Aprilynne Pike’ın New York Times bestseller listesine giren ilk romanı Kanatlar, görünüşte sıradan olan bir genç kız hakkında yazılmış ve dört kitaptan oluşan Peri Serisi’nin ilk kitabı.
Laurel büyülenmişçesine donup kaldı, gözlerini sonuna kadar açmış ve bu soluk renkli güzelliğe bakakalmıştı. Güzellerdi. Hem de sözcüklerle anlatılamayacak kadar güzel. Başının hemen ardında salınan taç yapraklarını daha iyi görebilmek için ağır ağır aynaya döndü. Tıpkı kanat gibiydiler.
Laurel, Avalon’un girişini korumak için insanlar arasına gönderilen bir peri olduğunu keşfetmiştir. Troller ile perilerin arasındaki asırlardır süregelen savaşın tam ortasındayken, bir insan ile bir periye duyduğu aşkın yanı sıra iki dünya arasında da kalmıştır.
Büyü, entrika, aşk ve maceranın bu nefes kesen öyküsünde periler hakkında bildiğinizi sandığınız her şey sonsuza dek değişecek…
“Aprilynne Pike’ın Kanatlar’ı olağanüstü bir çıkış romanı. Mitolojik yaratıcılığı, hikâyenin şaşırtıcı güzelliğiyle bütünleşmiş.”
Stephenie Meyer,
Alacakaranlık Serisi’nin Yazarı
“Tehlike ve aşkın heyecan verici bir romanı. Perilerin hikâyesinin yeniden yorumlandığı bu kitap, akla uygunluğu ve hayal gücüyle okuyucuları kendine tutsak edecektir.”
Raven Haller,
Romantic Times
“Halihazırdaki doğaüstü aşk hikâyeleri içinde göze çarpıyor… Akıcı bir anlatım… Gerçeklikten enfes bir kaçış…”
Kirkus Reviews
“Derinliği olan karakterler, hızlı ilerleyen sürükleyici bir hikâye. Tehlike ve aşkın, sihir dünyası ile lise hayatının hoş bir karışımı.”
Connie Tyrrell Burns,
School Library Journal
***
BİR
Laurel’ın ayakkabılarının neşeli tıkırtısı, içinde bulunduğu karamsar ruh haliyle tam bir çelişki içindeydi. Del Norte Lisesi’nin koridorunda ilerlerken meraklı bakışların onu izlediğinin farkındaydı.
Ders çizelgesini ikinci kez dikkatle inceledikten sonra biyoloji laboratuvarını buldu ve hemen pencerenin dibine oturdu. Madem içeride oturacaktı, o zaman hiç değilse dışarıyı görebilmeliydi. Sınıf arkadaşları odaya doluşurken ön kısma doğru ilerleyen gençlerden birisi ona bakarak gülümsedi. Laurel zorlanarak bu gülümsemeye karşılık verdi, davranışındaki yapmacıklığın hissedilmemiş olmasını umuyordu.
Kendisini Bay James olarak tanıtan uzun boylu, ince bir adam ders kitaplarını dağıttı. Laurel hemen sayfaları karıştırmaya başladı. Kitabın başlangıcındaki sayfalar oldukça sıradandı -bitki ve hayvanların sınıflandırılmaları vardı ki bunları zaten biliyordu- ardından da temel insan anatomisine geçiliyordu. Sekseninci sayfa civarındaysa metin sanki farklı bir dille yazılmış gibi bir hal alıyordu. Laurel kendi kendine gülümsedi. Bu uzun bir yarıyıl olacaktı.
Bay James’in yoklamada saydığı isimlerden bazıları Laurel’a hiç yabancı gelmedi, bunları o sabah katıldığı derslerden biliyor ama hâlâ isimlerle yüzleri bağdaştırmakta zorlanıyordu. Kendini çevresi yabancılarla çevrilmiş bir ortamda yalnız hissediyordu.
Gerçi annesi lisedeki ilk gününde herkesin böyle hissettiği konusunda ona güvence vermişti -sonuçta onların da lisedeki ilk günleriydi- ama onun dışında hiç kimse kendini kaybolmuş ve korkmuş hissetmiyor gibiydi. Kimbilir, belki de yıllarca devlet okuluna gitmek bu kayholmuşluk ve korku hislerine alışılmasını sağlıyordu.
Aslmda son on yıl boyunca evde eğitim almak Laurel’ın hoşuna gitmişti. Ona kalsa bunun aynı şekilde sürmesini isterdi ama ailesi tek çocukları için her şeyin en doğrusunu yapmakta kararlıydı. Beş yaşına basmasıyla birlikte, yaşadıkları küçük şehirde evde eğitim almaya başlamıştı. Şimdiyse on beş yaşındaydı ve bu artık daha büyük şehirde, karma bir lisede eğitim almasını gerektiriyordu.
Birden odaya tam bir sessizlik hâkim oldu ve Laurel düşüncelerinden adını yineleyen öğretmenin sesiyle ayıldı.
“Laurel Sewell!”
Hemen, “Burada,” diye seslendi.
Bay James onu gözlüğünün üzerinden süzüp bir başka isme geçerken Laurel da başını çevirdi. Rahatlayarak bir an için tuttuğu nefesini verdi ve elinden geldiğince dikkat çekmemeye çalışarak defterini çıkardı.
Öğretmen o yarıyılın ders programını açıklıyor, Laurel ise gözlerini daha önce kendisine gülümsemiş olan delikanlıdan ayıramıyordu. Onun da gizlice kendisini süzdüğünü fark etti ve gülümsememek için kendini zor tuttu.
Bay James öğle yemeği tatili için derse ara verince Laurel rahatlayarak kitabını sırt çantasına yerleştirdi.
“Merhaba!”
Laurel başını kaldırdı. Bunu söyleyen biraz önce gizlice onu süzen delikanlıydı. Delikanlıda ilk dikkatini çeken şey gözleri oldu. Zeytin rengi teniyle tam bir tezat oluşturan duyarlı, açık mavi gözlerdi bunlar. Tuhaf bir renkti ama kesinlikle kötü anlamda değil. Egzotik bir görünümü vardı. Hafif dalgalı, açık kahverengi uzun saçları, yumuşak dalgalarla alnına dökülüyordu.
“İsmin Laurel’dı, değil mi?” Gözlerinin altında sımsıcak bir gülümseme ve muntazam dişler vardı. Dilini ister istemez kendi düzgün dişleri üstünde dolaştıran Laurel, diş teli olmalı, diye düşündü. Kendi dişleri doğal olarak düzgün olduğu için çok şanslıydı.
“Evet.” Sesi boğuk çıkmıştı, bunu düzeltmek için hafifi öksürdü ve aynı anda kendini çok aptal hissetti.
“Ben de David. David Lawson. Şey… Yalnızca merhaba demek istemiştim. Bir de sanırım Crescent City’ye hoş geldin demek istedim.”
Laurel gülümsemeye çalıştı.
“Teşekkürler.”
“Öğlen yemeğinde ben ve arkadaşlarımla birlikte yemek ister misin?”
Laurel, “Nerede?” diye sordu.
David onu şaşkınlıkla süzdü. “Şey… Kafeteryada.”
Laurel hayal kırıklığıyla, “Ya!” dedi. Delikanlı sevimli ve içten görünüyordu ama Laurel içeride kapalı kalmaktan bıkmıştı. “Aslında dışarıda biraz hava almak istiyordum.” Bir an sustu. “Yine de teşekkürler.”
“Dışarısı bana da uyar. Kulağa hoş geliyor. Sana eşlik etmemi ister misin?”
“Gerçekten mi?”
“Kesinlikle, zaten öğlen yemeğim sırt çantamda.” Çantasını sırtına atarken ekledi: “Ayrıca seni daha ilk gününden yalnız bırakmak olmaz.”
Laurel kısa bir tereddüdün ardından, “Teşekkürler,” dedi. “Bu hoşuma gider.”
Beraberce arka bahçedeki çimenlere doğru ilerlediler ve ıslak olmayan bir yer buldular. Laurel ceketini yayıp üstüne oturdu. David ise ceketini çıkarmayıp Laurel’ın kısa kot şortunu ve askılı atletini kuşkulu bakışlarla süzdü. “Üşümüyor musun?” diye sordu.
Laurel ayakkabılarını çıkardı ve parmaklarını nemli çimenlere gömdü. “Ben öyle pek kolay üşümem, özellikle de bu havada. Ama karlı bir yere gidince kendimi çok kötü hissediyorum. Aslında bu havalar tam bana göre.” Düşüncelere dalmış bir halde gülümsedi. “Annem hep soğuk kanlı olduğunu söyleyerek dalga geçer.”
“Öyleyse çok şanslısın. Ben buraya beş yıl önce Los Angeles’tan geldim ve buranın havasına tam olarak alışamadım.”
“Ama o kadar da soğuk değil.”
“Doğru,” dedi David sırıtarak. “Ama sıcak da sayılmaz. Burada geçirdiğim ilk yılın sonunda hava durumu raporlarını incelemiştim. Burada temmuz ile aralık arasındaki ortalama sıcaklık farkının yalnızca on dört derece olduğunu biliyor muydun? Bu gerçekten korkunç.”
David sandviçini yer, Laurel çatalıyla salatasını didiklerken bir süre konuşmadılar.
Sonra sessizliği bozan yine David oldu.
“Annem yanıma iki tane küçük kek verdi. Birini ister misin?” Laurel’a üstü mavi şekerlemeyle kaplı enfes görünümlü bir kek uzattı. “Ev yapımı.”
“Hayır, teşekkürler.”
David, Laurel’ın salatasına kuşkuyla baktıktan sonra yeniden kendi kekine döndü.
Laurel, David’in ne düşündüğünü anlıyordu, içini çekti. Neden sanki insanlar hep aynı şeyi düşünüyorlardı ki? Yeryüzünde sebze yemeyi yeğleyen tek kişi o değildi ki. Laurel tırnaklarıyla elindeki Sprite kutusunu tıklattı. “Diyet yapmıyorum.’
“Ben öyle demek…”
Laurel onun sözünü keserek, “Ben vejanım,” dedi. “Hem de oldukça katı bir vejan,”
“Ah, öyle mi?”
Laurel başını salladı ve güldü. “Ne kadar çok sebze, o kadar iyi.”
“Haklı olabilirsin.”
David hafifçe boğazını temizleyip, “Buraya ne zaman taşındınız?” diye sordu.
“Mayısta. O zamandan beri de babama yardımcı oluyorum. Şehirdeki kitapçı dükkânını devraldı da.”
David heyecanla, “Gerçekten mi?” diye sordu. “Daha geçen hafta oradaydım. Muhteşem bir dükkân. Ama seni orada gördüğümü anımsamıyorum.”
“Annem yüzünden. Bütün bir hafta boyunca okul gereksinimlerini karşılamak için beni oradan oraya sürükledi. Bu evde eğitim almadığım ilk yıl ve annem yeterince malzememin olmadığına inanıyor.”
“Evde eğitim mi?”
“Evet, ama bu yıl devlet okuluna gitmemin daha doğra olacağına karar verdiler.”
David sırıttı. “Bunu yapmış olmalarına sevindim.” Birkaç saniye elinde tuttuğu keki süzdükten sonra, “Eskiden yaşadığın şehri özlüyor musun?” diye sordu.
“Bazen.” Laurel hafifçe gülümsedi. “Ama burası da güzel. Eskiden yaşadığım yer, yani Orick, çok küçük bir şehirdi. Yalnızca beş yüz kişinin yaşadığı küçük bir yer.”
“Vay be.” David kıkırdadı. “Los Angeles oraya göre biraz büyük sayılır.”
Laurel gülünce gazoz boğazına kaçtı.
David bir şeyler daha sormak ister gibiydi ama zilin çalmasıyla birlikte gülümseyerek yalnızca, “Aynı şeyi yarın da yapalım mı?” diye sordu. Bir an duraksadı, ardından ekledi: “Mesela arkadaşlarımla birlikte.”
Laurel ilk anda hayır demeyi düşündü ama David’in arkadaşlığından hoşlanımştı. Üstelik annesinin o yıl okula gitmesi için ısrar etmesinin en önemli nedenlerinden biri de onun biraz sosyalleşmesini istemesiydi. Cesaretini kaybetmemek için hemen, “Elbette,” dedi. “Bu iyi olur.”
“Harika!” David ayağa kalktı ve elini uzattı. Laurel’ın ayağa kalkmasına yardımcı oldu ve bir an tuhaf bir şekilde gülümsedi. “Peki o zaman… Görüşürüz öyleyse.”
Laurel onun arkasından bakıp gidişini izledi. Ceketi ve bol kot pantolonu herkesinki gibiydi ama yürüyüşünde onu diğerlerinden ayıran bir özellik, kendinden emin, güvenli bir hava vardı. Laurel onun kendinden emin haline imrenmişti.
Kimbilir belki bir gün o da…
Laurel sırt çantasını köşeye savurup mutfaktaki bar sandalyesine tünedi. Annesi Sarah başını yoğurmakta olduğu hamurdan kaldırarak baktı.
“Okul nasıldı?”
“Berbat.”
Sarah işine ara verdi. “Laurel, ne dediğine dikkat et.”
“Ama öyleydi. Betimleyebilecek daba iyi bir kelime yok.”
“Biraz zaman tanımalısın, tatlım.”
“Herkes bana hilkat garibesiymişim gibi bakıyor.”
“Onların bakma nedenleri yeni birisi olman.”
“Ben başkalarına benzemiyorum.”
Annesi gülümsedi. “Peki, bunu gerçekten ister miydin?” Laurel gözlerini devirdi ama annesi haklıydı. Evde eğitim almış ve her şeyden uzakta yetiştirilmişti ama tüm çekingenliğine rağmen dergilerdeki ya da televizyondaki genç kızlara benzediğini biliyordu.
Ve bundan hoşlanıyordu.
Ergenlik konusunda da şanslıydı. Neredeyse saydam beyaz teni sivilcelerden hiç çekmemiş, sarı saçları asla yağlanmamıştı. O ince, narin yapılı, son derece güzel bir oval yüzü ve açık yeşil gözleri olan, çıtı pıtı bir on beşlikti. Her zaman ince olmuştu, ama asla zayıf değildi. Hatta son yıllarda vücudunun bazı kıvrımları iyice belirginleşmişti. Kol ve bacakları uzun ve narindi, hiç ders almamış olmasına rağmen bir dansçı zarafetiyle yürüyordu.
“Kastettiğim benim onlardan farklı giyinmiş olduğumdu.”
“Eğer istiyorsan sen de diğerleri gibi giyinebilirsin.”
“Evet, ama onların hepsinin hantal ayakkabıları ve dar kotları var, ayrıca üç kat üst üste tişört giymiş gibiler.”
“Ne olmuş yani?”
“Ben dar giysilerden hoşlanmıyorum. Hem kaşındırıyorlar hem de berbat hissettiriyorlar. Ayrıca hantal, ağır ayakkabı giymeyi kim ister ki? İğrenç.”
“O zaman sen de istediğini giy. Hem arkadaşların yalnızca giysilerin nedeniyle senden uzaklaşıyorlarsa emin ol onlar senin istediğin arkadaşlar değildir.”
Tipik anne öğüdü. Hoş, dürüst ama kesinlikle yararsız. “Ayrıca çok gürültülü.”
Annesi hamur yoğurmayı bırakarak yüzüne düşen perçemleri geriye itti. Bu arada kaşlarına bir parça un bulaştı. “Tatlım, koskoca bir okulun ikimizin muhabbeti kadar sessiz olmasını beklememelisin. Biraz mantıklı ol.”
“Ben zaten mantıklıyım. Söz ettiğim doğal gürültü değil, çocukların hepsi etrafta vahşi maymunlar gibi koşuşuyor. Bağırıyor, çığlıklar atıyor, gülüyor ve avazları çıktığınca ciyaklıyorlar. Ayrıca kilitli dolapların önünde yiyişiyorlar.”
Annesi ellerini beline koydu. “Daha başka?”
“Üstelik koridorlar da çok karanlık.”
Ses tonundan giderek sinirlenmeye başladığı anlaşılan annesi, “Hiç de karanlık değiller,” dedi. “Geçen hafta okulun tamamını dolaştım, tüm duvarlar beyazdı.”
“Ama pencere yok, yalnızca o iğrenç floresan lambalar var. O uydurma şeylerin koridorları doğru dürüst aydınlattığı filan yok. İnsanın içini karartıyor işte. Orick’i özlüyorum.”
Annesi hamuru küçük somunlar halinde şekillendirmeye başlamıştı. “Bana biraz da bugün olan iyi şeylerden bahset Haydi.” Laurel buzdolabına doğru ilerledi.
Annesi, “Hayır,” diyerek bir eliyle onu engelledi. “Önce iyi bir şey anlat.”
Laurel ustalıkla annesinin pençesinden sıyrılarak bir gazoz aldı. “Şey… Hoş bir çocukla tanıştım,” dedi. “Adı David… David bir şey.”
Gözlerini devirme sırası annesindeydi. “Demek öyle. Yeni bir şehre taşınıyoruz, senin için yepyeni bir şey olan okula başlıyorsun ve ilk ilgini çeken bir delikanlı oluyor.”
“Öyle değil ama.”
“Şaka yapıyordum.”
Laurel sessizce oturup tezgâhtaki ekmek hamurundan çıkan sesleri dinledi.
“Anne?”
“Evet?”
Laurel derin bir nefes aldı. “Anne gerçekten de oraya gitmem gerekiyor mu?”
Annesi şakaklarını ovuşturdu. “Laurel, bunu daha önce konuşup halletmiştik.”
“Ama…”
“Hayır. Yeniden aynı şeyi tartışmak istemiyorum.” Tezgâhın üstüne eğildi, şimdi yüzü Laurel’ın hemen karşısındaydı. “Artık seni evde eğitebilecek yeterlilikte olduğumu düşünmüyorum. Gerçeği söylememi istersen aslında seni ortaokula da göndermiş olmam gerekirdi. Ama sorun okulun Orick’e çok uzak ve babanın zaten her gün işe gidip geliyor olmasıydı… Artık okula gitme zamanı.”
“İyi de evde eğitim programlarından birini sipariş edebilirsin. İnternette araştırmıştım.” Laurel annesinin itiraz etmek için ağzını açmasına fırsat tanımadan hemen ekledi: “Böylece beni çalıştırman da gerekmez. Zaten gönderilen program her şeyi kapsıyor.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKanatlar
- Sayfa Sayısı320
- YazarAprilynne Pike
- ÇevirmenÇiğdem Öztekin
- ISBN9786054456574
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İki Ateş Arasında ~ Monica McCarty
İki Ateş Arasında
Monica McCarty
“Duvar kağıdı gibi görünen tarihi aşk romanlarından bezmiş okuyucular bu kitapta hem romantizmin doruğuna çıkacaklar hem de İskoçya’nın tarihi derinliklerinde seyre dalacaklar.” Publishers Weekly...
- Kaiken ~ Jean-Christophe Grange
Kaiken
Jean-Christophe Grange
Kaiken’in zamanı geldi Doğan güneş karardığında, Geçmiş, çıplak bir kılıç gibi keskinleştiğinde, Japonya artık bir anı değil, kâbus olduğunda, Kaiken’in zamanı gelmiş demektir. 1...
- Zirvenin Dibindeki Çocuk ~ John Boyne
Zirvenin Dibindeki Çocuk
John Boyne
Ve en sonunda Paris’in olduğu yöne baktı; doğduğu şehre, her şeye sahip olduğu şehre… Ne var ki, önemli biri olma arzusu yüzünden hepsini reddetmişti....