Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kanûn-i Şahenşahı
Kanûn-i Şahenşahı

Kanûn-i Şahenşahı

İdris-i Bitlisi

“Eğer dünya mülkü padişahı, o ruhani manaların sıfatları ile vasıflanmaz, Allah ahlakı ile ahlaklanmada, Allah’ın gölgeliğine layık olmazsa; ona verilen sultanlık ismi, mecaz ve…

“Eğer dünya mülkü padişahı, o ruhani manaların sıfatları ile vasıflanmaz, Allah ahlakı ile ahlaklanmada, Allah’ın gölgeliğine layık olmazsa; ona verilen sultanlık ismi, mecaz ve istiare yoluyla satranç oyununda bir taş olan şah kabilindendir.”

İdrîs-i Bitlîsî

Sultan II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde Osmanlı Devleti’nin hizmetinde görev yapan kıymetli bir âlim ve devlet adamı olan İdrîs-i Bitlîsî, Farsça, Arapça, Türkçe olmak üzere tarih, tasavvuf, felsefe, siyaset, ahlak, tıp ve hadis gibi birçok alanda eserler kaleme almıştır. Bitlîsî’nin Farsça kaleme aldığı Kānûn-i Şâhenşâhî eserinde işlenen esas konu ise nizam-ı âlemdir.

Dolayısıyla Bitlîsî bu eserinde, şahlık tahtı için sahip olunması gereken melekelere; sultanlık makamına yaraşır âmâl ve ahvâle; padişahların ve meliklerin kime karşı nasıl davranacaklarına, vezirlerin, naiblerin, ehl-i kalemin yapması gereken işlere ve özelliklerine; ulemanın önemine ve görevlerine; dünyevi saltanat vesilesiyle manevi saltanatı elde edebilmenin keyfiyeti gibi daha çok toplumu güçlü kılan faziletlere, ahlaki ve dinî değerlere değinir.

Osmanlı siyasetname literatürünün kıymetli eserlerinden biri olan bu çalışma, Pelin Seval Esen ile Esengül Uzunoğlu Sayın tarafından Farsçadan günümüz Türkçesine çevrilip notlandırılarak okuyucuların istifadesine sunulmuştur. Timaş Akademi, bu kıymetli eser ile birlikte Siyasetname Kitaplığını genişletmeye devam etmekte ve Osmanlı siyasetname literatürünün günümüz okuyucularınca da ulaşılabilir olmasını sağlamaya gayret etmektedir.

ÖNSÖZ

Osmanlı tarihi alanında kaleme aldığı önemli eseri Heşt Bihişt ile adından söz ettiren İdrîs-i Bitlîsî, 15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başında yaşamış, Osmanlı-Akkoyunlu, Memlük, Safevi çekişmesine şahit olmuş, hayatının büyük bir bölümünü Tebriz ve Şiraz’da geçirmiş bir müellif, münşî, şair, hattat ve siyaset adamıdır. Nurbahşîye tarikatına mensup, dönemin ileri gelen mutasavvıflarından Hüsâmeddin Ali Bitlîsî’nin oğludur. Mistik-sufi bir çevrede yetişmiş, ilk eğitimini “yegâne üstadım” dediği babasından almakla beraber dönemin hemen hemen tüm aklî ve naklî ilimlerini öğrenmiştir. İdrîs-i Bitlîsî, Farsça, Arapça, Türkçe olmak üzere tarih, tasavvuf, felsefe, siyaset, ahlâk, tıp ve hadis gibi birçok alanda eserler kaleme almıştır. Farsça kaleme aldığı eserlerinden biri, hayatının son dönemlerinde tahminen 926/1520 yılında, siyasetname türündeki Mir’âtü’l-cemâl adlı eseri tarzında; Eş‘arî kelâmcısı Devvâni’nin asıl adı Levâmi‘u’l-işrâḳ fî mekârimi’l-aḫlâḳ olan ancak Ahlâḳ-ı Celâlî ismiyle bilinen eserinin etkisi altında yazdığı Kānûn-i Şâhinşâhî’dir. Bir mukaddime ve dört maksat üzerine tertip edilmiş eserde işlenen esas konu nizâm-ı âlemdir. Dolayısıyla Bitlîsî, eserinde şahlık tahtı için sahip olunması gereken melekelere; sultanlık makamına yaraşır amal ve ahvale; padişahların ve meliklerin kime karşı nasıl davranacaklarına, vezirlerin, nâiblerin, ehl-i kalemin yapması gereken işlere ve özelliklerine; ulemânın önemine ve görevlerine; dünyevi saltanat vesilesiyle manevi saltanatı elde edebilmenin keyfiyeti gibi daha çok toplumu güçlü kılan faziletlere, ahlâkî ve dinî değerlere değinir. Aklî ve naklî ilim dallarından aldığı eğitimi; astronomi, musiki, felsefe, fıkıh, tefsir, hadis, kelam alanındaki bilgisini bilhassa vakıf olduğu ilm-i inşayı tam anlamıyla yansıttığı; edebi ve sufiyane bir dille, teşbih ve istiarelerle süslediği ve yoğun bir üslupla kaleme aldığı Kānûn-i Şâhinşâhî’sinde mevzu ettiği konuyu teyit etmek maksadıyla ayetlere, hadislere, atasözlerine, hikâyelere; Ebu’l-Kāsım-i Firdevsî, Senâî-yi Gaznevî, Nizâmî-i Gencevî, Attâr-i Nîşâbûrî, Kemâleddîn-i İsfehânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa‘dî-yi Şîrâzî, Evhadüddîn-i Merâgī, Hâfız-ı Şîrâzî gibi Fars edebiyatının ileri gelen şairlerinin şiirlerine ve Arapça beyitlere yer vermiştir. Şair eserini bir beyitte, “Onda nazma çektim birkaç cevher; padişahlık ilminden birkaç mücevher.” şeklinde tanımlar. Eserle ilgili daha önce Hasan Tavakkolî tarafından “İdrîs Bitlisî’nin Kanun-ı Şâhenşâhisi’nin Tenkitli Neşri ve Türkçe Tercümesi” adıyla doktora tezi yazılmış (1974) ardından Ahmed Akgündüz Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri adlı eserinde Kānûn-i Şâhinşâhî’nin mikrokopisi ve özet tercümesine yer vermiş (1991); aynı yıl Mehmet Bayrakdar Kānûn-i Şâhinşâhî’nin ikinci bölümü ile otuz iki beyitlik bir kasideyi tercüme ederek yayınlamıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlı bulunan (Esad Efendi, nr. 1888/2) nüsha esas alınarak tarafımızca Türkçeye çevrilen bu eserde, dipnotlarda metinde geçen ayet ve hadislerin kaynakları yazılmış (ancak bazı hadisler tespit edilememiştir dolayısıyla bu hadislere dipnot koyulmamıştır); tazmin edilen Farsça şiirlere, bazı özel isimlere ve başka hususlara açıklık getirilmiştir. Söz konusu tazmin edilen Farsça şiirlerdeki farklılıklar yine dipnotta belirtilmiş ve müellifin anlamı pekiştirmek maksadıyla getirdiği şiirler bu maksada, anlatıma daha uygun olması sebebiyle müellifin yazdığı şekliyle tercüme edilmiştir. Eserin kime takdim edildiği ve ismi hususunda tartışmalar mevcuttur; ancak eserde geçen karineler eserin Sultan II. Bayezid’in oğlu Şehzade Şehinşâh’a takdim edilme ihtimalini güçlendirir niteliktedir. Bitlîsî, henüz eserinin başında Sultan II. Bayezid’e üstün övgülerde bulunup ona sığındığından bahseder ardından “Osmanlı hanedanını methederken veya bu erkânın ailesinin şahlarına mufassal övgülerde bulunurken zamanın sultanına, iman ehlinin padişahlar padişahına dua vecibeleri yerine getirdikten sonra mukarrer şeri kanuna uygun olarak önce halefi yüce, şiarı halifelik olan sultana; ardından Osmanlı hanedanının ulu haleflerine yani veraset yoluyla veya hak ederek kayserlik tahtının varisi olan ahlaklı padişaha asli ve ferî meth ve dua edilmesi gerekir.” der. Bununla birlikte atalarının bahtının güzelliğinden, içtihadının bereketinden, soyunun haleflerini bir gölge gibi sardığından ve yüce soyun Allah vergisi bir nimet olduğundan bahsettiği bölümdeki bir beytinde şehzadenin ismini açıkça anar: Soyu yüce Şehinşah, daima soyuna yaraşır amel eder. Eserin ismi konusunda da yaşanan ihtilafa karşı şunu belirtmek isteriz ki Bitlîsî yukarıda bahsi geçen metnin hemen ardından yazdığı mesnevisinde geçen bir beyitte “Mademki “Kānûn-i Şehinşâh” koyulmuş adı; her padişahın nezdinde olur düstur kitabı.” kitabın isminin “Kānûn-i Şehinşâh” (eserin Şehzade Şehinşâh’a ithaf edilme ihtimali göz önünde bulundurulursa şair, bu  kelimeyi iki anlamı (şahlar şahının kanunu veya Şehinşâh’ın kanunu) karşılayacak şekilde özellikle seçmiş olabilir.) olduğunu söyler. Hemen ardından “Ve bu (eser), yoksulların ve ihtiyaç sahiplerinin dayanağı; akıl sahibi ve ilim erbabı tarafından kabul gören bir armağandır. Kānûn-i Şâhenşâhî kitabı olarak adlandırılmış, şahlık dergâhına hediye edilmek üzere yazılmıştır” der. Yine eserin müstensihi Muhammed b. Bilal, Arapça olarak “İlahi inayetle bu şehenşahiyye risalesini yazmaktan hicri 952 senesinde mübarek ramazan ayında 14. günü Cuma, Konstantiniye-yi Mahmiye şehrinde, El-Ganîyy, El- Müteali Allah’a muhtaç Muhammed b. Bilal eliyle rahatlık hâsıl oldu.” diyerek eserin adının “şahlık risalesi/şahlığa ait risale” olduğunu belirtir. Bizler de içerdiği esaslar bakımından, Bitlîsî’nin ve müstensihin ifadelerine dayanarak eserin isminin Kānûn-i Şâhinşâhî olduğunu kanaatini taşımaktayız. Çalışmamızda bütün dikkat ve ihtimama rağmen eksik ve yanlış çeviriler olabilir. Bu alanda yapılacak bilimsel eleştiri ve öneriler bize ışık tutacaktır.

Pelin Seval ESEN

Esengül UZUNOĞLU SAYIN

TOKAT/2022

KÂNÛN-İ ŞÂHİNŞÂHÎ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Güvenim O’nadır, kerem sahibi bir padişahtır.
Ey gönülde istenilen sen, gönlümde zamanlı zamansız anılan sen;
Varlık tahtında mülk sahibi olunca sen; bütün padişahlar köle,
şahların şahı ise sen.

Şanı yüce olsun; kullarını sevmekle “Sen mülkü kime dilersen ona verirsin.”1 ayetinin vasfıyla mümtaz olan padişah; şerefi yücelsin, muhtaç olmadığı gibi eşsiz de olan; “Kimi dilersen onun kadrini yüceltirsin.”2 ayetinin merhameti ve inayetiyle, aziz kullarının dilinde zikir olan padişah. Cömertlik ülkesinin ve uçsuz bucaksız iyilik vilayetinin hattı hududu görülemez. Sonsuz lütfunun ve kereminin haremi, sultanların ve kulların yurdu yuvası; sultanlığının yüce tahtı, paha biçilmez ihsanlarının nakışlarıyla, hudutsuz inayetlerinin resimleriyle süslenmiş. Rahmani rahmetlerinin yüce payesi, aşikâr veya nihan, gören gözlerin karşısında asla yok olma noksanlığıyla azalmaz. Her kim, O’nun makbuliyet talihinin gölgesinde dinlenir; O’nun dünyayı aydınlatan ihsan güneşine sığınırsa, asla dünya meşakkati ağırlığı görmez ve sonsuz cennet nimetlerine kavuşur ki “Orada onlara ne bir gölge gelir ne de sıcaklık.”3 Basiret gözünün çerağını, O’nun yüzünün kandiliyle yakan; göğsünün halvethanesindeki ruh şamdanını O’nun sevgi ve dostluk nuruyla dolduran her gönül sahibinin mübarek ağaca benzeyen varlığı, Eymen-i Likâ vadisinde şevk ateşinden yanar ve kabiliyet fidanı, nar ağacının dalları gibi tecelli ateşiyle tutuşur ki “Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nur üstüne nurdur.”

Allah’ım, biz günah ve suçtan mahcup olanlara, kendi yüzünü görme Kâbe’sine yol göster; biz yoldan geri kalmışlara sonsuz lütfunun semasında bir sığınak, bir istirahatgâh bağışla. Allah’ım, mademki senin merhametinin ardına kadar açık olan kapıları, dilek kapılarıdır; kereminin uçsuz bucaksız meydanı, duaların ve münacatların arz edildiği huzurdur; öyleyse biz muhtaçların açılan avuçlarını, kendi af ve mağfiret ellerinden boş çevirme; biz dilencilerin, biz susuzların dua eden ellerini, kendi ihsan denizinden sedef misali, arz ettiğimiz inciyle doldur.

Müelliften
Ey Allah’ım, gafil ve her zaman günah işlemeye meyyal ben, senden af ve mağfiret dilerim.
Biz yasaklanan iş ve davranışlarla nefsimize zulmettik; bağışla kusurlarımızı bizim.
Lütfedip günahlarımı bağışlarsan eğer; kıymetimi artırır, makamımı yüceltirsin benim.
Ben muhtacım, merhamet et bana faziletinle; nitekim şah ve köle birdir nezdinde.

Her ne kadar Hak dergâhında mücrim ve günahkâr olsak; günah işlemekten utanıyor olsak da kusurlarımızın ve suçlarımızın affı; sonsuz ve hudutsuz günahlarımızın bağışı için nedamet ve istiğfar eteğine sarılmış, eteğini sıkıca tutmuşuz. O şefaat dileyen dostun merhamet eşiğine sığınmışız ki zira o, ümmetinin mücrimlerinin hepsine şefaat eden şefik; yolunu kaybetmişlerine her zaman en doğru yolu gösteren rehberdir. Salât ü selam hediyesi vesilesiyle ve meleklerin esenlik bulduğu, istirahat ettiği mübarek kabrine; peygamberlik ülkesinin sultanının, cesaret ve cihat ordusunun şahlar şahının makamına sonsuz salâvat armağanı ulaştırmak suretiyle, yüce makam haremine en iyi aracı; dilek ve istek kapısında en makbul vasıtadır. Güzelliği güneşe sirayet etmiş, hidayet günü nur saçan o sevgili “(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”5 ayetinin delilidir. Himaye edilmiş kutsi zatının şanında Allah’ın ezeli inayetinin taallukuyla evvela “Ben, Âdem su ile çamur arasında iken peygamberdim.”6 hadisi rivayet edilir.

Peygambere Naat – Allah’ın selamı onun üzerine olsunEy fazilet ve şeref sahipleri coşku ve vect ile salavat getiriniz.
Gönülden salavat getiriniz; zira İlahınız ona “nebi” ismini verdi.
Peygamberler taifesinin reisi; Allah’ın habibi, bütün âlem cisim iken o ruh idi.
Peygamberler zümresinin şahlar şahı; bütün ruhlar bir ordu, o da padişahı.
Sen sultansın, mülkün de her iki âlem; zatından dolayı âdemoğlu muhterem.
Tevhitle gayb ordusunca teyit edilmiş, gönül ülkesinin şahlar şahı.
Burak’ının nalından çıkan kıvılcım, yüce gökte yıldız olmuş.
Gökyüzü, onun eteğinin tozu; yıldızlar ise harmanının iki üç taneciği.
Bilinen âlemden çıkmış, bilinmeyen âlemde dolaşan.
Özel halvette Allah’la beraber; mukaddes ruhu, dergâhın emini.
İdrîs, senin ailenin kölesidir; yüzünü senin eşiğine sürerek gider.
Senin yüzünün sevgisinden ve seni arzu etmekten, bir toz zerresi gibi ayak
bastığın toprağa giderim.
Ayağım yorulursa başımla yine giderim; zira yolunun toprağıyla iftihar ederim.
Her ne kadar günahlarımdan utanıyor olsam da senden şefaat ümit ederim.
Sana salavat hediye ettiğimizde, kölenden bir selamı kabul et.

Allah’ın salat ve selamı ona, ailesine ve ashabına olsun. Karanlık kargasının yavrularının yuvasından, seher horozunun kanadı gözükünceye ve ruhların huzur veren rüzgârı bayrakların karasından ilmi açmaya esinceye kadar. Fakat sonra, ahir zaman fitnelerinin velvelesi arasında ehlullahın kulağına sonu hayırlı olan “O hâlde Allah’a koşun.”7 mesajı iletilmiştir ve İran vilayetlerini viran eden zelzele8 sırasında yeryüzünde huzurlu bir diyarda yaşayanlara “Yeryüzünde dolaşın9 ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın.” 10 kutsal tembihi duyurulmuştur. Bu yolunu kaybetmiş avare fakir, ağlayıp inleyen derbeder garip, Allah’ın kutsal feyzini bekleyen bende İdrîs b. Hüsâmeddin-i Bitlîsî -Allah ona isteğini versin, sevdiğinde ve beğendiğinde muvaffak etsin- evinden ve vatanından göç etmiş, dostlarından ve yoldaşlarından ayrılmıştı. Arzularını ve amaçlarını gerçekleştirmek; ikbal ve hilafet merkezini, Kâbe’yi tavaf etmek ve çevresini dolaşmak maksadıyla, sefere çıkmak üzere yüklerini bağlamış; sıkıntılarla dolu çölleri, zorlu dağları geçmiş; muzaffer mürşidin11 hidayetiyle ve yol arkadaşının rehberliği ile çağın hadiselerinden; İslam ve Müslüman sultanların sultanının hilafet gölgesine; şahların efendisi, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, kutlu emir, sultan Bayezid’in lütuf ve şefkat sayesine sığınmıştı. Ruhu besleyen o sidre ağacının “Kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”12 gölgesinde, esirgemeden gösterdiği şefkat ve merhametiyle, şifa bulmanın verdiği büyük bir mutlulukla, zamanın sonu gelmez elemlerinden yorulmuş ruhunun huzurunu bulmuş; engin merhametini diğer insanlardan daha çok görmekle beraber sonsuz ve pek safi lütfundan daha çok faydalanmıştır. Bu adalet ve ihsan hanedanının meddahları ve duahanları arasında addedilmiş; bu erkânın kubbesinin eşiğini övenlerin ve onlara dua edenlerin zümresinde büyük bir imtiyaz elde edip itibar görmüştür. Ne mutlu Beytü’l-Atik gibi, bütün uzak yollardan çevresine gelinen o kapıya.13 Kuşkusuz ihlas ve itaat davetçileri; Allah’ı tanımanın ve Allah’a şükrün muharrikleri bu manada kılavuzluk ederler: Nasıl ki Hz. Peygamber’e, -Allah’ın salat ve selamı ona, ailesine ve ashabına olsun- salavat vazifeleri ile Peygamber’in soyuna dua etmek gerekiyorsa, Osmanlı hanedanını methederken veya bu erkânın ailesinin şahlarına mufassal övgülerde bulunurken zamanın sultanına, iman ehlinin padişahlar padişahına -Allah kendi gölgesini her yerde muvahhitler üzerine salsın.- dua vecibeleri yerine getirdikten sonra mukarrer şeri kanuna uygun olarak önce halefi yüce, şiarı halifelik olan sultana; ardından Osmanlı hanedanının ulu haleflerine yani veraset yoluyla veya hak ederek kayserlik tahtının varisi olan ahlaklı padişaha asli ve ferî meth ve dua edilmesi gerekir. O ki lütuf ve ihsanının sedası, ağız ve diller ülkesinde meşhurdur; merhamet ve ihsanının izleri kalpler ülkesinde sayısız hatta sınırsızdır. Hakir yoksullara sevgi ve şefkat göstermede, gökyüzündeki güneş gibi kudretli; düşkün fakirleri besleyip büyütmede, bir mürebbi; denizlerde ve karalarda bulunan vilayet sakinlerine sonsuz bağışta bulunmada, yağmur yüklü bahar bulutu gibidir. Gönül bahçelerinde çemene ve güllüğe canlılık verendir.

Osmanlı hanedanının asil padişahı, saltanatın varlığında ruh mertebesindedir.
Zamanın sultanının veliahdı, bu yuvanın ikbal kuşudur.
Hilafet övünür onun zatıyla; sultanlık övgüleri de mahsustur onun zatına.
Kayserlik tahtına ve tacına sezadır o; ahlakıyla ve önderlik vasfıyla o.
Padişahlık aslından bir nesep; vasfı Allah’ın gölgesi olan bir sevgili.
Deniz gibi avucu her an taşmakta; ağzı ihsandan başka söze kapalı.
Lütfunun berraklığı nur kaynağındandır; cömertlik kadehinden her gönül
mutludur.
Himmetinin sancağı Yedigir’in üzerindedir; rahmetinin fezası fersahlarca
geniştir.
Kalbinin içi ihlasla aydınlıktır, gönlü özel halvethanenin çerağı gibidir.
Gönlü, ihtiyaç sahiplerinin isteklerinden mutlu. Sanki kul, Hakk’ın huzurunda
münacatta.
İhsanından âlem ehli ümitli; gülün bahar bulutuyla mutlu mesut olması gibi.
İlk arzuladığı, yoksul ve yoksunların arzuladıkları.
Peygamber devrinde, lütfundan ve cömertliğinden dolayı Hâtim’in14
cömertliğini kimse hatırlamaz.
Onun gibi güzel ahlaklı başka bir insan doğmamış; avucu, keremle eş olmuş.
Eteğini cömertlikle âleme silkelerse eğer, felek onun tozunu, gözüne sürme çeker.
Bir baksa toza toprağa; yeşeren çimen gibi olur bahar bulutlarıyla.
Savaş günü kınından çıkarılmış kılıç gibi; bezm vaktinde kadehi, malulün
arzu ettiği.
Onun bezminde şarap kadehi, güneş kâsesi; elinde dolaşan kadeh, Cemşîd’in
kadehi.
Konuşursa hep lütuf ve ihsan konuşur; susarsa insanın menfaatini düşünür.
Kapısı Kâbe’dir; ben ihrama girmişim; ancak binek zayıf, ayak ise yorgun.
Kâbe’ye varmak meşakkatli olsa da; arzu etmede bir kusur yoktur elhamdülillah.
Arzudur rehber, gönlü arzusuna kavuşturma yolunda; er ya da geç kavuşur
arzu eden, arzusuna.
Ben bir avareyim seni arayıp bulmada; bir bülbül gibiyim senden konuşmada.
Zerre gibi, güneşi vasfetmek oldu arzum. Avareliğim de o arayıştan oldu.
Bu kapıya ulaşmamda rehber olursa bahtım; bakış iksiri ile toprağım olur altın.
Cevherimi sarrafa veririm; varlığımın değerini saflaştırırım.
Altın gibi sararmış yüzü ve inci yağdıran gözyaşını, bir kemer gibi nazım
ipine çektim.
Onda nazma çektim birkaç cevher; padişahlık ilminden birkaç mücevher.
Mademki “Kānûn-i Şehinşâh” koyulmuş adı; her padişahın nezdinde olur
düstur kitabı.
Bu risale vesile olduğu için duaya; tatlı sözler vardır dilimde senada.
Sabah, duada dilimden dökülür; açıktır kelamım; kendi halimi ne diye
anlatayım.
İdrîs sana dua etmekten güneş gibi parladı, ümidi sana kavuşmaktır.

Ve bu, yoksulların ve ihtiyaç sahiplerinin dayanağı; akıl sahibi ve ilim erbabı tarafından kabul gören bir armağandır. Kānûn-i Şâhenşâhî kitabı olarak adlandırılmış, şahlık dergâhına hediye edilmek üzere yazılmıştır. Saray hizmetkârları tarafından kabul görmesi ümit edilir. Bu risale bir mukaddime ve dört maksat üzerine tertip edilmiştir. Kastedilen mukaddeme, hilafetten ve sultanlık hakikatinden murat edilenin ne olduğunun beyanı; beşeri hilafette nizâm-ı âlemin15 gerekliliğinin açıklaması hakkındadır. Birinci maksat, tüm insanlarda var olan rahmanî hilafetin hak edilmesi için lâtîfe-i rabbâniyenin16 zuhur etmesi beyanındadır. İkinci maksat, şahlık tahtı için gereken ahlakın ve cömertlik melekesinin şerhi; halkın ve ordunun intizamı için şahların ilahi ahlakla ahlaklanmasının keyfiyeti hakkındadır. Üçüncü maksat, sultanlık makamına yaraşır amal ve ahvalin; önderlik ve hükümdarlık tahtına layık işler ve faaliyetlerin tafsili hakkındadır. Dördüncü maksat, manevi saltanatı ve daimi huzuru elde etme; suret âlemi kıvancının sonsuz âlemin mutluluğuyla, güzel bir sonla nasıl tekmil olacağı yolunun beyanı hakkındadır. Mukaddime iki zaruri meseleyi kapsar. Birinci mesele rabbani hilafet hakikatinin tahkiki; ikinci mesele âlemin, insanoğlunun saltanat ve hükümdarlığına ihtiyacı olduğunun tasdiki hakkındadır. “Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşur.”

MUKADDİME

Birinci Mesele

Bilinmelidir ki Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bütün yaratılmışlar arasında insanoğlunu, “Ant olsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.”18 ayetinin şerefiyle, alemin tüm varlıklarından üstün tutmuş, ona nimetler vermiştir. Mevcudat arasında şerefli ve tüm mahlûkata önder olma hususunda onu muhterem ve muazzez kılmıştır. İlk olarak insanın zatını, kendisinin kemal sıfatlarının toplandığı bir tecelligâh yapmış; kendi cemal ve celal sıfatlarını onda toplamıştır. İnsanın terkip kalıbı hamurunu yoğururken evvela “Âdem’in hamurunu kendi elimle yoğurdum.” hadisi mucibince, mütekabil ve mütenakız iki cevheri birbirine karıştırmıştır. Onun kalbinin kandilini kutsi nurun çerağıyla yakmıştır ki “Ona ruhumdan üflediğim zaman.”19 ayeti ona işaret etmektedir. Bir cevheri, mücerredât ülkesinden ve ruhlar âleminden; bir cevheri de cismani tabiatlar âlemindendir. Ruhunun cevherinin şemaili, melekler âleminden ve saadet mebdesinden gelmiş; bedeninin cismi, mülk ve şahadet âleminden hazırlanmıştı. Ulvi ve şerif cevherin yuvası, göklerdeki meleklerin yanıdır; alçak ve aşağılık cevherin mekânı ise hayvanların ve diğer varlıkların safındadır. Ancak insan, her iki cevherin bir araya gelmesiyle mevcudat arasında müstesna ve mümtazdır. Mutedil haliyle ve kemalinin tamlığıyla hilafet ve yücelik tahtına oturur ki “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.”20 ayeti o mertebeyi açıklamakta ve onun Allah’ın gölgesi olduğunu bildirmektedir.

Seni iki cihanın özü olarak yaratmışlar; bunca yolla büyütüp yetiştirmişler.
Sen yeryüzüne diğer yaratıklardan sonra gelmiş olsan da hepsinden öncesin,
vaktini boş şeylerle geçirme.

Bu iki âlemin insanda bir arada bulunması, yüce lütufların zuhur etmesine ve “Biz seni yeryüzünde halife yaptık.”23 hitabını hak etmeye sebep olmuştur. Bu yüzden halifeye “öncekine tabi olan ve öncekinin yerine geçen” derler; halifenin de ahlaklı; soylu ve asil bir halef olmasını isterler. Şüphesiz rahmani hilafet tahtını süslemek; ruh ve cisim âlemine önderlik etmek, “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti.”24 mektebinden, varlığın hakikatlerini anlamak için ezelden ebede kadar tahakkuk ve ittisaf kabiliyetine sahip olan; Allah’ın ahlak ve sıfatlarını elde etmede mübarek bedenini “Allah insanı kendi suretinde yarattı.”25 hadisine kanıt gösteren bir ayna olarak tasavvur eden o ikbal sahibi, bahtiyar kişiye layık olabilir.

Ey Hakk’ın kitabının kopyası olan sen, ey padişahın güzelliğine ayna olan sen,
Âlemde senin dışında bir şey yoktur. Her ne istiyorsan kendinde ara, zira
hepsi sensin, sen.

O halde muhakkaktır ki rahmani hilafet, cismani âlemin nizamı ve bu şehadet âlemiyle ruhani âlem arasında bir bağ kurmak için, bahtiyar kulun beşeriye takati kadarınca rabbani sıfatlarla ve kemallerle ittisafından ve nefsinin insani güzel melekelerle tekâmül etmesinden ibarettir. Hızla dönen bu dünya yurdunda eğer böyle bir kemal timsali, yücelik ve efendilik tahtına oturursa, ona suret ve mana sultanı derler; peygamberler, veliler, dört halife ve mezhep imamları bu gibi sultanlardır. Suret mülkünde şahlık tahtında oturmaz, emir ve yasakları icra etmeye yetkili değildir; ancak kemâlât-ı insaniye ile vasıflandığından mana âleminin efendiliğine tayin edilir, ilmi ve ameli yetkinlikleri nefsinde toplamasıyla âdemoğullarının önderliğine ve rehberliğine layık olursa, o taifeye manevi ülkenin padişahı denir ve Allah ordusunun bayraktarı kabul edilir. “Fakirlik benim övünç vesilemdir, onunla övünürüm.”28 keramet tacıyla şereflenmiş; ancak zahiri görenlerin gözlerinde yoksul ve biçare; hakikati görenlerin gözlerinde ise ordusuz ve vezirsiz padişah olan bazı peygamber ve veliler gibi. Yüce Allah şöyle buyurur: “Velîlerim kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilemez.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur