Ressam Enver Sedat’ın cesedi bulunduktan kısa süre sonra polis, katilin o olduğundan hiç kuşku duymaksızın Margio’yu tutukladı. Fakat uysal ve saygılı bir delikanlı olarak bilinen Margio’yu bir adamın boğazına dişlerini geçirip onu böyle vahşice katletmeye iten şey, kasaba halkının merakını celbeden bir sır olarak kalacaktı.
Şairane, küstah üslubu ve politik tavrıyla Kaplan Adam, trajik ve acımasız bir evlilikle bağlanan iki sorunlu ailenin ve o kadere damgasını vuran, bedeninde doğaüstü, dişi bir beyaz kaplanı gizlemek dışında tamamen sıradan bir delikanlının, Margio’nun hikâyesi. Aynı zamanda yakın geçmişindeki şiddet ve istismarın etkileriyle boğuşan, adalete susamış, efsaneler ile gerçek dünyanın birbirine girdiği, kırsal ve yoksul Endonezya’nın cüretkâr portresi.
Bir
Margio’nun Enver Sedat’ı öldürdüğü akşam, Kyai Jahro güle oynaya balık havuzuyla uğraşıyordu. Hindistancevizi ağaçlarının arasında bir tuzlu su kokusu geziniyor, deniz tiz bir sesle inliyor, yumuşak bir rüzgâr yosunları, mercanları ve lantanaları* dalgalandırıyordu. Havuz, bir kakao plantasyonunun ortasındaydı; ağaçlar bakımsızlıktan kısırlaşmıştı, meyveleri acı biber gibi buruş buruş ve inceydi. Yapraklar sadece onları her gece toplayan tempeh** fabrikalarının işine yarıyordu.
Bu plantasyondan yılanbaşlar ve su yılanlarıyla dolu bir dere geçer, taşkınlarıyla etrafındaki bataklığı kabartırdı. Plantasyonun iflasının ilan edilmesinin üstünden fazla geçmeden insanlar çıkagelmiş, sınır belirlemek için kazıklar çakıp su sümbüllerini ve göz alabildiğine uzanan karmakarışık kangkong*** yığınlarını temizleyerek bataklığa pirinç ekmişlerdi. Kyai Jahro da onlarla gelmişti ama sadece bir mevsim pirinç yetiştirmişti. Pirinç çok bakım ve zaman istiyordu. Kısa mevsim kültür bitkisi Orion’dan habersiz Jahro,pirinç yerine daha dayanıklı ve daha az sorunlu yerfıstığı ekmişti. Hasat zamanı tarlaları iki çuval mahsul verince o kadar fıstığı nasıl yiyeceğini düşünmüştü. Böylece bataklıktaki arazisini havuza çevirmiş, içine mujair ile nila yavruları atmış ve günbatımından önce balıklarını beslemek, havuzdan neredeyse taşan suyun yüzeyinde ağızlarını açıp kapatmalarını seyretmek en sevdiği meşgale olup çıkmıştı.
Balıklarının neşeyle batıp çıktığı suya tapyoka ve papaya yapraklarının yanı sıra çeltik fabrikasından aldığı kepeği de döktüğü sırada, uzaklarda bir motosiklet kükredi. Sesi o kadar iyi tanıyordu ki başını çevirmeye zahmet etmedi. Suraunun* günde beş vakit çalan davulundan bile daha tanıdıktı. Binbaşı Sadrah’ın parlak, kıpkırmızı Honda 70’i, sahibini surauya taşır ya da karısını pazara götürür, Sadrah’ın yapacak başka bir şeyi olmadığı diğer zamanlardaysa akşamüzerleri civarda gezinip durur, sakin köşelerde dolaşırdı. Binbaşı Sadrah seksenini geçmişti ama hâlâ formundaydı.
Ordudan uzun yıllar önce emekli olmuştu ama her Bağımsızlık Günü’nde emekli askerlerin arasında dururdu. Valiliğin, hizmetleri karşılığında bir mükâfat olarak ona kahramanlar mezarlığında bir yer verdiği söyleniyordu. Binbaşının çabucak ölmeye davetiye olarak tanımladığı bir şeydi bu. Binbaşı motosikletinin üstünde yalpaladı ve suyun kenarındaki setin yanında durdu. Motoru susturduktan sonra üstünden koyu renk bir bıyığın sarktığı ağzını sildi çünkü bu hareket olmadan kendini kendi gibi hissedemezdi. Jahro, Binbaşı Sadrah gelip yanına dikilene kadar başını kaldırmadı.
Bir önceki gecenin yağmur fırtınasından bahsettiler; neyse ki bitkisel kuvvet ilacı firmasının futbol sahasında yaptığı film gösterimi sırasında yağmamıştı ama yine de her havuz sahibini neredeyse can evinden vurmuş olmalıydı. Aylar önce de benzer bir yağmur fırtınası çıkmış, tam bir hafta sürmüştü. Normalde sudan ziyade çamur olan dere iki metre yükselmiş, kaz sürülerini akıntıyla sürükleyip götürmüş, çevresindeki havuzlar gözden kaybolmuştu. Köylülerin ve çocuklarının karınlarını dolduracak balıklar neredeyse tamamıyla ortadan yok olmuştu. Su çekildiğinde geriye yalnızca salyangozlarla muz bitkilerinin kökleri kalmıştı.
Jahro Binbaşı Sadrah’a baktı ve ileride havuzlarına örtüp balıkları korumak üzere ağlar hazırladığını söyledi. Tam o sırada, yukarısındaki kakao dallarından kaçınmak için eğilen, bisikletli, yaşlı bir adam Jahro’ya seslendi. Surauda çocuklara Kuran okumayı öğreten Ma Soma, bisikletin sete çarpmasını önlemek üzere tam vaktinde yere atladı. İki yumruğuyla gidonu sımsıkı tutmaya devam ettiği için bisikletin arkası dizginleri çekilmiş bir at gibi şaha kalktı.
Ma Soma nefes nefese, Margio’nun Enver Sedat’ı öldürdüğünü söyledi. Jahro’nun cenaze namazını kıldırmak için acele etmesi gerektiğini düşündürecek bir tarzda söylemişti bunu. Bu iş son birkaç yıldır Jahro’nun görevleri arasındaydı. “Aman Allah,” dedi Binbaşı Sadrah. Bir an için anlayamadıkları bir espri duymuşçasına şaşkın şaşkın bakıştılar. “Bu öğleden sonra Margio’nun savaş yadigârı, eski, paslı bir Samuray kılıcı taşıdığını gördüm. Hay salak çocuk, el koyduğum Allah’ın cezası şeyi gidip yeniden almamıştır inşallah.” “Almamış,” dedi Ma Soma. “Şahdamarını ısırıp koparmış adamın.
Duyulmuş şey değildi. Son on yılda kasabada on iki cinayet işlenmişti ve hepsinde maşete* ya da kılıç kullanılmıştı. Ölüm sebebi hiçbir zaman tabanca ya da hançer değildi; hele ısırık, hiç değildi. İnsanlar, özellikle de kadınlar kendi aralarında kavga ederken dişleriyle saldırırdı ama kimse öyle ölmezdi. Katilin ve kurbanının kimliği haberi iyice sersemletici kılıyordu. Yeniyetme Margio’yu ve yaşlı Enver Sedat’ı hepsi çok iyi tanırdı. Margio birini öldürmeye ne kadar hevesli ya da Enver Sedat denen adam ne kadar iğrenç olursa olsun bu iki karakterin böyle bir trajedide rol alacağı kimsenin aklının ucundan geçmezdi.
Delinmiş bir gırtlaktan fışkıran kanlarla ve ağzıyla dişleri sabah avından sonraki bir ajak köpeğinin** burnu gibi kırmızı, kendi pervasızlığından aptallaşmış, panik içinde sendeleyen bir yeniyetmeyle ilgili düşüncelerde kaybolup gitmiş gibi kafa yordukları sırada birkaç saniye geçti. Bu hayalî sahneler inanılmayacak kadar hayret vericiydi. Sadrah anlaşılmaz kelimeler mırıldanıp açık kalan ağzını silmeyi unuturken, dindar Kyai Jahro inna lillahi diye fısıldamayı bile ihmal etti.
Ma Soma orada dikilip durmaktan bıkmaya başlamıştı; diğerlerine acele etmelerini işaret ederek bisikletini çevirdi ve sanki cinayet henüz işlenmemiş ve cinayete engel olacaklarmış gibi iyice paniğe kapılarak yola koyuldular. Sadrah’ın o öğleden sonra üstünde hâlâ saronguyla suraudaki namazdan eve dönerken, gece bekçilerinin kulübesinden samuray kılıcıyla çıkan oğlanı fark ettiği doğruydu.
Herkes o kılıçtan çocuğun uzun süredir öldürme niyeti beslediğinin kanıtıymış gibi bahsediyordu şimdi. Bekçi kulübesi köyün ortasında, zamanında aşırı büyümüş ama artık kullanılmayan tuğla fabrikasının karşısındaydı. Oğlan ağır ağır yürürken samuray kılıcı elinden sarkıyor, ucu yerde iz bırakıyordu. Derken bir banka oturmuş, kılıcı sallayarak eskiden alarm vermek için kullanılan kesik davula* vurmuştu. Pek çok kişi bunu görmüş ama önemsememişti. Kılıç öyle eski ve paslıydı ki sıskaların sıskası bir tavuğun bile kafasını kesemezdi. Japonların geride bıraktığı pek çok samuray kılıcı, savaşın bitiminden onlarca yıl sonra süs ya da tılsım niyetine kullanılır olmuştu. Sadrah’ın hatırladığı kadarıyla çoğu bakımsız kalmış ve tuzlu havayla aşınmıştı. Belki Margio kılıcını çöplükte ya da tuğla fabrikasının bir yerine saklanmış halde bulmuştu.
Sadrah kılıcı fark etmiş ve ne kadar zarar görmüş olursa olsun yine de bir kılıç olduğu gerçeğini göz ardı etmemişti; gerçi çocuğun Enver Sedat’ın yaşamına son vermeye niyetli olduğundan ciddi ciddi şüphe duymamıştı. Komşularının bildiği kadarıyla ikisi arasında bir anlaşmazlık yoktu. Sadrah samuray kılıcını esasen Margio’nun beyaz yapışkan pirinç arakıyla sarhoş olduğundan ve kavga arandığından endişelendiği için istemişti.
Bu çocuklar sarhoş olmayı severdi; bu da sayısız ufak tefek sorunun kaynağıydı. Margio o aşınmış kılıçla kimseyi öldüremezdi ama sarhoşluk onu bir komşunun köpeğini dövmeye itebilir, komşu da karşılık olarak ona bir taş atabilirdi ve işler çığırından çıkardı. Dahası, bir gece önce kuvvet ilacı firmasının futbol sahasındaki film gösteriminde bir kalabalık toplanmıştı ki bu da delikanlıların arasında gezinen kavgacı iblisi salıverme tehdidini getiren bir olaydı daima. Şiddet ertesi güne sarkar ve sıklıkla günlerce sürerdi. Her ne olursa olsun, alet ne kadar zararsız görünürse görünsün Sadrah’ın kılıfsız bir samuray kılıcının yol kenarında taşınmasından endişe etmek için yeterli sebebi vardı.
Oyuncağını teslim etmeye gönülsüz olan Margio, “Niye?” diye sormuştu. “Bak, yalnızca işe yaramaz bir demir parçası işte.” “Ama istersen onunla birini öldürebilirsin,” demişti Sadrah. “Benim planım da o.” Oğlanın cinayet işlemeye niyetli olduğunu açıkça söylemesine karşın Sadrah aldırmamıştı. Çocuğu tatlı dille ikna etmeye çalışmış, sonunda askerî karargâha götürmekle tehdit etmesinin ardından kılıcı almayı başarmış, eve götürmüş ve arka taraftaki köpek kafesinin üstüne atıvermişti. Paslı kılıcı çok geçmeden unutmuş ve yaklaşan felakete dair hiçbir ipucu görmemişti. Belki yaşlılık onu kayıtsızlaştırmıştı.
Şimdi işe yaramaz kılıca el koyduğu için hafifçe pişmandı. Külüstür silah Margio’da kalmış olsaydı Enver Sedat hâlâ hayatta olabilirdi. Kılıç ona kaç defa vurursa vursun yara bereden ve kırık kemiklerden beteri gelmezdi başına. Binbaşı, oğlanın, boğazını dişlerken Enver Sedat’ı nasıl kucakladığını kafasında canlandırınca ürperdi. O öğleden sonra delikanlılara mola vermelerini ve illa istiyorlarsa kadınların peşinde koşup o hafta sonu eğlenecek birilerini bulmalarını söylemişti. Ertesi gün onları her zamanki gibi yabandomuzu avına götürecekti. Çocuklar av mevsimi boyunca cumartesi geceleri ayık kalacak kadar uslu davranırlardı; yoksa davet edilmez ya da daha kötüsü, bir yabandomuzunun dişleriyle deşilirlerdi.
Yanlarında aşüfteler sürükleyerek ya da torbaları portakal dolu, utangaç gülümsemeli saygın hanımları selamlayarak kafileler halinde sahile giderlerdi. Yabandomuzlarının uğruna tepeden tırnağa terbiye ve itaat kesilmiş halde saat ondan önce eve döner, sabah ezanı şafakta uyandırana kadar mışıl mışıl uyurlardı. Binbaşı Sadrah, dinlenmek ve yaklaşan yabandomuzu avına hazırlanmak yerine kıllı, domuza benzeyen Enver Sedat’ın evine gidip onu öldüren Margio’yu düşünürken, beyinsiz çocuk, diye söylendi.
Yabandomuzu avının hoşça vakit geçirme aracı haline gelmesi uzun yıllar önceye, Sadrah’ın kasabanın askeri kumandanı olduğu günlere dayanıyordu. Enver Sedat, insanların nadasa bırakılan toprağa bağlılıktan geçici olarak kurtulduğu hasat mevsimi sonlarında daima pek hevesli olurdu.
Hayatında bir mızrak kaldırmamış ya da tepelerde bir aşağı bir yukarı koşturmamıştı ama daima pirinçli ve kızarmış yumurtalı yemek kutularıyla avcıları cengelin kıyısına götürecek bir kamyonet sağlardı. Yılda üç defa, mevsimin fırtınasız pazar günlerinde giderek bu sporun tadını çıkarırlardı. Avların arasında ajakları evcilleştirir ve onlara iz sürmeyi öğretirlerdi. Margio, son zamanlara kadar Sadrah’ın önderliği altında olan avcıların en başarılısıydı. Sırtında bir yabandomuzu dişinin açtığı yırtığın izi vardı ve mızrağının darbelerine kaç domuzun teslim olup sonunda sürüklenerek canlı canlı tuzağa kapatıldığını bütün arkadaşları bilirdi. Dertleri domuz öldürmek değildi. Hiddetten kudurmuş bir yabandomuzuyla karşı karşıya kaldıklarında bile hayvanı öldürmekten kaçınır, birazcık yaralayıp tuzağa girmeye zorlarlardı.
Domuzların ölmesini istemezlerdi çünkü daha sonra, av mevsiminin bitiminde düzenlenen eğlencelerde ajaklarla dövüştürüyorlardı. Bu aptal hayvanlara yönelik stratejik avlarda Margio, güçlü adımları ve amansız mızrağıyla çoban olarak bilinir hale gelmişti. Yabandomuzunun yanında, hayvanın hızına ayak uydurarak koşma rolünü üstlenecek cesaret pek kimsede yoktu. Margio’nun etrafındakilerin saygısını kazanmasını sağlayan bir özellikti bu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıKaplan Adam
- Sayfa Sayısı192
- YazarEka Kurniawan
- ISBN9786051982175
- Boyutlar, Kapak13,5x20,5 , Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2022