“Buradayız! Size çiçek isimleri sayıp, romantizmi, oradan aşkı, oradan bağrı yanık yanık sızlatan sevdayı, hadi hiç olmadı belki sevgiyi anlatmak için değil! Hayır!Size burada çiçekleri de hayvanları da anlatmayacağız. Görülmemiş bir çiçek açmadan bahsedeceğiz. Güzel bir ad seçtik bizce. ‘Görülmemiş bir çiçek açma.’”Zorlu ana kız ilişkisi; kadın olmak; yakıcı tutkular; sahibine de tarihe de sahip çıkan giysiler; işçilerin hakkını kollayan fabrikalar; kimsenin uğramadığı kasabalarda yaşananlar ve sokaklarında hakkını arayan uzuvların gezindiği büyükşehirler…
Toprak altında yatanlardan, rüyada yankılananlardan ve otopsi masasındaki artıklardan yola çıkıp yeniden kurgulanan hayatlar bunlar… Ölüleri öldürmeyen, cansıza ses veren, etin, kemiğin, kanın, toprağın ve düşün diliyle direnmeye, isyana ve özgürleşmeye çağıran öyküler.İlk öykü derlemesi Çerçialan’la 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne layık görülen Gamze Arslan yine şaşırtıcı ve özgün bir öykü kitabıyla okurların karşısına çıkıyor. Kanayak duru bir dil ve alabildiğine yaratıcı bir kurguyla kırsaldan büyükşehirlere geniş bir coğrafyayı kat ederek en acımasız gerçeklere tercüman oluyor.
İÇİNDEKİLER
Manıklar …………………………………………………………………13
Ben Evlat, Kız Evlat! …………………………………………………25
Çarpmanın Sesiyle ……………………………………………………31
Beklemek Çürütür ……………………………………………………41
Hamra Beyoğlu’nun Kıyafetleri ………………………………….53
Kız Sen Kilo mu Aldın? ……………………………………………63
O Bir Ağaçtır ki Cehennemin Dibinde Çıkar ………………71
Teyelleme ……………………………………………………………….91
Tavşan Kemiği …………………………………………………………97
Katı ve Disiplinli Bir Organ ……………………………………..107
Tamam Şimdi Buldum ……………………………………………. 119
Eteğinin Altında Dünya Var ……………………………………. 131
Eğe ……………………………………………………………………….139
MANIKLAR
Meme uçlarındaki ıslanmış, kokusu bozulmaya başlamış manolyaları yavaşça kaldırdı. Seneler sonra dirileşmeye başlayan bu uçlar dışında her şey toprağa bakıyordu vücudunda. Sarkmış bacak arasını avuçladı, una daldırdığı eliyle birbirine değmekten alarmış yerlerine pat pat diye vurduktan sonra taze manolyaları pembe meme uçlarına yerleştirip cıbıl bedenine entarisini geçirdi.
Avluya ayak bastığında ucu bucağı görünmeyen arazisine baktı. Evin uzak sağ köşesindeki büyükçe yapıda havlamaktan ulumaya geçmiş itlerin sesiyle, arazinin bitiminden eve uzanan yol boyunca sıralanmış minik çanların çınlamasını işitti. Belki kırk senedir yakınına kimsenin yaklaşamadığı bu yerde yaşıyordu Sütleğen.
Adı bu değildi ya, etrafın koyduğunu benimsemiş, sanki ses ederse her şeyin bozulacağını düşünmüştü. Ses etmedi Sütleğen. İt kulübesinin önüne vardığında, kapısından içeri saldığı iki kalın hortumdan birine yalı, diğerine suyu azar azar bıraktı. İçerinin karanlığında, bir diğerinin kuyruğunu, tırnağını ve tüylerini kendisinin sanacak kadar kafası karışmış itler Sütleğen’in nefes alış verişini, bacak arasından yükselen un kokusunu duymuş olacaklar ki ulumalarını kesip tekrar havlamaya başladı. Sütleğen havlamaların başlamasına memnun avluya doğru seğirtirken taş taş üstüne yığılıp, seneden seneye yeni bölmeler eklenmiş evine baktı. Kırk senedir yalnız yaşayan bu kadının her sene büyüyen evine kimse akıl sır erdiremiyordu ya, Sütleğen’e soru sormak her babayiğidin harcı değildi. Sütleğen olduğu yerden çatı katına baktı uzun uzun, öte camın arkası bütün araziyi, ahalinin yaşadığı aşağıları da seçebilecek kadar yukarıdaydı. Bakar bakmaz memesindeki taze manolya kımıl kımıl oldu. O vakit ayaklarına dolanan manıklar, pataları toprağa bata çıka sertleşmiş büyükleri, taşakları yaşlılıktan sarkmış erkekleri, memeleri emzirmekten büzüşmüş dişileri Sütleğen’in etrafını sardı. Kesik kesik havlayan kapalı yerdeki itlere inat avlunun köşelerinden fırlayıp Sütleğen’e günaydına gelen özgür kedilerdi bunlar. Miv, miyav ya da çıkarabilecekleri herhangi bir kedi sesinden başka her sesi çıkarıyor, artık neredeyse Sütleğen’in dilinde konuşacak kadar dillenmiş olanlar mama diye yırtınıyorlardı.
Ossaat eli avluda çamaşır ipi olarak kurulan düzeneğe gitti Sütleğen’in. Çekmesiyle yukarıda duran büyükçe kovalar aşağı bıraktı içindekileri. Tıkır tıkır etrafa savrulan kedi mamaları Sütleğen’in hünerli ellerinden çıkıyordu. Bu sesi duyan, uykuda, çiftleşmekte, eşinmekte, yalanmakta olan öte kediler de fırlayıp geldiler avluya.
Şimdi iki ses vardı kulağında, katırt katırt özel yapım mamalarını yiyen kedilerle, neyden yapıldığı belirsiz yallarını yiyen köpeklerin şulup şulup sesleri. Sütleğen ayağını arkasından çeke çeke eve girip, bir girenin bir daha çıkışını bulamayacağı sonradan eklenmiş kısımlardan geçerek çatıya vardı. Çatının kilitli kapısını açtı, titrek solukların işitildiği büyükçe odaya girdi. Kokuyu derin derin içine çekip etrafa göz attıktan sonra eli beri yanda duran soğutuculu dolaba gitti. Sütleğen odada dışarıdakinden başka biriydi sanki, köşede kocasının başka diyarlardan getirdiği kasetçalardan gelen kısık melodilere kendini kaptırmış, soğutuculu dolaptan çıkardığı kasalardaki ufak kavanozlara bakıyordu bir bir. O sıra memelerindeki manolyalar iyice ıslandı, Sütleğen zamanın geldiğini düşünerek entarisini çıkardı. Cıbıl halde, köşede çeyizlik rengârenk yemenilerin altında uyumakta olanlara yanaştı. Bu sükûneti, birinin araziye geldiğini haber veren itlerin sesi bozdu. Sütleğen, uzakları tepeden görebildiği cama yaklaştı ve arazinin en dışından evin avlusuna kadar bütün çanların bir isyanda koşturan insanlar gibi sallandığını, bağrındığını gördü. Entarisini geçirdi, çatıdan inip evin dolambaçlı yollarından geçerek kendisini avluya attı. Arazinin kapısına kadarki uzun mesafeden midir, yoksa arka ayağının adım atmaya direnmesinden midir bilinmez, rahmetli kocasından kalma motor ve bilumum motorlu araçlardan elleriyle yaptığı pırtığına bindi. Bu adı kendisi koymuştu; ufak kasası, kamyon motoru, motosiklet frenleriyle “pırtık”, ismini layığıyla taşıyordu.
Arazinin öte ucuna vardığında kapıyı zorlamaya çalışan Tarlakafa’yı fark etti. Otuzlarına gelmesine rağmen doğruyu eğriyi hâlâ ayıramayan, ağzından çıkanlar umursunmayan bir adamdı. Tarlakafa lakabını her ne kadar alnının genişliğinden alsa da, Sütleğen kafasının içinin hep boş olmasına yorardı.
“Sütleğen Ana!” diye hönkürdeyince, Sütleğen sinirle elini kaldırdı. “Araziye yanaşırsan ne olacağını bilmiyon mu sen?” diye azarladı Tarlakafa’yı. Oğlancağız utanarak, eh biraz da korkarak, ama yine de heyecanı elden bırakmayarak kekeledi. “Bebe geliyor bebe. Bizim büyük abinin, Meryem Abla’nın bebe,” dediği vakit Sütleğen’in de gözünden bir ışık gitti çatı katının camından içeri süzüldü. Hemen pırtığın kasasındaki, büyüklüğü ve ağırlığı dışarıdan bile belli olan çantayı kontrol etti. “Çantayı ben kucağıma alırım ana,” demesine fırsat bırakmadan arazinin kapısına kilidi vurup hızla gazladı. Arkadan Tarlakafa’nın “Beni almayacan mı ana?” diye bağırışını duydu.
Sütleğen’i doğum için bekleşenler ayakta karşıladı, herkes onun yanında yerini bilirdi. O hem doğurtan, hem de öte dünyaya yolcu edendi. İmam bile yanında el pençe durur, Sütleğen’in eline doğanlarla elinden toprağa varanlara saygıdan sus pus olurdu. Doğurturken de musallada ölüyü ak pak ederken de sudan çıkmayan buruşmuş ellerine vardı hemen Meryem’in herifi. “Sütleğen Anam ellerin dert görmesin,” diyebildi sadece. Hepsi memesinin olduğu yerdeki ıslaklığı fark etmiş ama gözlerini dikip bakmaktan imtina etmişti. Sütleğen ebelik yaparken de ölüyü yunarken de bir başına girerdi içeri. Doğum da ölüm de selamlaşıp vedalaşacak yerler değildi ona göre. Çantasıyla içeri girdiğinde senelerdir doğum yaptırmasına rağmen elleri titriyordu. Bu başka olacaktı, Meryem’in gebeliğini dikkatle takip etmiş, karnını eliyle ölçüp biçmiş, yediğine içtiğine bakıp vaktin gelmesini beklemişti.
Dışarıda bekleşenler izmarit bile yakmıyor, soluksuzca, Sütleğen’den korkularıyla bebenin o ilk çığlığını bekliyorlardı. Ve nihayet o keskin çığlık kapı aralığından fırlayıp Meryem’in herifinin kulağına vardı. Bir oh çekti ahali, imam içinden okuduğu dualardan kurumuş kalmış dudaklarını bir çırpıda ıslattı. “Çok şükür,” fısıldaşmalarıyla bütün kasaba birbirine dolanmışken içeriden Meryem’in çığlığı vurdu bu defa mutlu yüzlere. Sütleğen kapıyı açtığında elinde kundağına sarılmış cansız bir kız çocuğu duruyordu. Meryem içeride acıyla inlerken kadınlar yanına girmiş, herifi ise Sütleğen’in elinde kundakla her yanı kapanmış bebesine bakıyordu. Sütleğen, “Başınız sağ olsun,” dedi sadece. Memelerinden gelen süt iyice arttı o anda, artık entarisinin üstü sarkık memelerini belli edecek kadar ıslanmıştı. Meryem’in herif azcık bakabildi bebesinin yüzüne, gözyaşları akarken Sütleğen, “Kızdı,” dedi. Bu kaçıncı kızdı hepsi biliyordu, çentik çentik bebek mezarları bitmişti mezarlıkta. Gözden kaçar da üzerine basarız diye hepsinin başına beyaz bir tül bağlanmış, yaşasalardı giymeleri gereken gelinliği göstertircesine yerleri belirtilmişti.
Sütleğen yine tek girdi gasilhaneye. Sanki içinde doğumun da ölümün de ağırlığını taşıyan, elinden düşürmediği çantayı açtı. Her işlemi usulünce yaptı. Senelerdir bildiğini bir kere daha tekrar ediyordu. Acaba kocasını nasıl yıkamışlardı? Uzun müddet olmuş, tırıyla çıktığı yoldan daha dönmemişti. Sütleğen dışında tüm ahali bu durumdan şüphelenmiş, belki de en çok kendilerine uzak ülkelerden getireceği alet edevat için üzülmüşlerdi. Bir tek Sütleğen sakindi, kocasının işi buydu, evlendirildiklerinin ilk gününden beri bu böyleydi, uzun yol ne demek bildiğinden sakinliğini korurdu. Ama kötü haber eninde sonunda ulaştı. Sütleğen’in kocasının tırı dağlık alanda, bir köşede, herifi ise ormanın içinde, Sığırkoparan’ın orada, alt tarafı yok halde bulunmuştu. Ayı yaptı dedi herkes, herifin yarısını kaptığı gibi götürdü. Sütleğen yirmisinde dul kalmış, ossaatten sonra yanına kimseyi yanaştırmamıştı. Herifinin yarısı yenmiş ölüsünü alıp kendi arazisine gömdü. Hiç bilemedi Sütleğen parça bedenin nasıl yıkandığını. Şimdi önündeki tazecik bebek, kocasının o halini düşününce capcanlı geliyordu gözüne. Kefenini özenle sardıktan sonra tabuta yerleştirip teslim etti ahaliye. Bir beyaz tül daha rüzgârda dalgalanmaya başladı mezarlıkta.
Ahali ne yapacağını bilemez halde kasaba meydanında toplanmış, Sütleğen’in ağzına bakarak oturuyordu. Bu defnettikleri kaçıncı kız çocuğuydu, Sütleğen’in doğurttuğu erkek çocukları kasabadan bir bebek ölüsü çıktığının farkında olmadan koşturup duruyorlardı etrafta. Büyükler kafa kafaya verip konuşuyor, son iki yıldır kız çocuğa kıran girdiğini, bir lanetin gelip çöktüğünü, bir yerde hata ettikleri için bütün kız çocukların öldüğünü söylüyorlardı. Sütleğen her defasında “Olanla ölene çare yok,” derdi, yine öyle dedi. Bebek annenin rahminden çıkıp da ilk çığlığı bastığı anda soluksuz kalıp göçüveriyordu bu dünyadan. Sütleğen’in anlattıkları karşısında, büyümüş karınlarını korku içinde tuttu iki anne adayı. Artık kimse doğumu heyecanla beklemiyor, bir yolu olsa da bebekler hep karında yaşasa diye iç geçiriyordu. Doğumuna çok az kalmış Açıkgöz Avni’nin karısı Mercan, “Ben hastanede doğuracağım,” diye sessizliği bıçak gibi böldü. Korku tepeden süzülen bir kuşun kanatları gibi bütün ahalinin vücuduna değdi sanki. Çıt çıkmıyordu, Mercan gözünü kırpmadan öfkeyle Sütleğen’e bakarken, ne tepki verecek acaba diye bekleyenlerin arasında Sütleğen sakince pırtığına binip uzaklaştı.
Mercan’ın üzerine vardı herkes, senelerdir bu kadın doğumlarında da, ölümlerinde de yanlarında olmuştu, ağzından çıkan ne menem bir şeydi. Açıkgöz Avni karısına arka çıkarak, “Bu Sütleğen cadısında var bir şey, bu bebeler durduk yere niye ölsün,” dedi. Ahali öfkelendi, kimse Avni’nin dediğine kulak asmadı. Diğer gebe kadın Mercan’a yaklaşıp “Ya erken gelirse, o zaman ne edeceksin? Onca yolu nasıl gideceksin de varacaksın hastaneye? Bugün yarın gelmeyecek mi Mercan, kaç günün kaldı, saydık işte,” diyebildi sadece. Avni ağzından salyalar aka aka, “Kim girebildi arazisine? Manıklarım var diye kasabada it bırakmadı. Hepsini hapsetmedi mi?” diye söylendi. Ahaliden biri, “Dul kadın, itlere de, kedilere de bakıyor. Ne konuşuyon Allah aşkına Avni. Ağzının ettiği laflara bak hele. Hadi get işine!” diye çıkıştı. Ahali öfkeyle yanlarından ayrılırken Avni arkalarından, “Bu cadının ne mal olduğunu göstereceğim size,” diye bağırdı.
Sütleğen elinde koca çantası arazisine vardığında manıkları hemen ayağına dolandı. Gözü çatı katının camında, nefes nefese çekti kovaların iplerini. Mamalar başından aşağı dökülürken hızla eve girdi. Mercan’ın ettiği laf kulaklarında büyüdükçe evin dolambaçlı geçişlerini unuttu sanki. Bir girdiği yerden çıkamıyor, çıktığında da bir türlü çatı katına varamıyordu. Manıkların, itlerin, çatı katından gelen hırıltıların sesleri kulağında büyüdükçe büyüdü. Yukarı çıkmaya çalıştıkça bir oda daha çıkıyordu karşısına, bitimsiz bir yolda kaybolmuştu. Memelerinden gelen süt kurumuş, uçları tırış tırış hale gelmişti. En son ağzını, burnunu kapamadan asla girmediği o odada buldu kendini. Et çürüğü kokusuyla, iyice ağırlaşmış çantayla olduğu yere düşüp bayıldı.
Gözlerini açtığında ne kadar süre öyle yattığını anlayamadı önce. Kendine gelir gelmez hızla çantayı alıp çıktı odadan. Bir anlık baygınlıktan sonra aklı başına geldi. Bir çırpıda buluverdi çatı katının yolunu. Çantayla içeri girer girmez soğutuculu dolaba uzandı, içi süt dolu ufak kavanozları çıkardı. Entarisini soyunup pembeliği gitmiş meme uçlarını sıkmaya başladı. Ama süt gelmiyordu, uğraştı, yine altmış yaşındaki kadın memesi haline gelmişlerdi. Her şey bitti diye düşünürken çantasını açtı çabucak, dikkatlice kavradı kundakta usulca duran kız bebeğini. Bir kere koklaması yetti, memeleri tekrar dirileşti, pembelerinden kremsi sıvı süzülmeye başladı. Boş bir kavanoza akıttı sütünü. Hiç doğuramadığı çocuklarını düşünerek, anneliğin memeden öte bir şey olduğunu bilerek. Kocasına da, kendisini hiç düşünmeden veren ana babasına da katlanmasının tek yolu bir çocuktu. Uzun yola gidiyordu koca, yok gibiydi. Ama olmadı. Kocasının ikinci karısıydı, ondan önceki karısı hasta yatağında öyle çaresizce, tek başına gidivermişti bu dünyadan. Sütleğen hatırlıyordu, onların da yoktu bebeleri, olmamıştı. Biliyordu, bir çiçek gibi içinde tohum büyütebileceğini, emindi Sütleğen. On yedi yaşında anladı ki hiç çocuğu olmayacak, kocasının eksikliği sadece uzun yolda değil, aynı zamanda bacaklarının arasından çıkan işe yaramaz sıvıdaydı.
Geceden meme uçlarına koyduğu manolyaların sütle birleşerek gelen kokusuyla uyandı. Son olanlardan beri arazisinden çıkmıyordu. İtlerin yalı için çürük et kokan odaya burnunu sıkı sıkı kapayarak girdi, satırla usta bir şekilde kopardığı etleri ekmekle buluşturdu. Avluya çıktığında itlere yalını vermeden önce köşeye gitti, kocasını gömdüğü yere. Hiç düşünmeden küreği alıp nefes nefese kazmaya başladı toprağı. Arkasından sürüdüğü bacağı bile bana mısın demedi, gittikçe açılıyordu mezar, Sütleğen vurdukça itlerin kesik kesik havlaması güçleniyor, aç halleriyle bambaşka bir hal alıyordu. Bu sabah her gün geçirdiği sabahlardan biri olmayacaktı sanki, kazdıkça iyice anladı bunu. Kendinden geçmiş, derine ulaşmaya çalıştığı sırada uzaktan kopan bir davul zurna sesi işitti. Küreği bırakıp sese kulak verdi; bildiği, yakında olacak bir düğün yoktu. Anlayamadı Sütleğen, tellerle çevrili arazinin ormana bakan tarafında bir çift göz seçti gözleri. Elinde kürekle o tarafa koşturmaya başladı, yakınlaştıkça bunun Tarlakafa olduğunu anladı. Sütleğen kararlılıkla tellere doğru kürekle bir tane geçirdi. Tarlakafa korkuyla geri sıçradı. “Dur Sütleğen Ana ne yapıyon ya? Benim ben.” Sütleğen burnundan soluyarak “Neden kapı yanından gelmedin? Ne istiyon?” diye sordu. Tarlakafa belli ki koşturarak gelmiş, eksik aklıyla, “Toprak kazıyordun ya, duymadın çanları. Mercan doğurmuş, bir kızı olmuş ana. Onu demeye geldim, duymuyon mu davul zurnayı?” deyince Sütleğen buz kesti. Tarlakafa onun ulağı gibiydi, senelerdir kapısını aşındırmaya o gelir, eksik aklıyla havadisleri verip uzaklaşırdı. O ne kadar anlamasa da Sütleğen biliyordu ki bu doğum onun sonu olacaktı. Bir de kız çocuğu. Açıkgöz Avni boş durmaz, hesabını sormaya gelirdi. Karısı Mercan’ın kafasına hastanede doğum fikrini de o sokmuştu. Sütleğen itlerin, manıkların mamasını da, kocasının mezarını kazmayı da unutup hızla içeri girdi. Yapması gereken şeyler vardı.
Açıkgöz Avni kasaba meydanında babalığını ilan ediyor, bir yandan da kasabalının şaşkın bakışları arasında herkesi evine davet edip kendi gözleriyle kızını görmelerini istiyordu. İşte şimdi tam erkek olmuştu, salyaları olduğundan fazla akmaya, sesi hiç çatallanmadan gürleşmeye başlamıştı. “Size o cadı bebelere bir şey yapıyor demiştim,” dedi. Kimsenin aklına yatmıyordu ya, peki bu yaşayan kız bebesi? Bu geldiyse belli ki kıran da, musibet de yoktu. Hepsine bir cesaret gelmiş, Açıkgöz Avni’nin söylediklerine sıkıca tutunmuşlardı. “Avni doğru diyor olabilir,” dedi biri. Diğeri, “Bizi doğuma da, ölüme de koymadı içeri. Bir bityeniği var bu işte,” diye yüklendi. İmamın aklına yatmıyordu yatmasına, ama köpük köpük yükselen bu denizi de dindiremiyordu. Şimdi bütün kasaba meydana yığılmış, doğan bebe için dağıtılan yemeklere kaşık sallıyor, Avni’nin salyalarını izliyorlardı. Mercan, doğumdan yorgun düşmüş gözleri perde perde inerken, hemen karşısındaki beşikte minik göğsü inip kalkan kızına bakarak uyuyakalmıştı.
“Belki kocasını da o öldürmüştür!” diye haykırdı biri. Bir balon sanki sözcüklerle şiştikçe şişiyor, bütün kasabanın üzerini kaplayıp öte sesleri işittirmez oluyordu. Sütleğen o balonu patlatacak iğneyi çoktan çıkarmıştı. Kocasının yarı açık mezarı bir tarafta her şeyi düzenledi. İt kulübesinin kapısından çektiği ipi arazi kapısına kadar uzatıp, manıkları tek tek toplayarak kocasından kalan tırın arkasına yerleştirdi. Hemen çatı katına koşturdu, hırıltılar ve belirsiz sözcükler arasında en büyüğü iki yaşına gelmiş kız çocuklarını bir bir tıra indirdi. Sütleğen on bir kız çocuğunu, kendi memelerinden sağdığı kavanozdaki sütlerle manıkların yanına yerleştirmişti artık.
Kasabalı doğru söylüyordu, gerçekten de bir yerde hata ettikleri için bütün kız çocukları Sütleğen’in himayesine geçmişti. Koca çantasında sakladığı eterle ana rahminden çıkan kız bebelerini bayıltıp ölü gösteriyor, kimseyi içeri koymadığı gasilhane ritüeli sırasında da bebeği taşla değiştiriyordu. Bunu uzun zaman düşünmüştü, neticede doğan her kız ölmeye mahkûm değil miydi? Ölüm, soluk yokluğundan öte bir şeydi ona göre. Kimsenin uğramadığı bu kasabada kız çocukları erkenden evlendirilmek için büyütülüyor, hayvan beceren adamların yatağına teslim ediliyordu. Tıpkı kendisi gibi. Sütleğen köpekleri de manıkları da kız çocuklarını da kurtarırken bunları düşünmüştü.
Kocası sağken uzun yoldan eve geleceği bir gece Sütleğen derin uykusundan bir sesle uyanmış ve kocasının arazideki manıklardan birini boynundan tutup köşeye götürdüğünü görmüştü. O gün, o manığın korkunç bağırtısı için kocasını öldürmeye karar vermişti Sütleğen. Bir dahaki gidişine kadar ses etmeyip, mide bulantısıyla geçirdiği günlerde planlar yapmıştı kafasında. Tır kasabaya dönüş yolundayken ormandan fırlayıp önüne doğru koşturmuştu. Kocası farların önünde beliren karısını görünce aniden frene basmış, tırdan inmişti. Sütleğen bir şey demesine fırsat bırakmadan kocasını eter ile bayıltmış, sadece belden aşağısını, kadınlara hükmeden o yarıyı almıştı işte. O yarı ile doyuracaktı itlerini peyderpey. Kocasının diğer yarısını ormanda, tırını da yolda öylece bırakıp uzaklaşmıştı.
Sütleğen her şeyi tamam etmiş, tıra ihtiyaç duyacağı pılı pırtıyı almış hızla çıkıyordu araziden. Arazinin girişinde köpek kulübesinden çektiği ipi kapıya bağlamıştı bile. Dönüp evine baktı son kez, kırk senesini verdiği,
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKanayak
- Sayfa Sayısı152
- YazarGamze Arslan
- ISBN9789750740688
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Akıntı Adaları ~ Ernest Hemingway
Akıntı Adaları
Ernest Hemingway
Hemingway’in bizzat yaşadığı ve duygusal yönü ağır basan serüvenlerden yola çıkılarak yazılan Akıntı Adaları, yazarın son kitaplarından biridir. Hemingway üç bölümlük bu romanda, hareketli...
- Babam ve Ben ~ Patrick Modiano
Babam ve Ben
Patrick Modiano
“Modiano, Fransa’nın en önemli yazarlarından biri. Her eseri ‘çoksatar’ olmaya aday.” Jean Charbonneau, Agnionline “New Yorker’ın illüstratörü Sempé, hassas çocukluk günlerimizi sinematografik renklerle süslerken...
- Hakkında Hiçbir Şey Bilmediğim Şeyler ~ Patrick Ness
Hakkında Hiçbir Şey Bilmediğim Şeyler
Patrick Ness
“Patrick Ness’in bu seçkisi yenilikçi ve cesur olmanın yanı sıra yaratıcılıkla bezeli.” Daily Telegraph İnsan ayrıksı çocuğu daha çok sever, değil mi? Canavarın Çağrısı kitabından tanıdığımız...