Halk hikâyelerinde ve masallarda karartılıp görmezden gelinen arzular, lanetlenmiş dişil enerji ve kadın cinselliği; Kanlı Oda’da Angela Carter’ın fantastik, gotik ve büyülü gerçekçi dokunuşlarıyla tıpkı bir prizmadan yansırcasına ışıyor. Mitlerdeki toplumsal cinsiyet kalıpları yalnızca içerikçe değil, biçem ve karakterler bağlamında da tersyüz ediliyor: Kırmızı Başlıklı Kız, Çizmeli Kedi, Mavi Sakal, Güzel ve Çirkin, Pamuk Prenses, Kont Drakula…
Carter, her birini yapısöküme uğratarak Brontë Kardeşler’den ve Poe’dan aldığı ilhamla, kadın yazınında çığır açan Jeanette Winterson, Margaret Atwood ve Clarissa Pinkola Estés’e uzanan sonsuz bir köprünün temellerini atıyor. Beyaz atlı prensler eyerlerinden çoktan düştü ve sözü kadınlar aldı…
İÇİNDEKİLER
Kanlı Oda ……………………………………………………………………….. 7
Kar Çocuk……………………………………………………………………… 59
Kurtadam ……………………………………………………………………… 61
Bay Aslan Gönül Avında……………………………………………….. 65
Kurtlar Arasında …………………………………………………………… 79
Kurt Alice ……………………………………………………………………… 93
Orman Cinlerinin Kralı ……………………………………………….. 105
Kaplan’ın Gelini ……………………………………………………………117
Çizmeli Kedi ……………………………………………………………….. 139
Aşk Yuvasının Hanımı ………………………………………………… 161
Kanlı Oda
O geceyi hatırlıyorum; yataklı vagonda, alev alev yanağımı yastığın pürüzsüz yüzüne bastırarak narin ve tatlı bir kendinden geçiş içinde gözümü kırpmadan yattığımı, kalp atışlarımın, hiç durmadan treni ileri iten kocaman pistonların ritmini taklit ettiğini hatırlıyorum – o tren ki gece boyu beni Paris’ten uzaklara, genç kızlıktan, annemin dairesinin sarıp sarmalayan bembeyaz sükûnetinden uzaklara, evliliğin tahminlere sığmaz ülkesine taşımaktaydı.
Hatırlıyorum da, tam o anda annemin de artık sonsuza dek geride bıraktığım daracık odamı ağır ağır adımlamakta olduğunu düşünmüştüm şefkatle: Benden kalan ufak tefek yadigârları katlayıp kaldırışını, artık ihtiyaç duymayacağım için oraya buraya fırlattığım giysilerimi, bavullarıma sığmayan notaları, bıraktığım konser programlarını toplayışını; kızının düğün gününde her kadın gibi sevinçle keder karışımı duygularla şuradaki buruşuk kurdeleyi, oradaki bir solmuş fotoğrafı almış, dalgın dalgın bakıyor olmalıydı şimdi. Gelin olurken yaşadığım zafer sevincinin ortasında bir an için kaybın acısını da hissetmiştim içimde; altın halka parmağıma takıldığı anda birinin karısı olmakla sanki bir anlamda diğerinin kızı olmaktan çıkmış bulunuyordum.
Emin misin, diye sormuştu, nişanlımın bana aldığı gelinliği dev bir kutu içinde getirdiklerinde Noel hediyesi meyve şekerlemeleri gibi yumuşak paket kâğıdına sarılıp kırmızı kurdeleyle bağlanmış bir kutu. Onu sevdiğinden emin misin? Anneme de bir elbise göndermişti; su üzerinde yağın bıraktığı o ağır, prizmatik pırıltıyı andıran siyah ipekten bir elbise, Çinhindi’nde zengin bir çay plantasyonu sahibinin kızı olarak yaşadığı serüven dolu gençliğinden beri sırtına geçireceği en iyi şeydi bu. Kartal çehreli, boyun eğmez annem benim; Konservatuvar’da başka hangi öğrenci, annesinin bir kalyon dolusu Çinli korsana meydan okuduğunu, bir salgın sırasında bütün köye hastabakıcılık ettiğini, insan yiyen bir kaplanı kendi elleriyle vurduğunu, üstelik bütün bunları, daha benim yaşımda bile değilken yaptığını anlatarak övünebilirdi ki? “Onu sevdiğinden emin misin?” “Onunla evlenmek istediğimden eminim,” demiştim.
Başka da bir şey demeyecektim. İç geçirmişti, mütevazı soframıza kurulmuş yoksulluk heyulasını sonunda başımızdan ancak gönülsüzce savabilecekti sanki. Ne de olsa benim annem seve seve, skandalları göze alarak, meydan okuyarak dilenmişti aşkı; ve günlerden bir gün yiğit askeri dönmez oldu savaşlardan, karısıyla kızına, asla tam olarak kurumayan gözyaşlarını, içi madalya dolu bir puro kutusunu ve antika beylik tabancasını miras bırakarak. Sıkıntı dolu hayatının giderek muhteşem bir eksantriğe dönüştürdüğü anneciğim, olur da bakkaldan falan dönerken yolunu biri kesiverirse diye nasıl da dalga geçerdim onunla çantasından hiç eksik etmezdi o tabancayı.
Kapalı panjurlar arasından sızan ışıklar minik birer yıldız misali yanıp sönüyordu arada bir; demiryolu şirketi, geçtiğimiz bütün istasyonların lambalarını gelinin onuruna yakmış gibi. Saten geceliğim, daha paketinden yeni çıkarılmıştı; gencecik göğüslerimin sivri uçlarını ve omuzlarımı sıyırarak kayıvermişti gövdemden aşağı, kıvamlı bir sudan yapılmışçasına kıvrılıp bükülüyor, ben daracık kuşette huzur bulamadan sağa sola döndükçe haylazca vücudumu okşuyor, laf anlamadan, sinsi imalarla bacaklarımın arasına sokuldukça sokuluyordu.
Onun öpüşü, diliyle, dişleriyle ve yakarak sıyırıp geçen sakalıyla öpüşü, tıpkı hediye ettiği geceliğinki gibi taktik bir incelikle de olsa, yaşayacağımız zifaf gecesine dair imalarla doluydu; her yanı denizle çevrili, sivri kulelerden yapılmış o şatoda, atalarından kalma yatağına gireceğimiz âna kadar zaptedilmiş bir şehvetle ertelenecek olan zifaf gecemize… hâlâ hayal bile edemediğim sihirli şatoydu orası, duvarları deniz köpüklerinden yapılma periler şatosu, onun doğduğu efsanevi malikâne. Bir gün o şatoya bir vâris doğuracaktım belki. İşte, trenin bizi götürdüğü yerdi orası, kaderimin beni götürdüğü yer.
Trenin kesik kesik uğultusu arasında kocamın düzenli, kesintisiz nefes alışverişini duyabiliyordum. Aramızda sadece bir vagon kapısı vardı ve o da açık duruyordu. Dirseğime dayanarak doğrulsam, şekliyle aslanı andıran kafasının karaltısını görebilecektim ve zaten burun deliklerime, kösele ile baharat karışımı o kesif erkek kokusu çarpıyordu. Bu koku her zaman eşlik ederdi ona, hatta bana kur yaptığı günlerde, onun annemin oturma odasında olduğunu anlamamı sağlayan tek şey olurdu, çünkü her ne kadar cüsseli bir adam olsa da ayakkabılarının altı kadife kaplıymışçasına adım atardı evin içinde; ayağını bastığı anda halı, bir kar tabakasıyla kaplanıveriyordu sanki.
Piyano başında dünyayı unutmuş olduğum anlarda beni şaşırtmaya bayılırdı. Geldiğinin haber verilmemesini ister, sonra sessizce kapıyı açıp elinde sera çiçeklerinden bir buketle ya da bir kutu kestane şekeriyle arkamdan usulca süzülüverirdi ve tam ben bir Debussy prelüdünde kendimi kaybetmişken, armağanını tuşların üstüne bırakıp gözlerimi kapatırdı elleriyle. Ama o baharatlı kösele kokusu her zaman ele verirdi onu; ilk şoku atlattıktan sonra her seferinde şaşırmış gibi yapmak zorunda hissettim kendimi, hayal kırıklığına uğramasın diye.
Benden yaşlıydı. Benden çok yaşlıydı; kara yelesinde yol yol gümüş tutamlar vardı. Ama o tuhaf, yoğun, neredeyse balmumundan yapılmışçasına kıpırtısız duran yüzünde, yaşanmışlıkların izi çizgiler yoktu. Tersine, yaşanmışlıklar düzlemiş, pürüzsüzleştirmişti o yüzü; bir kumsaldaki kayaya peşpeşe çarpan dalgaların bütün çatlakları düzleyip yok edişi gibi. Bazen ben piyano çalarken, gözlerinin ışıktan kesin biçimde yoksun oluşlarıyla beni daima rahatsız etmiş olan gözlerinin üstüne inmiş enli gözkapaklarıyla hiç kıpırtısız karşımda duran o yüz, bir maske gibi görünürdü; sanki asıl yüzü, beni tanımadan önce, hatta daha ben doğmadan önce bu dünyada yaşadığı onca şeyi sahici biçimde yansıtacak olan yüzü, bu maskenin altındaydı. Belki de başka bir yerde.
Belki de bunca zamandır taşıdığı yüzünü, sırf bana yılların damgasından arınmış, genç bir yüz sunabilmek için kaldırıp bir yerlere koymuştu. Ve başka bir yerde, olduğu gibi görebilecektim onu. Başka bir yerde. Ama nerede? Belki de şimdi trenin bizi götürmekte olduğu, kendisinin doğup büyüdüğü o muhteşem şatoda. Bana evlenme teklif ettiğinde ve ben de “Evet,” dediğimde bile kaybetmemişti o kesif, o heybetli duruşunu. Biliyorum, bir erkeği çiçeğe benzetmek biraz tuhaf kaçar, ama kimi zaman onu bir zambağa benzetirdim.
Evet. Zambağa. Hissedebilen bir bitkiye özgü o tuhaf, meşum sükûnet vardı onun da üzerinde, cenazelere gönderilen kobra başlı zambakları andırırdı, hani kılıç kınına benzeyen bembeyaz kılıfları, etli taçyapraklardan dışarı kıvrılarak uzanır, o etli kısmı ise öyle kalın ve gergindir ki dokununca parşömen gibi gelir ele. Onunla evlenmeyi kabul ettiğimi söylediğimde yüzünde tek kas oynamamış, ama artık daha fazla tutamayacakmışçasına uzun uzun bırakıvermişti soluğunu. Kendi kendime dedim ki: Ah! Nasıl da istiyor olmalı beni! Öyle görünüyordu ki haddi hududu olmayan arzusu, benim karşı koyamayacağım bir kuvvetti; şiddetinden değil ağırlığından ötürü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKanlı Oda
- Sayfa Sayısı184
- YazarAngela Carter
- ISBN9786257370592
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayalet Tugay ~ John Scalzi
Hayalet Tugay
John Scalzi
Hayalet Tugay, Koloni Savunma Güçlerinin Özel Kuvvetleridir. Bu seçkin askerler ölülerin DNA’sından yaratılır ve KSG’nin en zorlu operasyonlarına çıkacak mükemmel savaşçılar haline getirilir. Genç,...
- Düello ~ Anton Çehov
Düello
Anton Çehov
Çehov 1891 yılında Novoye Vremya gazetesinde tefrika edilen Düello’da, insan doğasının karmaşıklığını çarpıcı bir üslupla ortaya koyar. Tanıdığı bir zoologla dönemin popüler meselelerinden biri...
- Hainin Oyunu ~ Jennifer A. Nielsen
Hainin Oyunu
Jennifer A. Nielsen
Hainin Oyununda Kazanmaktan Başka Şansın Yok Kestra Dallisor üç yıldır sürgündeydi ve kendisini çok daha karanlık bir geleceğin beklediğinin farkındaydı ama zalim kral Lord...