Başına buyruk bir nehir gemisi kaptanı olan AbnerMarsh, zengin bir aristokrat kendisine çok kârlı bir teklifle yaklaştığında bu işte bir bit yeniği olduğundan şüphelenir. Ürkütücü biçimde solgun bir tene ve sert bakışlara sahip Joshua York, ne 1857’nin buzlu kışının Marsh’ın bir tanesi dışında tüm filosunu yok etmesini ne de 10 yıl içinde yatırımını geri alabileceğini umursamaktadır.
Marsh onun teklifini reddetmeye niyetlenir. Bu kadar çok gizemin beladan başka bir şey getirmeyeceğinden emindir. Ama açgözlülüğü vekibri, York’un büyüleyicibakışlarıylabirleştiğinde tüm kararlılığı yerle bir olur.
Başta York’un hareketleri ne denli tuhaf, keyfi ve kaprisli olsa da Marsh onun zorlu Mississippi’yi kat etme nedenlerini umursamaz. Ta ki yeni yandan-çarklısı Humma Rüyası’nın, ilk yolculuğunda en korkunç kâbusundan daha tekinsiz ve insanoğlunun en olanaksız hayalinden daha soylu bir göreve çıktığını fark edene kadar.
“Devrimsel bir çalışma olarak Anne Rice’ın Vampirle Görüşme’sinin yanında yer alıyor.”
RockyMountain News
1
St. Louis
Nisan 1857
Abner Marsh oteldeki resepsiyon görevlisinin dikkatini çekmek için ceviz bastonunun başını sertçe tıkırdattı. “York adlı bi beyle görüşmeye gelmiştim,” dedi. “Galiba tam adı Josh York. Öyle biri kalıyor mu burda?”
Resepsiyon görevlisi gözlüklü, yaşlıca bir adamdı. Bastonun takırtısıyla irkildi, sonra dönüp Marsh’ı süzdü ve gülümsedi. “Aa, Kaptan Marsh,” dedi içtenlikle. “Altı aydır ortalıkta görünmüyordunuz Kaptan. Geçirdiğiniz talihsiz kazayı duydum. Feci, pek feci. 36’dan beri buradayım ama öyle buz yığıntısı hiç görmedim.”
“Orasını boş ver şimdi,” dedi Abner Marsh sinirle. Bu tür yorumlara hazırlıklıydı. Ziraatçılar Hanı vapurcuların gözdesi olan bir mekândı. Geçen kara kışın öncesinde akşam yemeklerini Marsh da düzenli olarak orada yerdi. Ama buz yığıntısı yaşandığından beri oraya uğramamıştı, üstelik tek sebebi fiyatlar değildi. Ziraatçılar Hanı’nın yemeklerini çok sevse de mekânın müdavimleriyle muhatap olmak istememişti. Serdümenler, kaptanlar, miçolar, balıkçılar, eski dostlar, eski düşmanlar, kazadan hepsi haberdardı. Abner Marsh kimsenin yazıklanmasını duymak istemiyordu. “York’un odası hangisi, onu söyle sen,” diye kestirip attı.
Görevli gergin bir şekilde kafa salladı. “Bay York odasında değil Kaptan. Yemek yiyor, onu yemek salonunda bulursunuz.” “Şimdi mi? Bu saatte?” Marsh otelin oymalı duvar saatine göz attıktan sonra ceketinin pirinç düğmelerini açıp altın cep saatini çıkardı. “Gece yarısını on geçiyor,” dedi hayretle. “Yemek yiyor mu dedin?”
“Evet efendim, aynen öyle. Bay York canı istediği saatte yer, onun gibilere hayır denmez Kaptan.”
Abner Marsh huysuzca homurdanıp saatini cebine koydu, tek kelime etmeden arkasını döndü ve şatafatlı döşenmiş lobide heybetli adımlarla uzaklaştı. İri yapılı, sabırsız bir adamdı ve gece yarısı iş görüşmelerine alışık değildi. Bastonu gösterişli bir edayla taşıyordu, sanki başından hiç kaza geçmemiş gibi eski heybetini koruyordu.
Yemek salonu, kesme-cam avizeleri ve parlak pirinç aplikleri, kaliteli beyaz keten örtülü masaları, en iyi cins porselen tabakları ve kristal kadehleriyle tıpkı büyük bir buharlı geminin ana salonu gibi görkemliydi ve masraftan kaçılmamıştı. Bu masalar mesai saatlerinde yolcular ve vapurcularla dolardı ama şimdi salon boştu, lambaların çoğu da söndürülmüştü. İş görüşmesini geceye bırakmak belki de Marsh’ın lehineydi, böylece en azından taziyelere katlanmak zorunda kalmayacaktı. Mutfak kapısının yakınında iki zenci garson usulca laflıyordu. Onları görmezden gelen Marsh, salonun ta öbür ucuna, iyi giyimli bir yabancının tek başına oturduğu yemek masasına yürüdü.
Adam onun yaklaştığını mutlaka işitmişti, gene de kafasını önünden kaldırmadı. Porselen kâsedeki yalancı kaplumbağa çorbasını kaşıklamakla meşguldü. Yöreden biri olmadığı uzun siyah ceketinin kesiminden belliydi. Muhtemelen doğulu, hatta yabancı uyruklu biri bile olabilirdi. Marsh’ın gördüğü kadarıyla iri yapılıydı ama Marsh kadar iri sayılmazdı. Otursa da uzun boylu olduğu anlaşılıyordu, ancak Marsh gibi göbekli değildi. İlk bakışta Marsh onu ihtiyar sandı çünkü saçı beyazdı. Derken biraz daha yaklaşınca, saçın beyaz değil de çok açık sarı olduğunu anlamasıyla yabancının neredeyse çocuksu simasını görmesi bir oldu. York sinek kaydı tıraşlıydı, uzun yapılı donuk yüzünde ne bıyık vardı ne favoriler, teni de saçı gibi açık renkti. Marsh masanın başında dikilirken, elleri de kadın eli gibi dedi içinden.
Masaya bastonuyla tak tak vurdu. Masa örtüsünün sesi boğması sayesinde adamın kapısını nazikçe tıklatmış gibi olmuştu. “Josh York sen misin?” dedi.
York kafasını önünden kaldırdı ve göz göze geldiler.
Abner Marsh ömrünün geri kalanında Joshua York’un gözlerindeki o ilk ifadeyi asla unutmayacaktı. York’un aklından neler geçiyorsa, kafasında neler kurmuşsa, gözlerindeki girdaba kapılıp gitmişti hepsi. Çocuksuluğu, moruğu andıran hali, çıtkırıldımlığı ve ayrıksılığı, tümü birden gitmiş, geriye yalnızca York kalmıştı; güçlü, kararlı ve oturaklı bir adam.
York’un gözleri kurşuniydi, bu kadar açık tenli bir simaya göre ürkütücü düzeyde koyu. Gözbebekleri birer iğne ucuydu, kor karası, Marsh’ın içine işliyor, ruhunu tartıyordu. Gözbebeklerini saran kurşuni hale adeta canlıydı, kıpır kıpır, zifiri bir gecede nehri saran sis misali, hani kıyı şeridi de sahil ışıkları da gözden yiter, dünyada vapurundan, nehirden ve sisten başka bir şey kalmaz, aynı öyle. Adamın gözlerini bürüyen sislerde Abner Marsh bir şeyler yakaladı, gelip geçici ifadeler. Soğukkanlı bir zekânın emareleri vardı gözlerindeki sislerde. Bir de kapkara, korkunç bir canavar barındırıyordu sanki, zincire vurulmuş ve öfkeli, onu örten sise kızgın. Neşe, yalnızlık ve zalimce ihtiras; York’un gözleri bunların hepsini barındırıyordu.
Ama en çok kudret vardı o gözlerde, ürkütücü bir kudret, Marsh’ın hayallerini yıkan buz kütlesi kadar insafsız ve acımasız bir güç. Marsh o sis tabakasının arasında yavaş, pek yavaş yüzen buz kütlesini hissetti, derken vapurları umutlarıyla beraber paramparça olduğunda çıkan o korkunç çatırtı çınladı kulaklarında.
Abner Marsh’ın sırf bakışlarıyla insan sindirmişliği çoktu, nitekim adamdan gözlerini uzun süre ayırmadı, bastonunu öyle sıkmıştı ki çat diye ikiye kıracağından korkuyordu. Ama en sonunda gözlerini kaçıran kendisi oldu.
Sofradaki adam çorbasını önünden itti ve ona işaret edip “Kaptan Marsh. Ben de sizi bekliyordum. Buyurun lütfen,” dedi.
Konuşması mülayimdi, görgülü, rahat.
Marsh, “Olur,” dedi fazla yumuşak bir şekilde. York’un tam karşısındaki sandalyeyi çekip oturdu. Marsh cüsseli bir adamdı, bir seksen boyunda, yüz otuz beş kilo ağırlığında. Kızıl suratlıydı, içe göçmüş yassı burnunu ve tüm yüzüne yayılmış siğilleri örtmek için simsiyah sakal uzatmıştı ama favorilerinin bile pek faydası olmamıştı. Yörenin en çirkin adamı diye anılırdı ve bu gerçeğin ayırdındaydı. Çift sıra pirinç düğmeli, kalın kaptan ceketiyle yaman ve ürkütücü bir duruşu vardı. Ne var ki York’un bakışları havasını söndürmüştü. Bu adam bir yobaz dedi Marsh içinden. O bakışları daha önce de görmüştü, meczuplarda ve felaket tellalı vaizlerde, hatta bir keresinde ta kahrolası Kansas’ta, John Brown denen adamın suratında da rastlamıştı. Marsh’ın ne yobazlarla ne de vaizlerle işi olurdu, hele ki kölelik ve içki karşıtlarıyla hiç muhatap olmak istemezdi.
Gelgelelim York lafa girdiğinde, hiç de bir yobaz gibi konuşmadı. “İsmim Joshua Anton York, Kaptan. İş çevremde J. A. York, arkadaş arasında Joshua derler. Zamanla hem iş ortağı hem arkadaş olacağımızı umuyorum.” Tonlaması candan ve ölçülüydü.
“Orasını zaman gösterir,” dedi Marsh kuşkuyla. Karşısındaki adamın kurşuni gözlerine soğuk ve biraz da küçümseyici bir ifade yerleşti, daha önceki bakışından eser kalmamıştı. Marsh bocaladı.
“Mektubumu almışsınızdır herhalde?”
“Yanımda getirdim,” dedi Marsh, ceketinin cebinden katlı zarfı çıkardı. Teklif mektubu her şeyini kaybettiğinden endişelendiği bir zamanda eline geçmiş, başına talih kuşu konmuş gibi hissetmişti. Şimdi o kadar emin değildi. “Demek vapur işine girmek istiyosun?” dedi öne eğilerek.
Bir garson belirdi. “Yemekte Bay York’a eşlik edecek misiniz Kaptan?”
York ısrar etti. “Lütfen edin.”
“Edeyim bari,” dedi Marsh. York onu bakışlarıyla alt etmiş olabilirdi ama bu yörede Marsh’tan daha iştahlısı yoktu. “Şu çorbadan ben de alayım, on iki tane de istiridye, iki de kızarmış piliç olsun, yanında patatesiyle falan. Çıtır çıtır olsun yalnız. Yanında da içecek bir şey. Ne içiyosun York?”
“Burgonya.”
“İyi, aynısından bana da bir şişe.”
York komiğine gitmiş gibi baktı. “İştahınız yamanmış Kaptan.”
“Yaman ilçedir bura,” dedi Marsh üstüne basa basa, “nehri de yamandır, York Bey. İnsanın güçten düşmemesi gerekir. Buralar ne New York’a benzer ne Londra’ya.”
“Gayet farkındayım,” dedi York.
“Eh, umarım öyledir, madem vapur işine gircen. Ondan daha yaman iş yoktur.”
“Öyleyse doğrudan iş konuşmaya başlayalım mı? Sizin bir nakliye şirketiniz var. Arzum yarı hisseli ortak olmak. Masaya oturmanızdan teklifimle ilgilendiğiniz anlamını çıkarıyorum.”
“Epeyce ilgimi çekti,” dedi Marsh, “ama bir o kadar da şaşırttı.
Zeki adama benziyorsun. Bunu yazmadan önce beni muhakkak soruşturmuşundur.” Zarfa parmağıyla vurdu. “Haberin vardır, geçen kış az daha defterim dürülüyodu.”
York ses çıkarmadı, yüzündeki ifadeye istinaden Marsh devam etti.
“Humma Nehri Taşımacılık Şirketi benimdir,” diye sürdürdü Marsh. “Şirkete doğduğum yerin adını verdim, sırf Galena’daki Humma Nehri’ne çalıştığımdan değil, başlarda oraya seferim yoktu. Çoğunluğu Mississippi’nin yukarı kesimlerine, St. Louis ile St. Paul arasında çalışan, bazen de Humma’ya ve Illinois ile Missouri’ye uğrayan altı vapurum vardı. İşlerim gayet tıkırındaydı, her yıl en fazla iki yeni vapur alıyodum, hatta Ohio hattını açmayı, New Orleans’a bile uzanmayı tasarlıyodum. Ama geçen temmuz Mary Clark adlı gemimin kazanı patladı, Dubuque yakınlarında karinasına kadar kül oldu, yüz kişi öldü. Bu kış da… bu kış felaketti. Gemilerimin dördü kışı geçirmek üzere burda, St. Louis’de demirlemişti. Nicholas Perrot, Dunleith, Tatlı Humma ve Elizabeth A, hele bu sonuncusu gıcır gıcırdı, hizmete geçeli daha dört ay olmuştu, pek de güzeldi, 12 kazanlı, yaklaşık 90 metre boyunda, nehirdeki benzerlerinden geri kalır yanı yoktu. Liz Hanım’la sahiden gurur duyardım. Bana 200.000 dolara mal oldu ama her kuruşa deymişti.” Çorba geldi. Marsh bir kaşık alıp suratını buruşturdu. “Amma sıcak,” dedi. “Neyse, St. Louis kışı geçirmek için güzel yerdir. Buralarda şiddetli don olmaz, olsa da fazla kalmaz. Bu kış farklıydı ama. Hem de nasıl. Buz yığıntısı oldu. Kağrolası nehir dondan taş kesildi.” Marsh koca kızıl elini avucu yukarı bakacak şekilde masaya koydu, sonra da yavaşça yumruğunu sıktı. “Avucumda bir yumurta tuttuğumu varsay, anlarsın York. Buz tabakası bir vapuru benim yumurtayı kırmamdan daha rahat parçalar. Parça parça, büyük tabakalar halinde nehirde sürüklenmesi daha da beterdir, iskele, kıyı seti, tekne, önüne ne gelirse haşat eder. Kış sona erdiğinde vapurlarımın dördünü de kaybetmiştim. Buzlanma hepsini benden aldı.”
“Sigorta?” diye sordu York.
Marsh çorbasını höpürdeterek içmeye koyulmuştu. İki kaşık arasında kafasını iki yana salladı. “Ben kumarbaz değilim York Bey. Sigortaya asla bel bağlamam. Kumardan farkı yok, bahsi kendi lehine yatırıyosun o kadar. Ben kazandığım parayı vapurlara yatırırım.”
York başıyla onayladı. “Galiba elinizde bir tane vapurunuz kalmış.”
“Kaldı ya,” dedi Marsh. Çorbasını bitirince ana yemek için işaret etti. “Eli Reynolds, 150 tonluk küçük bi kıçtan-çarklı. Onu Illinois’de kullanıyorum çünkü çekeri az. Peoria’da demirlemişti, o sayede buz felaketinden kurtuldu. Elimde kalan tek varlığım o bayım. Yalnız sıkıntı şurda York Bey, Eli Reynolds fazla para etmez. Yeniyken 25.000 dolara almıştım, 50’lerin başında.”
“Yedi yıllık,” dedi York. “Çok eski sayılmaz.”
Marsh kafasını iki yana salladı. “Bi vapur için yedi yıl aşırı uzun bir zaman dilimidir,” dedi. “Çoğunun ömrü dört beş yıldır. Nehir hepsini yıpratır. Eli Reynolds çoğu benzerinden daha sağlam üretilmiş, gene de fazla ömrü kalmadı.” Marsh istiridyelere girişti, kabuğun yarısını kaşık gibi kullanıp içindekini bütün bütün yutuyor, üzerine de ağız dolusu şarap yuvarlıyordu. İstiridyelerin yarım düzinesini mideye indirdikten sonra “Yani şaşkınım York Bey,” diye devam etti. “Şirketimin yarı hissesini almak istersin ama elimde eskimiş küçük bi tanesinden başka vapur kalmadı. Mektupta fiyat biçmişin. Meblağ fazla yüksek. Elimde altı vapur olsaydı Humma Nehri Taşımacılık belki o kadar ederdi. Ama şimdi etmez.” Bir istiridye daha yuttu. “Yatırımının karşılığını on yılda alamazsın, hele ki Reynolds’la hiç.” Marsh ağzını peçeteyle silerken karşısındaki yabancıyı süzdü. Yemek onu canlandırmış, yeniden eski benliğine kavuşturmuştu, duruma hâkimdi artık. York’un gözleri deliciydi, orası kesin, ama korkacak bir şey yoktu bakışında.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKarabasan
- Sayfa Sayısı424
- YazarGeorge R. R. Martin
- ISBN9786050987157
- Boyutlar, Kapak13,7 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ejderin Büyüsü ~ G. A. Aiken
Ejderin Büyüsü
G. A. Aiken
TÜM DÜNYADA SATIŞ REKORLARI KIRAN EJDERHA SERİSİ Bana baktığınızda ne gördüğünüzü biliyorum. Dünyanın en güçlü iki ejderha soyundan doğan, çekici ve tatlı dilli bir...
- Elit ~ Kiera Cass
Elit
Kiera Cass
Sarayda 6 kız… Savaş kızışıyor. “Babamdan gelen mektubu ellerimde tuttum. Aspen’in prenses olamayacağımdan emin oluşu aklıma geldi. Halk oylamasında en sonuncu olduğumu hatırladım. Maxon’ın...
- İşin Aslı, Judit ve Sonrası ~ Sándor Márai
İşin Aslı, Judit ve Sonrası
Sándor Márai
Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi… Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve...