu da bir denizcinin gözünde güvenilirliğin simgesi demekti. Yaptığı işin ilerdeki aydınlık nehir ağzında değil de, sırtını çevirdiği kasvetli ve durgun karanlığın içinde olduğuna inanmak zordu. Daha önce de bir yerlerde bahsettiğim gibi, aramızda denizin yarattığı bir bağ vardı. Uzun ayrılık dönemlerinde bu bağ gönüllerimizi bir arada tutmuş ve yanı sıra birbirimizi, anlattığımız hikâyelere –hatta inançlarımıza– karşı hoşgörülü kılmıştı. Eski dostların arasında en iyisi olan Avukat, yaşının getirdiği kıdem ve sahip olduğu birçok erdem sayesinde güvertedeki tek yastığı sahiplenmiş ve teknedeki tek halının üzerine uzanmıştı. Muhasebeci daha şimdiden bir domino kutusu çıkarmış ve kutunun içindeki kemikten taşlarla2 bir mimar titizliğiyle oynayıp çeşitli şekiller yapmaya başlamıştı. Marlow bağdaş kurmuş vaziyette gemi direğine sırtını yaslamıştı. Cildi soluk ve avurtları çökmüş; sırtı dik halde, çilekeş bir keşiş gibi kolları sarkmış, avuçlarını gökyüzüne açan bir tanrı heykelciğini andırıyordu.1 Yönetici, demirin sağlam yerde durduğundan ve sürüklenmediğinden emin olunca, geminin kıçına doğru gelip aramıza oturdu. Tembel tembel kısa bir sohbet yaptık. Ardından teknenin güvertesine sessizlik hâkim oldu. Her nedense domino oynamaya başlamamıştık. Düşünceliydik ve canımız sakin sakin ortalığı süzmekten başka bir şey çekmiyordu. Gün, dingin ve mükemmel bir parlaklığın içinde batıyordu. Su, huzurlu ve yatışmışçasına parlıyordu. Üzerinde tek bir nokta bile olmayan gökyüzü, yumuşak, lekesiz bir ışık kaynağıydı; Essex bataklıklarının üzerine çöküp kalan sis, iç bölgelerde ağaçlı tepelerden sarkıp basık kıyıları perdeleyen şeffaf ve ışıltılı kumaşları andırıyordu. Yalnızca batıdaki daha yüksek tepelerde çöküp kalan loşluk, sanki yaklaşan güneşe öfkelenirmiş gibi her geçen dakika daha kasvetli bir hale bürünüyordu.

Nihayet kavisli ve algılanması mümkün olmayan bir inişle güneş alçaldı ve parlak beyaz renkten, ışınları ve ısısı yitmiş, üzerimize çökmüş karanlığın dokunuşuyla bir anda ölüp yok olacakmış gibi bir kızıllığa büründü.2 Ardından sular değişmeye başladı ve etraftaki dinginlik parlaklığını yitirip daha da derinleşti. Geniş bir coğrafyaya uzanan eski nehir, gün batarken kımıltısız duruyor, asırlar boyu kıyılarında yaşayan halka verdiği hizmetlerin ardından, dünyanın en ücra yerlerine çıkan bir suyolunun vakur dinginliğinde yayılıyordu. Bu ulu nehre, bir görünüp bir daha sonsuza dek kaybolan kısa bir günün parlak renkleriyle değil, kalıcı hatıraların heybetli ışıltısıyla bakıyorduk. Gerçekten de hürmet ve sevgiyle “denizi izlemiş” bir adamın, Thames’in aşağı kısımlarında geçmişin yüce ruhunu anması kadar kolay bir şey yoktur. Asla sona ermeyecek vazifesini yaparak bir ileri bir geri hareketlenen gelgit akıntısı, kimi zaman sıcak ve konforlu yuvalarına, kimi zaman da deniz savaşlarına taşıdığı adamların ve onların yolculuk ettiği gemilerin hatıralarıyla doludur. Bu akıntılar, Sir Francis Drake’den1 , Sir John Franklin’e2 kadar, toplumun övünç duyduğu herkesi, soylu olsun ya da olmasın, hepsi birer deniz gezgini şövalye olan adamları tanımış ve hizmet etmişti. Bombeli yan ambarları hazinelerle dolu olarak seferden dönen ve Kraliçe Hazretleri tarafından ziyaret edilip böylece büyük efsaneden çıkıp giden Golden Hind’den, başka fetihlere doğru yol alan ve asla bir daha geri dönmeyen Erebus ve Terror’e kadar adları zamanın gecesinde ışıldayan mücevherlere benzeyen gemileri taşımış, gemileri de adamları da tanımıştı. Deptford’dan, Greenwich’den, Erith’den3 yola çıkmışlardı – serüvenciler ve göçmenler; kralın ve Borsa’daki adamların4 gemileri; kaptanlar, amiraller, Doğu’daki ticaret yollarının karanlık “korsan tüccarları”, Doğu Hint filolarının kiralık generalleri.1 Altın ya da şan şöhret peşindekiler, hepsi ellerinde kılıç ve çoğu kez de meşale taşıyarak, nehrin akıntısından yola çıkmışlardı; bu insanlar topraktaki kudretin habercileri, kutsal ateşin kıvılcımını taşıyanlardı. O nehirdeki gelgit akıntılarından, bilinmez bir diyarın gizemlerine ne büyüklükler akmamıştır ki! İnsanların düşleri, milletler topluluğunun tohumları, filizlenen imparatorluklar.

Güneş battı, nehre karanlık çöktü ve ışıklar sahil boyunca bir bir yanmaya başladı. Bir çamur düzlüğü üzerine kurulu üç ayaklı Chapman Feneri2 güçlü bir parlaklık yayıyordu. Gemilerin ışıkları suyolunun üzerinde hareket ediyorlardı – kâh aşağıya, kâh yukarı doğru akan büyük bir ışık karmaşasıydı bu. Ve daha da batıda, yüksek tepelerde, devasa kentin yeri, gün ışığında derin bir loşluk, yıldızların altında dehşetli bir parlaklık gibi gökyüzünde uğursuzca göze çarpıyordu.

Ve Marlow birdenbire sessizliği bozarak, “Burası da, dünyanın en karanlık yerlerinden biriydi,” dedi. Aramızda bir tek o, hâlâ “denizin peşinden gidiyordu”. Onun hakkında söylenebilecek en kötü şey, sınıfını özümsememiş olmasıydı. Bir denizciydi ama aynı zamanda bir gezgindi; oysa birçok denizcinin –şayet bunu böyle ifade etmek doğruysa– durağan bir hayatı vardır. Sürekli evde oturmayı düşünürler ve evleri de –gemileri– hep yanlarındadır; tıpkı ülkelerinin, yani denizin hep yanlarında olması gibi. Her gemi birbirine benzer ve deniz de hep aynıdır. Çevrelerini saran manzaranın değişmezliğinde, akıp giden yabancı kıyıları, yabancı yüzleri, yaşamın değişken sınırsızlığını bir giz perdesi değil, kibirli bir cehalet örter; zira bir denizci için gizemli tek şey, hayatına giren tek metres, yazgı kadar anlaşılmaz denizdir. Geri kalanı için, iş saatlerinin ardından kıyıda bir gezinti ya da sıradan bir eğlence, koca bir kıtanın sırlarını çözmeye yeter ve denizciler çoğunlukla bu sırların bilinmeye değer olmadıklarını düşünürler. Denizci hikâyelerinin etkileyici bir yalınlığı vardır ve anlamları ise ceviz kabuğunu dahi doldurmaz. Fakat daha önce de söz edildiği gibi, öykü anlatma merakı bir yana, Marlow alışılagelmiş biri değildi ve ona göre hikâyenin anlamı, kabuğun içi değil, tıpkı yakıcı bir sıcaklığın, ya da ay ışığı tayfının aydınlattığı puslu haleler gibi, ortaya çıkardığı hikâyeyi sarıp sarmalayan kabuğun dışı gibiydi. Kullandığı ifade asla şaşırtıcı değildi. Bu tam da Marlow’dan beklenecek bir sözdü ve hepimiz sessizce kabullendik. Kimse sızlanıp itiraz etme zahmetine bile girmedi; Marlow hemen ardından usulca konuşmasını sürdürdü:

“Çok eski zamanları, Romalıların buralara ilk geldikleri bin dokuz yüz yıl öncesini düşünüyordum –daha geçen gün hem de… bu nehir ne zamandan bu yana ışık saçıyor demiştiniz? Şövalyelerin döneminden beri mi? Evet, fakat bu düzlükte yayılan bir yangın gibi, bulutların arasından çakan bir şimşek gibi ışık saçıyor. Titrek bir ışığın gölgesinde yaşıyoruz – şu koca dünya dönüp durdukça o ışık da uzun ömürlü olur umarım! Fakat daha dün karanlık buradaydı. Akdeniz’in sularında seyreden –ne derler ona?– zarif bir kürekli kadırganın komutanının hislerini bir düşünün; birden rotasını kuzeye çevirmesi emrediliyor; karadan hızla içeri girip Galyalılarla karşılaşacak; şayet okuduklarımız doğruysa, yüz lejyonerin emeğiyle –çok da becerikli adamlardır mutlaka– bir iki ayda inşa ettikleri bu gemilerden birinin komutanlığına getirilmiş. Onun burada olduğunu bir düşünsenize –dünyanın bittiği bu yerde, kurşun rengi bir deniz, duman rengi bir gök kubbe, akordeon kadar sert bir gemi, yükünde, erzak, siparişler ya da artık her ne varsa, nehirden yukarı yolculuk ediyor. Kum tepeleri, bataklıklar, ormanlar, vahşiler – medeni bir insanın yiyebileceği pek az şey var, içmek içinse Thames’in suyundan başka bir şey yok. Ne Formia şarabı ne de kıyıya çıkma izni. Bir saman yığınının içinde kaybolan iğne gibi, yabani bir ıssızlığın içinde yitip gitmiş tek tük kışlalar –soğuk, sis, fırtına, hastalık, sürgün ve nihayet ölüm– havada, suda, çalılıklarda pusuya yatmış ölüm. Herhalde burada sinekler gibi ölüyorlardı. Ama evet, o komutan başardı. Kuşkusuz gayet iyi başardı, üzerinde pek de öyle fazlaca düşünmeden hem de; sadece, belki de sonraları, şaşaalı döneminde başından geçenleri anlatıp böbürlenmek için düşünmüş olabilir. Karanlıkla yüzleşebilecek cesareti olan adamlardı onlar. Roma’da yakın tanıdıkları varsa ve berbat iklim canına okumazsa, Ravenna’daki filoya terfi etme fırsatını kollayarak keyifleniyordu belki de. Ya da toga giymiş, itibarlı genç bir Roma vatandaşını düşünün –zar oyunlarına fazla düşkün biri belki de– ters giden talihini düzeltmek umuduyla yüksek rütbeli bir memur ya da bir vergi tahsildarının, bilemedin bir tüccarın peşine takılıp gelmiş buralara. Bir bataklığa ayak basıyor, ormanlardan yürüyüp geçiyor ve içerilerde bir kışlada, etrafını kuşatan vahşiliği, hem de katıksız bir vahşiliği –ormanda, balta girmemiş ormanda, yabanıl insanların yüreğinde çalkalanan yabani hayatın gizemini– hissediyor. Böyle gizemlerin kabul törenleri de olmaz. Akıl ermez, iğrenç bir ortamın içinde yaşamak zorundadır. Bir de onu tesiri altına almaya başlayan bir büyüsü vardır bu ortamın. Tiksinti veren şeylerin büyüsü, bilirsiniz. Giderek artan pişmanlıkları, kaçmaya can atmayı, çaresiz tiksintiyi, teslimi, nefreti bir düşünün.”

Bir an durakladı.

“Düşünün ki,” diye avucu dışa dönük olarak kolunu dirsek hizasından kaldırarak sürdürdü lafını; –bağdaş kurmuş haliyle, lotus çiçeğinden yoksun ve Avrupai kıyafetler içinde vaaz veren bir Buddha’nın duruşunu andıran bir görüntüsü vardı– “Düşünün ki, hiçbirimiz tam anlamıyla bu hisleri yaşayamayız. Bizi kurtaran işgüzarlık, işgüzarlığa olan düşkünlüğümüz. Aslına bakılırsa pek de üzerinde durulacak adamlar değiller. Sömürgeci falan da değiller; sanırım idarecilikleri de salt baskı kurmaktan ibaretti. Onlar fatihtiler ve bunun için sırf kaba kuvvet kullanmak yeter – bu da övünülecek bir şey değil, zira senin gücün, diğerlerinin zayıflığından kaynaklanan bir tesadüftür sadece. Sırf elde etmiş olmak için, ellerine ne geçtiyse kapıp götürdüler. Bu, zorbalıkla yapılan bir hırsızlık, büyük çaplı, ağır bir cinayetten başka bir şey değildi ve adamlar şuursuzca yapıyorlardı bu işi; karanlıkla boğuşanlara da bu yakışır. Dünyanın fethi –çoğunlukla bu, derileri bizlerden farklı ve burunları bize kıyasla biraz daha yassı insanlardan onu çalmakla aynı anlamı taşır– üzerinde fazlaca kafa yorulduğunda, pek de hoş bir şey değildir. Bunu haklı kılan tek şey, ardında yatan fikirdir; duygusal bir bahane değil, ama bir fikir; fikre özveriyle, menfaat gütmeden duyulan inanç; kafanızda kurgulayabileceğiniz ve taparcasına önünde eğilip uğruna adak sunabileceğiniz, kurban kesebileceğiniz bir şey…” Aniden yine duraksadı. Nehrin üzerinde alevler süzülüyordu. Küçük yeşil, kızıl ve beyaz renklerde alevler ardı sıra birbirini kovalıyor, yakalıyor, birleşiyor, birbirinin yolunu kesiyor –sonra yavaşça ya da hızla ayrılıp, da­ğılıyorlardı. Derinleşip, iyice karanlığa boğulan gecede, büyük şehrin akışı, uykusuz ırmağın üzerinde sürüyordu. Sabırla bekleyip izlemeye devam ettik, akıntı kesilene dek yapacak başka bir şey yoktu; Marlow, ancak uzun bir sessizliğin ardından, tereddütlü bir sesle, “Benim bir zamanlar, kısa bir süreliğine tatlı su denizciliğini denediğimi hatırlarsınız sanırım,” diye konuşmaya başlayınca, nehir suları çekilmeden, Marlow’un bir sonuca vardıramadığı deneyimleriyle ilgili bir hikâye daha dinlemeye mahkûm olduğumuzu anladık.

“Başıma neler geldiğinden bahsederek sizi sıkmak istemiyorum,” diye söze başlaması, karşısındakilerin esas ne dinlemek istediklerinin farkında olmayan birçok hikâye anlatıcısının zayıflığını ortaya koyuyordu; “yine de bunun üzerimde bıraktığı izleri anlamanız için, oraya nasıl gittiğimi, orada neler gördüğümü, o zavallı adamla tanıştığım yerdeki o nehir kaynağına nasıl ulaştığımı bilmeniz gerekiyor. Nehir yolcuğunun en uzak noktasında, yaşadığım deneyimin doruk noktası buydu. Bu her nasılsa, etrafımdaki her şeyi ve düşüncelerimi, bir anda aydınlatmıştı adeta. Ne sıradışıydı ne de anlaşılır bir şeydi, ama yeterince hüzünlü ve acıklıydı. Hayır, pek anlaşılır değildi, ama yine de az çok aydınlatıcıydı.

“Hatırlarsınız, o sıralarda Londra’ya daha yeni dönmüştüm. Hint Okyanusu, Pasifik, Çin Denizleri –altı yıl boyunca gezip Doğu’dan yeterince payımı almıştım ve tembellik ederek, sizleri işlerinizden alıkoyarak, sizi medenileştirmek gibi ilahî bir misyon yüklenmişçesine evlerinizi işgal ediyordum. Bir süre için gayet iyi gidiyordu fakat sonradan, dinlenmek hakikaten beni yordu. Sonra çalışacak bir gemi aramaya koyuldum, galiba dünyanın en zor işi bu olsa gerek. Fakat gemilerin beni aramadığı aşikârdı. Nihayet o oyundan da sıkıldım.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıKaranlığın Yüreği
  • Sayfa Sayısı184
  • YazarJoseph Conrad
  • ISBN9789750738203
  • Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Nostromo ~ Joseph ConradNostromo

    Nostromo

    Joseph Conrad

    “Hayalî ama gerçek bir Güney Amerika ülkesi” olan Costaguana’nın Batı eyaletine bağlı Sulaco kenti, Mr. Gould tarafından işletilen gümüş madeni ve diktatör Başkan Ribiera’nın...

  2. Casus ~ Joseph ConradCasus

    Casus

    Joseph Conrad

    Casus ünlü İngiliz eleştirmen F. R. Leavis’den “kesinlikle bir klasik ve başyapıt” övgüsünü almış bir romandır. Conrad, bir dedektif öyküsü havası taşıyan bu romanda,...

  3. Karain ~ Joseph ConradKarain

    Karain

    Joseph Conrad

    Karain, Conrad’ın en büyük, en görkemli ve en içsel öyküsü olmayabilir ama yine de Conrad’ın yazını içinde tartışılmaz bir önemi vardır. Conrad, yazdığı deniz,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yaz Çırakları ~ Hamdullah KöseoğluYaz Çırakları

    Yaz Çırakları

    Hamdullah Köseoğlu

    Usta kalem Hamdullah Köseoğlu, çocukluğunu yaşayamayan çocukların sesi, yüreği oluyor. Yoksulluğun, işsizliğin, kan davasının… Kentlerin varoşlarına savurduğu, tatil kavramını çıraklıkla özdeşleştiren çocukların hikâyesi. Düşleri,...

  2. Rüzgâr Geri Getirirse – Eşikli Öyküler ~ Mehmet Zaman SaçlıoğluRüzgâr Geri Getirirse – Eşikli Öyküler

    Rüzgâr Geri Getirirse – Eşikli Öyküler

    Mehmet Zaman Saçlıoğlu

    Rüzgâr Geri Getirirse – Eşikli Öyküler Sözcükleri gezdiren, onları gökte işleyen Rüzgâr’ı önceleri birden çok sandılar ve farklı adlar taktılar. Lodos, Poyraz, Karayel, Yıldız...

  3. Tarihten İlginç Öyküler ~ Aydın KarasüleymanoğluTarihten İlginç Öyküler

    Tarihten İlginç Öyküler

    Aydın Karasüleymanoğlu

    Tarihi olaylar araştırılır, üzerinde yorumlar yapılır, kayıtlara geçirilir ama bir daha tekrarlanmaz. Tarihin derinliklerinde kalan bu olaylar, yeni kuşaklara bazı öğretilerde de bulunur. Geçmişe...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur