Kondo ailesiyle birlikte bir Gine kabilesinde yaşayan küçük bir çocuktur. Hayatına mutlu mesut devam ederken bir gün kutsal saydıkları “Cennet Çayırı”nda bir aslanın belirmesiyle işler karışır. Bütün Gine kabilelerinin ulu lideri, Kondo’nun dedesi, Dakarai bunu gelecek felaketin ayak sesleri olarak yorumlar. Nitekim Dakarai yanılmaz ve bir grup Avrupalı kabilelerine saldırmaya başlar. Saldırganlar Fransızlardır ve Gine’yi işgalleri, halkı köleleştirmeleri başlamıştır. Tesadüf eseri işgalci askerlerden kaçabilen Kondo, abisi ve dedesi Dakarai ne yapacak? Peki yakalanırlarsa ne olacak?
Ulak serisinden tanıdığımız Okay Tiryakioğlu’nun kaleminden köleciliği, sömürüyü ve işgali bütün gerçekliğiyle anlatan muhteşem bir roman dizisinin ilk kitabı. Sürükleyici ve kalbe dokunan kurgusuyla Okay Tiryakioğlu’nun ödüllü kaleminin harika birleşimi.
I
“…Artık ne yaşım var ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.”
Cahit Sıtkı Tarancı
Yaşadıklarımızdan geriye bir şeyler kalmalı… Kalmalı… Dilden dile kırılıp bozulacak bir avuç çocuksu hikâye değil sözünü ettiğim. Gerçeğin yalın, parlak ve çiğ ışığı altında apaçık sunulacak vakalar. Birkaç on yıl sonra masala dönüşecek yarı düş yarı gerçek sayıklamaları hep reddettim, daima da edeceğim. Dudaklarım titriyor… Kandilin gitgide azalan ışığında soluğum tıkanıyor… Kalemi öyle sıkmışım ki, parmak eklemlerimde silik bir ağartı belirmiş… Ama bunları kaleme almazsam eğer, hem kendime, hem kabileme ve tüm klanlarımıza, hem de bizden sonrakilere haksızlık etmiş olacağım.
Çünkü sadece bizim oymak ve bağlı köylerimizde değil, bölgemizi kapsayan bin mil çapındaki batı Gine savanının ve güneyindeki kızıl bozkıra yayılmış yirmi beş klanın arasında benden başka okuma yazma bilen yok. Yok, çünkü hiçbiri böyle bir fırsatı bulabilecek kadar talihli değildi. Bazılarının zamanla, beyazların dilinde birkaç kelime okuyabildiklerine tanık oldum. Ama yazmayı öğrenecek vesileleri hiç olmadı. Çoğunun bir tüylü diviti bırakın, küt bir kömür kalemi dahi ömürleri boyunca görmediklerini biliyorum. Birkaç kez vazgeçmeyi düşündüm. Hatta denedim bile. Çünkü yazmak ince kabukları altında işlemeyi sürdüren onca yarayı yeniden kanatacaktı. Fakat yapamadım. Kendimden, sorumluluklarımdan kaçamadım. Unutabilmek isterdim oysa… Her şeyi… Halkımın sıkıntılarını, zindan gemilerini, kafesleri, sonsuz kederi… Kasırgaları, bitmeyen yağmurları, soğuk kuzey iklimlerine ulaşırken artan şamarı… Dokuz toplu kırbacı, kar fırtınalarını ve ölümü… Çoğu zaman bir kurtarıcı olarak gördüğümüz ölümü… Batılıların o karman çorman destanlarından bir teki etkilemiştir beni. Geçmişlerinde büyük acılar çekenler, ölümlerinin ardından Lethe denilen bir nehre girmeye ve suyundan içmeye hak kazanırlar. Bu su onların hafızalarını silecektir. Ancak bunun için de acılı bir bedel öderler. Çünkü nehrin suyu süratle yüreklerine sızar. Damarlarını yakıp parçalayarak tüm bedenlerini dolaşır. Acıları acıyla bastırır… Tekrar ve tekrar… Ta ki mazilerinden hiçbir anı kırıntısı kalmasın…
***
Fakat siyahi Afrika insanının yüreğindeki en sert, aşılmaz ve pırıltılı maden olan umudu da anlatmalıyım. Buna zorunluyum.
Hiçbir döküm ocağında eriyip dağılmayacak, hiçbir balyozla üzerinde tek bir çizik bile oluşturulamayacak umudu… Onların asla erişemeyecekleri zirvelerde gizlediğimiz, o saf, dipdiri umudu… O yüzden unutmak yok! Unutmak bir zayıflık! Unutmak sefillik! Kimi zaman ciğerimin derinliklerinden yükselen o zavallı istek, işte bu yüzden utandırıyor beni. Tüm hayatları, bir türlü ulaşamadıkları müphem bir mutluluk hayalinin peşinde tükenen Batılılar için, unutuş bir tür hediye. Fakat biraz yaşlandılar mı hafızalarında öyle boşluklar oluşuyor ki, bu defa da korkuya kapılıp nice ilaçla anılarını geri getirmeye çalışıyorlar. Şunu söylemeliyim ki Batılılar, ümitlerimizi kırmak için çok çabaladılar. Bunun için doğrudan irademize saldırdılar. Onurlarımızı yerle bir etmek için en sefil, en bayağı ve kötücül yolları izlediler. Açlık ve susuzluğa maruz bırakmakla yetinmeyip, çeşitli işkencelere başvurdular. Ama çok geçmeden fazlasıyla dayanıklı olduğumuzu gördüler. Bu durum, şeytani tavırlarını daha da büyüttü. Çünkü saygı ummuşlar, küçümseme bulmuşlardı. İtaat beklemişler, isyanla yüzleşmişlerdi. Bizi aşağı görüyor, ama özsaygımızı kırmakta başarılı olamayınca, yırtıcılarla yarışacak bir vahşete bürünüyorlardı. Saygıyı, mutlak korkunun peşi sıra gelen bir kavram olarak gördüklerini anlamam uzun sürmedi. Bizi ne kadar ürkütürlerse, o kadar saygı göstereceğimize inanıyorlardı. Oysa tek buldukları daha da büyüyen öfkemiz ve peşi sıra dikleşen tavırlarımız oldu. Can acısı, açlık ve salgın hastalıklarla pes edenlerimizin dahi, yüzlerindeki o yarı alaycı, yarı horlayan ifadeleri silmeyi başaramadılar. Hayata gözlerini yumarken, son bir güçle işkencecilerinin suratlarına tüküren kardeşlerimi gördüm.
Öteki dünyadaki Afrikamızın sonsuz çayırlarına kavuşmayı düşleyip, kahkahayla gülen kardeşlerimize gıptayla baktım. Sonu bir türlü gelmeyen, okyanus dedikleri o illetli suları aşarken, yaşadığımız her acının, zihinlerimizde asla silinmeyecek gizli bir hafıza oluşturduğuna tanık oldum. Kat kat kilit altında tuttuğumuz saklı bir bellek… Nesilden nesle aktaracağımız, derinlerindeki karanlığı meçhul bir sır kuyusu… Beyazlar, ellerindeki kutsal kitabı sallar, kardeşlikten bahsederlerdi bize. Bedenlerimiz, yalnızca apış aralarımızı kapayan birer pösteki parçası yüzünden tir tir titrerken, böyle yaratılmış olduğumuz için üzülmememizi, onlara itaat etmemizin tanrılarının bir emri olduğunu söylerlerdi. Hizmetlerinde bulunacağımız için tanrıları bizleri kınamayacak, cennette de onların hizmetinde olmakla şereflenecektik. Oysa, yanlarındaki din adamları bile hemen her zaman sarhoş gezdikleri için, anlattıkları en ciddi konuları bile önemsemezdik. Hiçbir tavırları, bizler için tatmin edici bir inanılırlık arz etmezdi. Tek istediğimiz, o soğuk, güneşsiz iklimlerine doğru giderken, biraz olsun ısınmak ve fırsatını bulur bulmaz ellerinden sonsuza dek kurtulmaktı. Kaçarak, ya da ölerek…
II
Sonra işi ummadığımız bir son safhaya ulaştırdılar. Bu nokta, sürüngenlerden bile aşağı bir derecede olduğu için, ilk anda gerçekten de şaşırdık. Ne var ki pek çoğumuzun direncini bu şekilde kırmayı başardılar. Etrafımızda yükselttiğimiz o onur ve haysiyet duvarları, küçücük bir çıtırtı dahi çıkaramadan çöküverdi. Dedem Dakarai hariç, babam ve ağabeylerim de bu umarsızlara dahildiler. Beyaz adamlar, kadınlarımızı amansızca kirletmeye başlamışlardı. Eşler, nişanlılar, anneler, kız kardeşler… Neneler, yaşları doksanı aşmış büyücü kadınlar… Dahası hasta ve ölüm döşeğindeki çaresiz kadınlar… Ellerinde Tanrı’dan geldiğini söyledikleri ‘İncilleri’ olduğu halde, nasıl bu denli alçalabiliyorlardı peki? Ama dedem, alt güvertede sırt sırta bağlandığımız bir gece beni uyarmıştı, “Kendi tayfalarına dahi nasıl davrandıklarını görüyor musun Kondo?” “Görüyorum,” demiştim, aslında o ana kadar pek de bir şeyin farkında olmadığımı gizleyerek.
“Bu adamlar kendi aralarında bile acımasızlar. Kaptan ve kurmayları dışındaki denizcilerin hayatları bizlerden farksız. Üstelik gün boyu süren amansız çalışmaları, gece nöbetleriyle devam ediyor. Yedikleri ise sade suyla bir parça peksimet ve yağlı domuz eti çorbası… Balık tutmalarına dahi izin verilmiyor, çünkü artıklarını bizlerle paylaşmalarından endişe ediyorlar!” Şöyle bir düşününce, zihnimde bağlı bir şeylerin çözülüverdiğini gördüm. Leş kokulu kafeslerimizdeki zehirli, rutubetli, soğuk havanın içinde, zincirlerimin arasında kımıldandığımı hatırlıyorum. Canım acırken düşünmeye alışkın değildim henüz. Çocuktum, on bir yaşındaydım. Üşüyor, titriyor, maruz kaldığım işkence yüzünden kendimi bitkin hissediyordum. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Ayak bileklerimi kesen prangaları, yan kafeslerde inleyen, ağlayan ya da ölmekte olan tüm kardeşlerimizi düşünmeyi bir kenara bırakarak, zihnimi berraklaştırmaya çalıştım. Dedem halimi anlamışçasına duraksamıştı, “Dinle Kondo!.. Gerçekten de denizcilerin halleri bizden çok daha iyi değil oğlum. Bu sözüm az önce pek inandırıcı gelmedi sana farkındayım, ama etrafında olan biteni daha iyi takip etmesini öğrenmelisin. “Tayfalar ufak tefek sebeplerden kırbaçlanıyor, soğukta çırılçıplak gabya direğine bağlanıyorlar… Üstelik o kadar çok hücre ve açlık cezası alıyorlar ki, şimdi bu adamların yılın büyük bölümünü aç geçirip geçirmediklerini merak ediyorum doğrusu… Beyaz adamların, kendi aralarında nasıl da sınıflaştıklarının farkında mısın? Zalimliklerinin esas sebebi de bu işte. Kibirlerini besleyen ana kaynak… Biz siyahlar ise, bu zincirin en dibindeki halkayız. O yüzden daha da zalimleşecekler! “Sakın bu insanlardan merhamet ve anlayış beklemeyin oğlum! Sen akıllı bir çocuksun. Lakin böyle adamlar akıldan çekinir, yalnızca güç, cesaret ve yeteneğe kıymet verirler. İşe yarar ol!.. İşe yarar ol Kondo!.. Sınıfını yükselt! Satılmaya değer olursan eğer, seni boğaz tokluğuna çalıştıracakları gümüş madenleri ve plantasyonlarda çürütmeyi göze alamazlar! “Beyazların arasında yaptıklarınla çok fazla düşman edindin. Ama bunun için sakın moralini bozma. Para edeceğini ispatladığın müddetçe, diğerlerinde farklısın demektir. Gördüğün muamele de ona göre olur. Zenginlerin çiftliklerinden birine satılmaya değer görülürsen eğer iyi beslenir, iyi muamele görürsün. O zaman pazardaki değerin de günbegün artar. Ama sadece bizim gibi bir köle olarak kalırsan…” “Biz esiriz dede,” dedim, içimdeki gizli güce tutunarak. “Köle değiliz!” “Haklısın oğlum, dinle! Sıradan bir esir olarak kalırsan ömrün uzun olmaz! Kurtar kendini oğlum!.. Yapabilirsin, çünkü sen Dakarai Niru’nun torunu ve Takama Niru’nun oğlusun. Annen ve kardeşlerini kurtarabilmek için uyumlu ve cesur olmalısın. Yapabilirsen tüm yeteneklerin ortaya çıkacaktır. Kafeslerinde sızlanıp duran ağabeylerine bir bak! Ne de çabuk tükendiler… Ama sende umut var Kondo! Bu ailenin umutları sende saklı oğlum!” Dedem Dakarai, bu konuşmadan birkaç gün sonra, bir gece açlık ve kötü muameleden sessizce öldü. Seksen beş yaz ve kış geçirmiş yaşlı dedem, bu korkunç şartlar altında bile haftalarca sağlıklı ve güçlü kalmayı başarmıştı. Üstelik bizlere moral vermiş; beni tüm olabilecekler için hızlı bir eğitime tabii tutmuş, ruhen hazırlamış, ancak tükenmiş bedeni bir anda iflas edivermişti. Üstelik isyanımıza öncülük ederken gösterdiği cesur ve ince siyaset sayesinde, bu işten olabildiğince az hasarla kurtulmamızı da sağlayan oydu.
O gece yine sırt sırta zincirliydik. Rutubet ve soğuk, en güçlü olanlarımızı bile mahvediyordu. Denizin uğultusu ve kalyonun ağır sallantısıyla sarhoş gibiydik. Giderek yavaşlayan soluğunun yitip gittiğini fark ettiğimde, dedeme seslendim birkaç kez. Cevap vermedi. Babam ve ağabeylerim koğuşun baş tarafındaki kafeslerde kilitli oldukları için durumdan habersizdiler. Onları da üzmek istemediğimden, seslenip haber vermedim. Gecenin kalanı boyunca dedemin ağır ağır soğuyan cesediyle konuştum. İlk anda duyduğum o korkunç keder ve yalnızlık hissine başkaldırarak, “Dedeciğim,” dedim önce, “Vazgeçmek ya da yıkılmak yok, sen öteki Afrikamızın çayırlarına kavuştun. Orada bizlere bir hayat kuracaksın şimdi. Daha işlerin bitmeden geleceğiz yanına merak etme!.. Bir daha asla zincire vurulmayacak, Afrika’ndan, cennetinden ayrılmayacaksın. Şimdi içimde hissettiğim şu yakıcı güç, ruhunun bir parçasının benimle kalmasından kaynaklanıyor biliyorum.” Bugün bile, dedemin öngörülerinin ne denli süratle gerçekleştiğini düşünüyorum. Beyazların zulümleri günbegün artar, tüm evrensel ahlâki ilkeler, güvertelerin o kan ve cerahat kaplı tahtaları üzerinde paramparça olurken; ben dedemin öğütleri doğrultusunda, kendime hassas bir strateji çizmekle meşguldüm. Birazdan detaylarını yazmaya başlayacağım bu öyküyü benden sonra kimler okur bilmiyorum; ama bir kişi dahi okusa, olur ki bir diğerine anlatabilir. O da bir başkasına… Keder gibi, umut da bulaşıcıdır. Tüm kalbimle inanıyor ve gitgide artacak bir umudu hedefliyorum, hüznü değil!
***
Sürümün içindeki üç kuzunun kaçtığı o bahar ikindisi, ne kadar da canlı hala zihnimde. Yıllar boyu o unutulmaz günün hatıralarıyla teselli ettim kendimi. Yumuşak, akik rengi bir ışık, köpük köpük kabarmış bulutlar, ülkemin kendine has otsu ve ıtırlı kokularını taşıyan bir rüzgâr… Bir elimde mızrağım, dizlerime kadar uzanan kaplan postu üstlüğümün içindeydim. Belimdeki deri kemerimden, yine dedemin hediyesi koca bir hançer sallanıyordu. Kendimi destanlarımızdaki büyük savaşçılardan biri gibi hissediyordum. Orada öylece hayallere bırakmıştım kendimi. Nasıl bir imtihanın eşiğinde bulunduğumdan haberim yoktu henüz. Dilimde eski bir pigme türküsü vardı. Keyifle, yanık yanık söylediğimi hatırlıyorum hâlâ,
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKara Panter
- Sayfa Sayısı160
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050834352
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviGenç Timaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşka Uyanmak ~ Ahmet Günbay Yıldız
Aşka Uyanmak
Ahmet Günbay Yıldız
Her yaştan insanın zevkle okuduğu usta romancı Ahmed Günbay Yıldız, “Aşka Uyanmak” ile karşımıza çıkıyor bu kez… Eserde, her türlü olumsuzluklarla karşı karşıya gelmiş...
- Yeşil Peri Gecesi ~ Ayfer Tunç
Yeşil Peri Gecesi
Ayfer Tunç
Ayfer Tunç’tan bugünün romanı. Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikâyesidir Yeşil Peri...
- Yedi Kartal Efsanesi & Zülfikar’ın Hükmü ~ Saygın Ersin
Yedi Kartal Efsanesi & Zülfikar’ın Hükmü
Saygın Ersin