Bu kadar aydır en ateşli bir aşkla temas etmiş, en samimi bir hayatla yaşamıştı. Hâlâ neydi, nasıl bir kadındı, bunu bilmiyordu. Hatta hissiyatına, heveslerine dahil olmak mümkün olamamıştı. Her teşebbüsünde belirsiz kalmıştı. Düşünüyordu. Sevmiş miydi? Sır! Neydi? Muamma! Bir rüya gibi anlaşılmadan yok olmuştu. Bir sfenks olarak görünmüş, bir sfenks olarak geçip gitmişti… 1923’te tefrika edilen ve ilk olarak 1924’te kitap olarak basılan Karanfil ve Yasemin, Eylül’le haklı bir şöhret kazanmış olan Mehmet Rauf’un dönem anlatıcılığında da ne kadar usta bir yazar olduğunu gösteren, oldukça önemli bir roman. Romanın arka planında, değişen Türkiye’nin değişen insanlarını, insan ilişkilerini, kıyafetlerini, çay partilerini tartışan yazar; ön plandaysa yoğun ve zorlu bir aşk hikâyesini, bu hikâyenin üç kahramanını da enfes tahlil yeteneğiyle irdeleyerek sunuyor. Bugüne kadar hak ettiği ilgiyi görmeyen bu büyük roman, yazarının diline en az müdahaleyle günümüz Türkçesine uyarlandı.
Birinci Kısım
Kadri Paşaların Çayında
Samim hole girdiği vakit, kenarlara sıkışmış, köşelere çekilmiş kadın erkek seyircilerin önünde genç çiftler latif bir boston’ın1 salınan dalgaları arasında âşıkane dönüyorlardı.
Kalabalık arasında ilerleyemeyeceğini görerek, yukarı kata çıkan merdivenin beyaz bir hasır takımla döşenmiş yan köşesindeki yüksek hurma dalının altına çekildi ve etrafına göz gezdirdi. Holden geniş bir girişle salona geçiliyordu.
Birbirine dik, geniş iki kanattan oluşan salonun iç kısmı bir tarafı bir sanat harikası denilecek pek özenilmiş bir kış bahçesiyle, diğer tarafıysa geniş bir terasla çevrilmiş bulunuyor, sonra binanın cephesini dolaşıp hol hizasına gelen terastan zarif bir pergola2 ile tekrar hole dönülüyordu.
Hususi bir tertiple konulmuş iki büyük ayna vasıtasıyla salonlar, bahçe ve teras tek bir bakışla bütün bir halde görülebiliyordu. Samim hiç ummadığı bu galeyan, bu karmaşa arasında şaşmış kalmıştı.
Üç gün evvel, en samimi çocukluk arkadaşı, en ciddi gençlik dostu olan Kadri Paşazade Pertev’e Galata’da rast gelmiş, onunla konuşurken Pertev kendini bugün için babasının Nişantaşı’ndaki konağında verilecek çaya davet ederek, “Gelirsen pişman olmazsın… Bizim çaylar pek özenilmiş, pek eksiksizdir… Bütün İstanbul’un en seçkin erkeklerini, en seçilmiş hanımlarını görür, tanırsın…” demişti.
Samim, harbin1 son senelerinden beri İsviçre’de yaşamış, İstanbul’a şimdi hemen pek yeni dönmüştü; her ne kadar dostlarından İstanbul’da bu son senelerde kesin bir şekilde ortaya çıkan toplumsal bir cereyan, yeni bir hayat başladığını işitmiş, hatta bazı ayrıntılı bilgilere vâkıf olmuşsa da, bu hayatın gözünün önündeki görünümleri onu yine son derece şaşırtmaktan uzak kalmıyordu.
Biraz sonra orkestra sustu, dans eden çiftler durdular; bir anda kalabalık karıştı, ayakta duranlar dansa yer vermek için salonda kenara çekilmiş sandalyelere, koltuklara koşuştular. O esnada Samim terasın camlı kapısının önünde güldüre güldüre iki hanıma bir şeyler anlatan Pertev’i gördü, hemen o tarafa seğirtti fakat salonda üç adım atmamıştı ki, yaşlıca bir beyin kolunda kendine doğru gelen genç bir kadının karşısında bulundu ve rengi kül gibi olarak gayriihtiyari durakladı. Bu bir hanımdı ki, İstanbul’a geldiği on beş günden beri Beyoğlu’nda tesadüflerinde güzelliği ve alımıyla kendini son derece cezbetmişti, adeta hayatını uzak bir güzellik hayali gibi ateşli bir iştiyak içinde alevlerle işgal ediyordu. Şimdi hiç beklemezken burada da böyle tesadüf etmek, şüphesiz takdim olunarak daha yakından tanıyacağını düşünmek, onu sarhoş eden pek şiddetli bir duygu oldu, kalbi nihayetsiz bir emel tufanıyla şişti.
* * *
Şimdi Pertev onu görmüş ve yanına gelmişti. İki dost, birbirinin elini son derece bir samimiyetle sıktılar Pertev, “Hoş geldin azizim fakat o kadar geciktin ki gelmeyeceksin zannettim. Senin hesabına üzülüyordum,” dedi.
“Gelmemek mümkün mü? Hatta davet ettiğin için sana son derece teşekkür bile edeceğim. Yalnız, rica ederim bana söyle: Bu kadınların hepsi de Türk mü yoksa rüya mı görüyorum?”
Pertev zarif bıyıklarının altında beyaz ve tatlı dişleriyle tebessüm ederek, “Ben sana söylemedim miydi?” dedi. “Hayatımızda, inkılap mı evrim mi her neyse son senelerde meydana gelen bu değişikliğe sen de şaş ben de şaşayım… Evet, azizim, bu rüya değil, gerçekten bir hakikat… Bu gördüğün kadınların hepsi de Türk, hem de birkaç sene evveline gelinceye kadar erkeklerle böyle dans etmeyi bırak, bir tanesine rast gelince köşe bucak saklanan Türk hanımlarından. Buna ne dersin?”
“Sadece bir harika!”
Samim hem bu sözleri söylüyor hem etrafındaki hayatın en küçük ayrıntısını da gözden kaçırmamak ister gibi sağına soluna bakarak tetkik ediyordu.
Pertev sordu:
“İyi bir harika mı yoksa fena bir harika mı, fikrini açık söyle…”
Samim derin, ciddi bir kanaatle, “Hayır, bilakis son derece takdire değer bir harika…” dedi. “Bilirsin ki, bütün milli felaketlerimizi yalnız bizde sosyal hayatın eksikliğine yükleyenlerdenim…”
“Öyleyse Paşa ile çok iyi anlaşacaksın… Babam, Büyük Fuad Paşa gibi Türkiye’nin ilerlemesi ancak harem duvarlarının yıkılmasıyla başlayabilir fikrindedir… Ben de gerçi böyle düşünüyorum ama ansızın yıkılan duvarın arkasında asırlardan beri bunalmış yaratıkların, kapalı kalmış çirkinliklerin böyle birdenbire meydana dökülmesini hiç hoş bulmuyorum. Çünkü bu hayat başlayalıdan beri nasıl bir çorba içinde yüzdüğümüzü mümkün değil hayal edemezsin… Fakat bunu sonra uygun bir zamanda uzun uzun konuşur, tartışırız… Gel şimdi Paşa’ya gidelim, seni en evvel ona takdim edeyim; sonra herkesi ayrı ayrı tanırsın…”
Samim herkesten evvel, deminki hanıma takdim edilmek arzusuyla yanıyordu fakat ne olsa bu akşam mutlak onunla görüşeceğini düşünerek, yeniden derin bir saadet hissetti ve sesini çıkarmayarak, kalabalık içinde, ahenkli kahkahalara eklenen Fransızca ve Türkçe nağmeler arasında Pertev’i takip etti.
Pertev gözleriyle Paşa’yı arayarak yürürken sol köşede bir kanepede bir bey ve bir hanımla konuşan yaşlı bir hanımefendiyi gördü, “Hah, annem…” dedi ve Samim’i elinden tutup götürerek evvela ona takdim etti.
Hanımefendinin gösterdiği pek nazik, pek güler yüzlü kabule Samim teşekkür ederken:
“Her ne kadar İstanbul’da böyle bir âlemde ilk defa bulunuyorsam da bunun bizim hayatımız için pek benzersiz bir başarı olduğunu anlamak hiç güç değil hanımefendi… Bundan dolayı son derece tebrik ederim… Özellikle salonunuzun düzeni, döşemeleri bir sanat harikasıdır; pek belli ki buna rasgele bir döşeme çırağı değil, ince ve yüksek bir zevk yol göstermiş…”
Hanımefendi kayıtsızca cevap verdi:
“Ha, fakat böyle şeylerle ben meşgul olmam… Bunun için benden çok kızlarımı, özellikle Pervin’i tebrik etmelisiniz… Ne olsa böyle yeni düzen şeylerden pek anlamıyorum…”
Ve o esnada oradan geçmekte olan genç bir hanıma seslenerek, “Pervin, gel bak, beyefendi salonun düzenini pek beğenmiş… Tebrik ediyor,” dedi.
Sonra onları birbirine tanıtmak için, “Pertev’in en samimi dostlarından Samim Bey…” Ve Samim’e dönerek sadece, “Kızım Pervin…” dedi.
Pervin Hanım yaklaştı. Gözlerinde derin bir hayret ifadesi vardı. Pek tatlı bir billur sesle, “Nasıl beyefendi,” dedi. “Nasıl, ben aksine bu kadar dikkat çekecek bir şey yoktur zannediyorum…”
Samim izah etti:
“Bir kere binanın tarzı İstanbul için fevkaladedir, tam en son İngiliz tarzı… Fakat beni asıl hayran eden şey döşemedeki zevkin ahengidir; eşyanın, resimlerin seçimi, yerleştirilmesi, heykellerin, bibloların dağılışı pek ince bir zevke işaret ediyor. Özellikle, resimler olsun heykeller olsun belli ki rasgele alınmamış, uzun ve bilgi dolu bir süreçle seçilmiş şeyler… En manalı, en kıymetli, en güzellerinden… Bunun sizin tarafınızdan yapıldığını öğrenmek beni derin bir iftiharla mesut etti… Çünkü hanımlarımızın özellikle böyle ince sanatlarda bu kadar ilerlediğini görmek benim için en büyük bir saadettir…”
Pertev, “Pervin küçükten beri meraklıdır… Her zaman böyle şeylerle meşgul olmuştur,” dedi.
Bu yirmi iki yaşlarında, ufak tefek, zengin ve ahenkli vücudu olan bir hanımdı. Kısa kestane saçlarının dalgalarıyla, hatta uzun ipek kirpiklerinin hareketiyle bile gölgeleniyor denilecek kadar narin ve beyaz bir cildi vardı; koyu sarı gözleri bitimsiz gülümseme dalgalarıyla taşıyordu. Fakat asıl şahsiyeti dudaklarında ortaya çıkmış denilebilirdi. Bu biraz kalınca ve gayet tatlı kırmızı dudaklar en küçük bir imayla birden pespembe oluveren şeffaf çehrenin yavru masumiyetiyle parlayan canlı gözlerin yanında o kadar çekici, o kadar fitneci tebessümlerle ateşleniyordu ki, insan saflıkla şeytanlığın bu bariz zıtlığı arasında şaşıp kalıyor, harap oluyordu. “Gözlerime inanmayınız, bilseniz ben ne kadar korkunç bir şeytanım!” der gibi tebessüm eden bu dudaklar bu çehre için en esrarengiz, en merak uyandırıcı bir muammaydı.
Samim bu zıtlık ifadesine, bu muamma tehdidine rağmen, onu pek narin, pek hassas buldu, resmî birkaç söz daha konuşarak ilk one step1 için söz aldı ve ayrıldılar.
Pertev önde, o arkada şimdi terasa çıkmışlardı. Orada tekrar deminki hanımla karşılaştı; o, kendi gibi iki genç kadının arasında, onlara neşeli neşeli bir şeyler söylüyordu. Ve Samim küçük bir anda onun söz söyleyişindeki edayı, dudaklarının ifadesini, varlığının en açık görünümündeki ahengi o kadar cazip ve büyüleyici buldu ki evvelce yalnız uzaktan görerek hayran olduğu bu kadının özellikle mahremiyetindeki şiirselliği hayal ederek, “İnce bir âşığa ne benzersiz zevkler verebilir!” diye düşündü ve erkekliğinin en derin köşelerine kadar aşk ve arzuyla titredi.
Nihayet Pertev babasını bulmuştu.
Paşa’nın yanında kendi gibi kır saçlı yaşlıca bir zatla o ayarda bir hanımefendi vardı. Samim bu zatla hanımı evvelden tanıyordu. Erkek seçkin ailelerin çoğunun özel doktoru Cevdet Kerim Bey, kadınsa, karısı Saraylı Hanım’dı.
Pertev, Samim’i babasına pek özenli bir takdimle tanıttı; Paşa, büyük bölümü elçiliklerde geçmiş zengin bir hayatın merasime alışkın gösterişiyle ayağa kalkarak büyük bir karşılama yaptı. Ve o esnada Samim’in, doktorun da elini sıktığını görünce, “Vay, doktorla tanışıyor musunuz?” diye sordu.
Cevdet Kerim Bey cevap olarak, “Samim Bey’i çocukluğundan beri tanırım,” diye karşılık verdi. Ve sonra zevcesine dönüp: “Hatta tanırız, değil mi hanım?”
Saraylı Hanım, “Öyle ya, öyle ya… Elimizde büyüdü demektir, tıpkı Pertevciğim gibi,” diye tamamladı.
Doktorun Nişantaşı’nın yüksek aileleri arasında vazifesiyle kazandığı samimi konumu, karısı Saraylı Hanım şakacılığı, laubaliliği, gevezeliğiyle elde etmişti. Saraylı Hanım’ın beyaz saçlarla çevrili geniş çehresinde iri siyah gözleri son derece şeytanca parlar, kısaca boyuna ve şişmanlığına rağmen vücudu gençlere has atiklikle kaynardı.
Her sözünü mutlaka güle güle söyler ve parlak başlayıp hemen kısılan küçük kahkahalarla sürekli gülerdi. Saraylı Hanımsız bir çay, bir eğlence mümkün değil olmazdı, o her eğlencenin en kıymetli bir bülbülü gibi her salonda kahkahalar saçardı.
Pertev babasına Samim’in Avrupa’dan pek yeni geldiğini, o kadar senedir uzak bulunduğu İstanbul’a şimdi gelince buradaki hayatta gördüğü değişimden son derece şaşkın olduğunu anlatıyordu.
Paşa, Samim’e dönüp, “Bunu savaşa borçluyuz oğlum,” dedi. “Muharebe sayesinde dört-beş dev adımı attık, Allah’a şükür bu hayata girdik. Bunun zararlarından korkan, aleyhinde bulunanlar pek çok, ama ben bunlardan değilim. Hatta ben bunun zararı değil, bilakis pek büyük faydası olduğunu iddia ediyorum. Çünkü sosyal hayatı olmayan bir millet boğulmaya mahkûmdur…”
Samim cevap verdi: “Evet, ben de bu fikirdeyim Paşa Hazretleri… Hatta demin Pertev Bey’e söylediğim gibi, ben bu konuda bütün milli felaketlerimizi hep kadınsız hayata yükleyecek kadar ileri gidiyorum.”
Doktor onayladı:
“Pek doğru. Medeniyet ve ilerleme tamamen kadın tesiridir; yalnız benim fikrimce bizim için bu pek hazırlıksız ve pek ani oldu. Avrupa’da asırlarca hazmedilerek meydana getirilmiş olan bütün gelişmeyi bir hamlede bütünüyle yutmak istersek mide fesadına uğrayarak helak olacağımızdan korkarım.”
Paşa bu söze pek coşkulu, pek sinirli bir karşılıkla atıldı, iri karnıyla yerinden bir kere kalkıp tekrar oturarak, “Başka çare var mı?” diye haykırdı. “Başka çare var mı? Açlıktan ölecek hale gelmiş bir adam eline yiyecek bir şey geçirince nasıl tereddütsüz midesine indirirse biz de aynı durumdayız. Zarar, elbette zarar göreceğiz… Fakat bu hayattan uzak kaldığımız asırlarda daha ne feci, daha ne korkunç zararlar gördük… Öyle ki şimdi gördüğümüz zararlar eskisine nispeten kârdır; zira başka türlü yok olmamız muhakkaktır.”
* * *
Bu esnada Saraylı Hanım, hafif bir sabırsızlıkla kalkarak, “Pertev ver kolunu da biraz gezelim… Çünkü burada boğuluyorum,” dedi.
Onlar uzaklaşırken doktor karısının bu garipliklerine alışmış bir bakışla şöyle yandan bakarak konuya devam etti:
“Hayır, ben bu hayatın zararlarından ziyade asıl gülünç, maskara taraflarından bahsediyorum. Asırlardan beri birbirinden ayrı yaşamış iki cins, şimdi birdenbire birbirine kavuşuyor; bunlar birbirinin karşısında sadece durmaktan bile âcizdirler; halbuki biz en son danslara kadar her şeyi serbest bırakıyoruz… Artık bu şart içinde seyreyleyin siz gümbürtüyü, değil mi? Birbirine karşı tıpkı Âdem’le Havva konumunda iki cins… Ne ilişki kurmaktan, ne usulden, ne adaptan haberleri var… Avrupa’da salon hayatının serbestliğini, eğlencelerini edep ve düzen dairesinde sevk ve muhafaza için öyle kurallar, öyle esaslar var ki asırlardan beri toplanmış ve derlenmiş… Bizde bunlar hiç bilinmiyor yahut yarım, eksik bir şekilde biliniyor… Daha sonra o adamlar o hayat içinde büyümüş, bizse bunlara tamamen yabancı, tamamen… Canım düşünsenize, değil mi efendim?”
Samim söze karıştı, “Gerçi bu düşünceler pek doğrudur,” dedi. “Avrupa’da salon hayatına alışmış bir adam, kurulmuş bir saate benzer; her hareketi ölçülmüş, her sözü biçilmiştir; böyle bir adamın konuşması, giyinmesi, yatması, hatta nefes alması bile başka türlüdür… Bir usul altındadır… Doktor beyin hakkı var fakat aynı zamanda Paşa Hazretleri’nin buyurdukları gibi, bizim için de başka çare yok… Şimdi bunları öğrenmek için beklemeye mi mecbur olacağız?”
Paşa, bir daha yerinden sıçrayıp tekrar oturarak, “Öyle değil mi ya,” diye haykırdı. “Artık beklemeye vaktimiz yok, millet mahvoluyor; ancak bu şartla kurtulabileceğiz… Varsın başta gülünç kusurlar hatta zararlı taşkınlıklar, maskaralıklar olsun… Kurban, elbette kurban vereceğiz… Fakat şuna güvenerek ki bunlar artık hayır için verilmiş son kurbanlar olacak…”
* * *
Tekrar Saraylı Hanım’ın sesi işitildi.
“A, bitmedi mi hâlâ Allah aşkına…” diyordu. “Ayol bırakınız çocuğu biraz gezsin eğlensin. Zavallıyı aranıza aldınız, vaaz mı veriyorsunuz… Haydi Pertev, al götür biraz gezdir… Sürü sürü genç hanımlar var, yalnız başlarına sıkılıp duruyorlar… Götür, tanıt… Oynasınlar. Eğlensinler…”
Pertev tebessümle karşılık verdi:
“Bu işi siz benden çok daha iyi yaparsınız… Ben ne olsa erkeğim… Hanımları sizin gibi yakından ve candan tanımam… Dahası var… Samim alsa alsa benden kuru bir tarif alabilir… Halbuki sizde tuzlu biberli ne güzel ayrıntılar, ne gizli hikâyeler, ne tatlı fıkralar vardır…” Ve Samim’e dönüp şakacı bir tavırla: “Senin belki haberin yoktur Samim…” dedi. “Saraylı Hanım’ın özellikle bu yeni hayatın bilmediği esrarı yoktur, yalnız bu kadar da değil, İstanbul’un en yaman dillerindendir.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKaranfil ve Yasemin
- Sayfa Sayısı328
- YazarMehmet Rauf
- ISBN9789750751455
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ucuz Romancılar ~ Murat Menteş
Ucuz Romancılar
Murat Menteş
Üç romancı; Alper Canıgüz, Emrah Serbes ve Murat Menteş, yazar tıkanmasından mustariptirler. -Lüks içinde yaşamanın yan etkisi.- Ünlü ve zengin olduğu halde şakır şakır...
- Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri ~ İhsan Oktay Anar
Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri
İhsan Oktay Anar
Çok uzak zamanlarda değil, günümüzün otuz, bilemediniz elli yıl öncesinde, üstelik hep “ülkemizde” geçiyor Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri. Ancak… Sanki o zamanlardan ve o mekânlardan değil...
- Simsiyah ~ Bülent Çallı
Simsiyah
Bülent Çallı
Bana her şeyi anlatmana gerek yok. Beni bu boka bulaştıran Hikmet Usta, bu lağımın nasıl çalıştığını da anlatmıştı. Siyah Paltolu Adam’a doğrudan ulaşılamadığını biliyorum....